Makale

İSLÂM’IN MAKSAT VE GAYESİ (CEMİYETİ ISLAH)

İSLÂM’IN MAKSAT VE GAYESİ
(CEMİYETİ İSLAH)
— 2 —
Ali Himmet BERKİ
Emekli Temyiz Üyesi

Cemiyet, ailelerden, aile karı koca, çocuklar ve daha geniş mânâda, amca, hala, teyze, dayı ilh. gibi hısım ve akrabadan teşekkül eder. Aile, milletin te­meli olduğuna göre, ailelerin durumu nasıl ise, milletin hali de öyledir. Bunun içindir ki, İslâmiyet, milletin temel taşı olan âile nizamını önemle tanzim etmiş ve bu husustaki hak ve vazifeleri bilhassa belirtmiştir. Her şeyden evvel âilede inanç, düşünce, emel ve gâye birliğine büyük ehemmiyet vermiş ve bu itibarla âile efradının hepsinin tek bir dinin esaslariyle kemal bulmasını, aynı din ve ahlâk prensipleriyle samimîleşmelerini, kardeş olmalarını emreylemiştir. Zira âileler böylece kardeşleşip sevinçte, kederde, ahlâk ve adâlette, vatan ve millet sevgisinde birlik olunca, teşkil ettikleri toplumlar, Milletler de aynı mahiyette dirlik, düzenlik ve kardeşlik medeniyetinde, yaşamak saadetini tadarlar.

Müslümanlık, kişileri, cemiyeti anarşiden korumak gâyesi ile, âile kurmak için izdivacı meşrû kılmış, fuhuş ve zinadan şiddetle men eylemiştir. Çünkü; zina bir cemiyetde yayılırsa orada nesil münkariz olur; o cemiyetde bedbaht baba­sızlar topluluğu vücut bulur, toplumun en küçük ünitesi olan âile sevgisi ve mes’ûliyeti olmaz, izdivaç o kadar mühimdir ki, her dinde zina ve fuhuş takbih edilmiş ve haram kılınmıştır. Normal akl-ı selime sahip insanların nazarında da keyfiyet böyledir.

Fertleri behîmiyetten uzaklaştırma, onlara âile sevgi ve mes’ûliyeti ile ge­nel olarak toplum içinde yaşama, yâni Medenî insan hüviyeti verme gâyesi güden evlenmeyi bu önemine binaen, Kur’ân-ı Kerîm Rûm sûresinin 12 inci âyetinde şu meâlde buyurmuştur: “Size nefsinizden, kendileriyle sevinç ve neş’e bulmanız için zevceler yaratmış olması, aranızda sevgi ve esirgeme halk eylemesi Allâh’ın âyetlerindendir. Şüphesiz bunda düşünen kavimler için ib­retler vardır.”

Bu âyet-i kerîme nikâhın, meşrû birleşmenin üstün bir nîmet olduğunu en bâriz tarzda ifade etmektedir. Gayr-i meşrû cinsî münâsebetin, yâni zinâ ve fuhşun, ferde ve cemiyete tevlid ettiği daha birçok fenalıklar nazara alına­cak olursa, âyet-i kerîmenin azameti ve derin mânâsı daha iyi anlaşılır.

Aileyi teşkil eden fertler, mertebelerine göre birtakım haklara mâlik ve vazifelerle mükelleftirler. Cenâb-ı Hak çocukların, ana babaya karşı mükellef oldukları vazifeleri şöyle beyan buyurmuştur:

“Rabbim, ‘Kendinden başkasına kulluk etmeyin, ana babaya iyi muâmele edin’ diye hükmetti. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyar­larsa, onlara of! deme; onları azarlama, onlara güzel ve tatlı söyle, onlara acıyarak tevazu kanadım ger de; Yâ Rab! Onlar beni çocuk iken nasıl terbiye ettilerse, bana nasıl baktılarsa Sen de onları öylece esirge.”?

Cenâb-ı Hak, ana babaya iyi, sevgi ve hürmetle muameleyi, kendisine yapılması gerekli ibâdete yakın olarak emir buyurmaktadır. Bundan da anla­şılmaktadır ki, ana babaya iyi muamele, sevgi ve hürmet, kudsiyeti hâiz iç­timâi, sosyal bir vazifedir.

Çocukların bu mühim vazifelerine karşılık, baba ve ana da çocuklarını ma’ruf veçhile infak ve iâşe ile beraber onları hayât-ı mâneviye ve medeniyeye hazırlamakla mükelleftirler. Çocuklarını terbiye etmeyen ve okutmayan, dînin hükümlerini ve ahlâk esaslarını öğretmeyen baba ve ana mes’uldür. Yâni hesab gününde Cenâb-ı Hak bu çok büyük ve neticeleri pek mahzurlu ihmâlin hesabını böyle ana babadan soracaktır. Hazret-i Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde; “Çocuğun babası üzerindeki hakkı, ona güzel isim vermek ve güzelce terbiye ve ta’lim ile mekârim-i ahlâka teşviktir.” buyurmuşlardır. Bu meâlde daha bâzı hadîsler de vardır.

İslâm’da aile efrâdı arasında sıla ve ihtiyaç zamanında infak mükellefi­yeti, yâni “Nafaka Borcu” da emredilmiş olup bu borç yalnız usûl ve fürûa münhasır olmayıp, amuca, hala, dayı ve teyze gibi akrabâ arasında da câridir. Bunlara “havâşî” denir. Hangi yakınların ne gibi hallerde ve hangi şartlarda na­fakaya müstahak veya nafaka ile mükellef oldukları ve bunların fazlalığı hâlinde, hangisinin daha evvel nafakaya müstehık ve hangisinin infakla mükellef bu­lunduğu müstakil bir kitapla îzah olunabilir. Burada maksadımız, İslâm’da aile efrâdı arasındaki sosyal yardımlaşmanın ne kadar şümullü ve ehemmiyetli olduğuna işâretten ibarettir. Garbde ekserî milletlerin kanunlarında nafaka mükellefiyeti çok dar bir şekilde mütalâa olunmuş ve söz konusu içtimâi yar­dım pek dar tutulmuştur. Filhakika bu mükellefiyet usûl, fürû ile kardeşlere hasredilmiştir. Kardeşlerin infak mükellefiyeti bahsinde de, kardeşin nafaka ile mükellef tutulabilmesi refahta olması şartiyle kabûl olunmuştur. Bundan başka ne kadar zengin olursa olsun, bir şahıs amucasını ve amuca kardeşinin muhtaç çocuklarını infaka mecbur değildir. Usûl, fürû ve kardeş hâricinde kalan diğer hısım akrabada da keyfiyet böyledir.

İslâm’da âile çok ciddî sebep olmadıkça yıkılamaz; kurulmuş ve millet hayâtında temel taşı teşkil etmiş olan ocak söndürülemez. Esas budur. Fakat herhangi bir sebeple karı koca arasında nefret ve düşmanlık vuku’ bularak saâdet ocağı ızdırap ve elem kaynağı hâline gelmiş olabilir. Bu halde birlik hayâtının beka ve devamı taraflar için olduğu gibi cemiyet için de faydasız olur, hattâ zarar tevlid eder. Bu halde boşanmadan başka çâre yoktur, işte, İslâmiyet ancak böyle bir hale gelmiş olan boşanmayı bizzarur, istemeye is­temeye kabûl etmiştir. Lâkin hemen mahkeme kapılarına düşmeden evvel karı koca arasını ıslah için evvelâ hakemlere müracaatı, yâni barıştırılmalarını tavsiye etmektedir. Kur’ân-ı Kerîm bu hususta şöyle buyurmaktadır:

“Karı koca arasında nifak ve şikakdan korkarsanız, barıştırmak için biri kocanın, diğeri kadının âilesinden olmak üzere hakemlere tevdi ediniz; eğer bunlar barıştırmak murad ederlerse, Allâh-u Teâlâ muvaffak kılar.”3

Hakemler barıştırmaya muvaffak olamazlarsa ayrılmaktan başka çâre kalmaz ve ayrılmak iki taraf için hayırlı olur. Birbirinden nefret eden iki irâde sâhibini bir arada tutmak mümkün değildir«.

İslâmiyet, karı kocanın boşanmalarından sonra karının ve çocukların muayyen müddetle infâkı ve çocukların tâlim ve terbiyelerine devam edilmesi hakkında hükümler koyarak, âile nizamını ikmâl etmektedir.

II — CEMİYETİN SALÂH VE SELÂMETİNE DAİR ESASLAR:

İslâmiyet âile nizamı yanında cemiyetin salâh ve selâmeti için şu beş esâsı emreder:

1. Meşveret (istişare),

2. Mes’ûliyet (sorumluluk),

3. Adâlet,

4. Fertler arasında içtimâi yardımlaşma,

5. Uhuvvet (kardeşlik).

1. Meşveret:

Kur’ân-ı Kerîm Al-i îmrân ve Şûrâ sûrelerinde meşveret, yâni işlerde da­nışma, sorup öğrenme, hataya düşmemek için başkalarının fikrini de dinle­meye çok önem vermiştir. O kadar ki, Rasûl-i Ekrem Hazretleri bile bu âyet­lere uyarak muhtâc-ı re’y ve müzâkere olan, yâni hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de hüküm bulunmayan veya bulunup da tefsire muhtaç olan hususlarda ve iş­lerde re’y sâhibi âshâbiyle istişârelerde bulunur ve ümmetine de böyle hare­ket etmelerini emrederlerdi.

İstişâre, fikir müdâvelesiyle hakîkatlerin tecellîsinde ve faydalı istikamet­lere gidilmeyi, yanlış hareketlerden sakınmayı temin etmek bakımından çok mühimdir. Zîrâ akıl akıldan, düşünce düşünceden üstün ve kıymetli olabilir.

2. Mes’ûliyet:

“Küllüküm râin ve küllüküm mes’ûlün, an raiyyetihî...” hadîs-i şerifi mûcebince, her idâre eden Halîfe, Sultan olsa dahi idaresinden ve hareketinden, icrâât ve tasarrufâtından mes’uldür. Sorumluluk olmayan yerde istibdat ve ta­hakküm hükmeder. Her iki esas da İslâmiyette istibdâdın meşrû olmadığını gerektirdiği gibi, açık, meşrû veya ictihad mahsûlü olan hususlarda devlet idâresini, âmme velâyetini elinde bulunduranlara itâat iktiza eder.

Sahîh-i Buhârî’de rivâyet olunduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.v.); “Size Emir tâyin olunan başı (kimseyi) bir kuru üzüm dânesi gibi bir abd-i habeşî olsa dahi meşrû emirlerinde onu dinleyin, ona itâat edin.” tarzında buyurmuştur.

Hulefâ-yi Râşidîn hazretleri vilâyetlere âmil yâni vâli tâyin ettikleri za­man o mahallin halkına, vâliye meşrû emirlerinde itâat etmelerini emrederler­di. Çünkü itâatsizlik anarşiye, devlet nimetinden mahrumiyete ve hattâ fitne ve fesâda ve devamında devletin inhilâline yol açabilir. Hattâ birinci Halîfe Hz. Ebû Bekir Hallte intihap olunması akabinde îrâd ettikleri hutbede; ”... Doğru hareket edersem bana yardım ediniz, kötü ve fena hareket edersem bana doğru yolu gösteriniz. Allah’ı ve Rasûlü’ne itâat ettiğim müddetçe bana itaat edin, onlara isyan edersem (onların yolundan ayrılırsam) bana itâatiniz vacip değildir.” buyurmuşlardır. Filhakika, cemiyetin selâmeti, emniyeti ve binnetice yükselmesi bu veçhile gerçekleşebilir.

3. Adâlet:

Nizâm-ı âlemin yegâne medân (dayanağı) adalettir. Adâlet olmayınca huzur ve sükûn olmaz ve öyle bir devlette beka kalmaz. “Mülkün temeli adâlettir”in mânâsı budur. Kur’ân-ı Kerîm, zihinlerde ve ruhlarda iyice yerleş­mesi, tam mânâsiyle kök salması ve binnetîce o sûretle hareketin ihmâl edil­memesi için, muhtelif zamanlarda inzâl olunan müteaddit âyetlerinde adâleti emretmiştir.

Kısaca adâlet, akıl ve vicdân-ı selimi tatmin eden, insanları birbirine ısın­dıran, yanaştıran ve kardeşleştiren, hattâ dinleri ayrı olsa bile, beşerî münâ­sebetleri normalleştiren, muhtelif kavimler arasındaki çekişmeleri ve harbi önleyen bir mefhumdur ki, üzerinde bunun için ısrar edilir, bunun için titrenir. Adâletin aksi, yâni adâletsizlik zulümdür.

Adâlet mefhumu, fert ve cemiyet hayâtında müsâmahaya müsâit olma­yan, lâubalîliğe ve hoş-görürlüğe mütehammil bulunmayan bir esastır. Meselâ başkasının mal, can, ırz ve şeref masuniyetine hürmet, ahitlere (akit ve muâhede) ve emânetlere sadâkat adâlet, ve aksi hıyânettir. Keza, kanunların ve her çeşit mevzuatın zengin, fakir, kuvvetli, zaif nazara alınmaksızın tatbiki, hâkimlerin hükümlerinde hatır, gönül nazara almaksızın ve hiçbir kimseden korkup çekinmeyerek hak ile hükmeylemesi, büyük ve küçük her memurun üzerine aldığı vazifeleri vakt-i zamânında görmesi bir nevî adâlet ve aksi adâlete hıyânettir. Bunlar birer misâldir, özlü olarak denilebilir ki, her işi lâyık olan hal ve keyfiyette yapmak adalettir.

Adâlet, bir milletin, bir cemiyetin, bir devletin bekası, refah ve inkişâfı için ilk şart olduğundan Rasûl-i Ekrem Efendimiz Hazretleri; “Sizden evvelki ümmetler şu sebeple helâk edildiler ki, onlar içlerinden şeref sâhipleri hırsızlık ettiği vakit onu terkettiler ve cezalandırmadılar. Zayıf hırsızlık ettiği zaman ona cezâ verdiler; Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma (kızım Fâtıma) hırsızlık etse muhakkak onun elini keserim (cezâ tatbik ederim).” buyurmuşlardır.

İslâmiyet’in ilk devirlerinde, nûr-u İslâm’ın bütün dünyâya yayılması, hızla gelişip ülkeleri kuşatması adâlet sâyesinde idi. Adâlet öyle bir esastır ki, yakınlık, hısımlık, dostluk, mevki, hattâ buğuz ve adavet, kin ve düşmanlık onun icrasına mâni olamaz. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:

“Ey iman edenler! Adâleti dikkat ve itinâ ile ayakta tutun; Allah için hü­küm ve şahadet eden insanlar olun; velev ki hüküm ve şahâdet kendinizin veya ana babalarınızın veya yakın hısımlarınızın aleyhine olsun. İster onlar zengin ister fakir bulunsun Allah ikisine de sizden daha yakındır; hakdan inhirafta keyf ve hevânıza uymayın; hakkı söylemekten çekinir veya hakdan yüz çevirirseniz şüphesiz Allah yaptıklarınızı bilir.”6

Diğer bir âyet-i celîle de şu meâldedir:

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun; adâletle hâkimlik ve şâhitlik edenlerden olun; bir kavme olan kin ve düşmanlığınız sizi adâletsizliğe sevketmesin; adâleti icrâ edin ki (âdil olun ki), o, takvâya (kulluğa), Allah korkusuna en yakın olandır.”7

Müslümanlar adalet yaptıkları müddetçe şan ve şevketleri yükselmiş ve adaletten saptıkları, onu terkettikleri zaman bu nimetlerden mahrum kal­mışlardır.

4. İçtimâi muavenet (Sosyal yardımlaşma):

Muâvenet-i içtimâiye, birlikte yaşamanın, yaşayabilmenin şartıdır. Hiçbir fert yalnız başına servet edinmek şöyle dursun, hayat ve maişetini ve varlığı­nın emniyet ve selâmetini temin edemez. Bu sebeple insanlar, cemiyet hâlinde yaşamak zorunda kalmışlardır.

Cemiyette her fert bir ihtiyâcı temin ve biri diğerinin noksanını ikmâl eder, Bundan birçok münâsebât-ı hukûkiye meydana gelir. Bu münâsebetlerin selâ­metle cereyânı, cemiyetin himâyesiyle korunur. Bu halde iktisab olunan mal ve servet cemiyetin ve cemiyeti teşkil eden fertlerin mesâileriyle mümkün olur ve vücûda gelir. Binâenaleyh, yoksulluğa düşenlere yardım, ma’ruf mânâda bir sadaka değil, sosyal bir yardım vazifesidir. Bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak, farz, vâcib ve müstehab olarak yardım emir ve tavsiyelerinde bulunmuştur.

Bunların başta geleni ZEKÂT tır. Zekâta dair müteaddit âyât-ı kerîme mevcuttur. Müslümanlarca zekât hakkındaki emirler malûm olduğundan, bu âyet-i celîleleri burada nakletmeyecek, yalnız şu hadîs-i şerifleri zikir ile ik­tifa edeceğiz: İmâm-ı Tirmizî ve Hâkim’in Ebû Hüreyre’den naklettikleri bir hadîs-i şerifte Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:

“Malının zekâtını ödediğin zaman, üzerinde olan zekât borcunu ödemiş olursun.”

İbn-i Hüzeyme ve Hâkim’in Hz. Câbir’den rivayet eyledikleri diğer bir hadîs-i şerifte de şöyle buyurulur:

“Malının zekâtını ödediğin vakit malının şerrini gidermiş olursun.”

Mal ve evlât dâimâ hayır değildir. Cenâb-ı Allah sadaka ve hayırdan uzaklaştırılmış malı, faziletsiz ve hayırsız evlâdı fitne olarak vasıflandırmışlar. Hayatta hayırlı olan şey, sâlih ameldir, iyi işlerdir.

Bu hakikatler mü’minin kalbinde yerleşir ve îmân-ı tam ile îman edilirse, gayr-i meşrû kazanç peşinde koşulmaz ve meşrû yoldan kazanılan malların zekâtı ödenirse, şerri giderilir8. Hayâtın nasıl gelip geçtiğini ve üzerine cim­rilikle abanılıp yığılan malların âkıbetinin ne olduğunu îzâha lüzum görmüyorum. Hayattan ders almış, târih okumuş, içtimâi vakıaları ibretle takibetmiş idrâk sâhiblerinin ibret alacağı sayısız misâlleri vardır.

İçtimâi yardım, yalnız zekâta münhasır değildir. Her türlü iyilik ve yar­dıma şâmildir. Kur’ân-ı Kerîm’de Bakara Sûresinin 177 nci âyetinde; “Namaz­da yüzlerinizi doğu ve batıya çevirmeniz, iyilik ve tâat değildir. İyilik ve tâat, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere îman, malını, sev­gisine rağmen yakınlara, yoksullara, yolda kalan misâfirlere, sâillere, köle ve esirleri kurtarmağa sarfetmektir.” meâlinde olan nazm-ı celil ile, Âl-i îmrân Sûresinin 92 nci âyetinde; “Siz sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar iyilik ve tâatde bulunmuş olmazsınız; her ne infak ederseniz muhakkak Allah bilir.” meâlinde olan âyet-i kerîme muâvenet-i içtimaiyenin ehemmiyetine ve yalnız zekâta münhasır olmadığına sarâhatle işâret etmektedir.

İçtimâi muavenet, mü’minler arasındaki uhuvveti muhâfaza ve takviye ve zenginler ile fakirler ve muhtaçlar arasında vukuu muhtemel düşmanlığı izâle etmek bakımından çok mühimdir.

5. Uhuvvet-i dînîye:

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de, “Mü’minler kardeştir” meâlinde olan âyet-i celîle ile, mü’minleri kardeş gibi birbirini sevmeye ve birbirine yardım etmeye teşvik buyurmuştur. Mü’minler, ırkları, lisanları, renkleri ne olursa olsun ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar kardeşçe yaşayacaklar, biri diğeri­nin mal, can, ırz ve şerefine taarruz ve tecâvüz etmeyecektir. Ancak her fert kendi başına bırakılırsa, yaradılışlarındaki ayrılık icâbı bu maksat hâsıl ol­maz, terhîbî ve zecrî teşrî’e ihtiyaç vardır.

İşte İslâm şeriatı (İslâmî mevzûat) bu sebebe binâen ağır ve hafif cürüm ve kabahatler için cezâlar tertip ve tâyin etmiş ve vukuundan evvel bunlara mâni olmak için nasihat ve mev’ızalarla berâber, mü’minleri iyilikle emir ve kötülükten men’ vazifesiyle mükellef kılmıştır ki, bu, umûmî murâkabe mahi­yetindedir.

Al-i İmrân Sûresinin 104 üncü âyetinde; “Sizden öyle bir cemâat bulun­sun ki, hayra davet ve iyiliği emir, kötülükten men’ etsinler; işte bunlar se­lâmete erişenlerdir.” ve bu sûrenin 114 üncü âyetinde; “Allâh’a ve âhirete îman edenler iyiliği emreder ve hayır işlerine koşuşurlar; işte bunlar sâlihlerdendir.” meâllerinde olan âyet-i kerîmelerle, Ebû Dâvud, Tirmizî ve Nesâî’nin rivâyet eyledikleri; “Halk, zâlimi görüp de men’ etmezlerse Allah azâbını umûmîleştirir.” meâlinde olan hadîs-i şerîf bu esâsın ifâdesidir.

Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker’e dâir daha bâzı âyet ve hadîs­ler vardır.

Bu yazı ile İslâm Dîni’nin cemiyetin ıslâhına taallûk eden esasları en kı­sa şekilde kayıt ve îzah etmiş bulunuyoruz; bunlar öyle esaslardır ki, itâat olunduğu ve riâyet edildiği zaman bir cemiyeti behemahal bahtiyarlığa ve saâdete kavuşturur.

(1) Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Md. 35 de de âile milletin temeli addedilmiştir.

(2) İsrâ Sûresi, âyet: 23.

(3) Nisâ sûresi, âyet: 34.

(4) Boşanma, âdil sebeblerle olacaktır. Sırf kıskançlık, fakr-u zarûret, başkalarına me­yil, âilenin yüklediği cazîfelerden kurtulmak ilh. gibi sebeblerle yuva, âile ocağı yıkmalara, karsı İslâm dîninin ikinci önemli ve kutsi kaynağı olan hadisler mevcut­tur. Bir tânesini zikretmek kâfidir: "Allah’ın en çok buğzettiği helâl şey boşanmadır”. "Boşanma sırasında gök titrer”, meâlindede bir hadîs mevcuttur.

(5) Yâni Kur’ân-ı Kerîm’dekl esaslara uyduğum takdirde. Zîrâ İslâmî prensiplerle idâre edilen devletlerde Anayasa Kur’ân-ı Kerim’dir. Allâh’ın, beşer zekâ, akıl ve rûhuna da aykırı olmayan esaslarıdır.

(6) Nisâ sûresi, âyet: 135.

(7) Mâide sûresi, ayet: 8.

(8) Mal çalınmak, gasb edilmek, soyulmak, based mevzûu olmak, sefâhatde tükenmek, hastahânelerde ilâç ve doktor parası olarak sarf edilmek ilh., gibi şerlerden masûn kalır.