Makale

Tarih Boyunca Müslümanlarda İslami Kimliklerini Koruma Gayretleri


Doç. Dr. İbrahim SARIÇAM/Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Öğr. Ü.

Tarih Boyunca Müslümanlarda İslami Kimliklerini Koruma Gayretleri

İslâm’ın doğusundan itibaren bu dinin mensupları nerede, hangi ortamda ve hangi statüde bulunursa bulunsunlar, İslâmî kimliklerini muhafazaya titizlikle özen göstermişlerdir. Çeşitli dozlarda işkenceler, maddî ve manevî sıkıntılar; ailesinden, doğup büyüdüğü yerden ve müslüman kardeşlerinden uzakta kalmak... gibi sebepler müslümanları bu konuda yılgınlığa sevk etmemiştir. İlk Müslümanların canlarından, mallarından, yerlerinden ve yurtlarından olma pahasına da olsa İslam’a gösterdikleri sadâkat ve bağlılık daha sonraki müslümanlar için essiz bir numune teşkil etmiştir. Bu durum halen devam etmektedir ve gelecekte de devam edecektir. Çünkü İslam hak dindir. İslâm Tarihin’de konu ile ilgili pek çok örnek bulmak mümkündür, ilk müslümanlar arasında yer alan ve hatta dördüncü veya besinci olarak islamiyeti kabul ettiği söylenen Ebu Zer el-Gı- fârî (0. 32/653), Mekke’ye gelip müslüman olduktan birkaç gün sonra Hz. Peygamber tarafından kabilesini İslam’a davet etmek üzere gönderilir ve çağrılmadıkça Mekke’ye gelmemesi söylenir. 0, Uhud (3/625) veya Hendek (5/627) gazvesinden sonra Medine’ye hicretine dek kabilesi arasında kalır. İslâm’a girişinden Medine’ye hicretine kadar on yıldan fazla bir zaman geçer. Ebu Zer bu zaman zarfında kabilesi arasında islâmi kimliğini koruduğu gibi, buna ilaveten gayretleri sonucunda kabilesi mensuplarının yarısının İslam’a dahil olmalarını sağlar(1).
Mekke’de Müslümanlara yapılan işkencelerin artması üzerine onlardan büyük bir topluluk, idarecilerinin ve halkının Hı- ristiyanlardan oluştuğu Habeşistan’a hicret ettiler. Bu müs- lümanlardan bir kısmı Hayber’in fethi (7/628) gibi geç bir döneme kadar bu ülkede kaldılar. Bu muhacirlerden, Ümmü Habibe’nin tanassur edip daha sonra ölen kocası Ubeydullah b. Cahş dışındaki müslümanlar burada kaldıkları on yıl gibi uzun bir müddet zarfında İslâmî kimliklerini muhafaza ettiler, ora halkı içinde erimediler. Ayrıca pek çok Habeslinin de İslâm’a girmelerine vesile oldular.
Daha sonraki dönemlerde fetihlerle birlikte dünyanın çeşitli bölgelerine dağılan müslümanlar, fethedilen ülkelerde kimliklerini koruma yanında İslâm’ı yayma ve fethedilen topraklarda İslâm’ın kökleşmesini sağlama gibi çok önemli bir görevi yerine getirmişlerdir. Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, Kıbrıs, Girit, Sicilya ve Endülüs gibi Müslümanların fethettiği bölgelerde bulunan Hıristiyan halk İslâm’a girmeye zorlanmamış, genellikle İslâm devletine yıllık vergi (cizye) ödemeleri suretiyle dinlerinde kalmakta serbest bırakılmışlardır. Su kadar var ki bu bölgeler Hıristiyan hakimiyetinden çıkarılarak Müslümanların hakimiyetine geçmiş, bu bölgelerde yasayan Hıristiyan halkın büyük çoğunluğu, tedrîcî olarak İslamiyet’i kabul etmiştir.
Endülüs, Müslümanların dine bağlılığının en yüksek olduğu İslâm devletlerinden birisi olarak dikkati çeker. Müslümanlar 92/711 yılında bu ülkeye girdiklerinde sayıları yerli halka nisbeten çok azdı. Müslüman nüfusun azlığı karsısında Emevî devletinin bazı idarecileri Müslümanların Hıristiyan çoğunluk içinde eriyebilece- ğinden endişe bile etmişlerdi.
Hatta Ömer b. Abdulâziz bir ara müslümanları Endülüs’ten tamamen geri çekmeyi bile düşünmüştü. Bu sırada Müslümanların fetih maksadıyla Endülüs’e geçişi üzerinden henüz on yıl geçmemişti.
Daha sonra bu endişenin yersiz olduğu anlaşıldı. Müslüman fatihler Endülüs’te İslâm’a sadakatle bağlanmak suretiyle Hıristiyan çoğunluk içerisinde asimile olmadıkları gibi burada İslâm’ın yayılmasına ve kökleşmesine de vesile oldular. Müslümanlar, fethettikleri her yerde yaptıkları gibi, daha ilk günlerden itibaren camiler inşa ettiler; Anadolu’da her şehrin büyük camiine ulu cami, merkez cami dendiği gibi, Endülüs’te de aşağı yukarı bu anlamda Mescidu’l-Kebir veya el-Mescidu’l-Cami adı verildi. Camilerin yanında, dinî bilgilerin ve Kur’an-ı Kerim’in öğretildiği okullar açtılar. Dinî vecibelerin, namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerin edasında titiz davrandılar. Onlar İslâm’ı yasamasalardı, İslâmî kurumlan oluşturmasalar- dı ve ona sımsıkı sarılmasalardı ne İslâmî kimliklerini muhafaza edebilirler ve nede yeterli halk kitlelerinden önemli bir kitlenin İslâm’a girmesinde etkili olabilirlerdi.
Burada, Endülüs’ün Müslümanların elinden İspanyolların hakimiyetine geçişinden sonra İspanyol hakimiyetinde yaşamak zorunda kalan Müslümanların İslâmî kimliklerini korumak hususunda gösterdikleri gayrete temas etmek istiyoruz. On birinci yüzyıldan başlayarak gitgide gelişen, Endülüs’ü müslümanlardan geri alma hareketi 1492 yılında Gırnata’nın düşmesi ile fiilen tamamlanmış oldu. Bundan sonra Müslümanların bir kısmı diğer müslüman ülkelere göç ederken, yüz binlerce, hatta milyona varan büyük bir müslüman kitle, dinlerine, can ve mallarına dokunulmayacağına dair Hıristiyanların söz vermesi üzerine Endülüs’te kalmayı tercih ettiler. Ancak İspanyol hükümeti verdiği sözü tutmadı ve 1497 yılından itibaren hakimiyeti altındaki müslümanları Hıristiyanlaştırmak için faaliyete girişti. Müslümanlar ya ülkeyi terk etmek ya da Hıristiyanlığa girmekle karşı karsıya bırakıldılar. Sürgün şartları çok ağır olduğu için müslümanlar, çok az bir kısmı hariç, sürgünü göze alamadılar ve çaresiz yerlerinde kaldılar. Bunun üzerine Hıristiyanlar onların Hıristiyan olmaya razı olduklarını sanarak, müslümanları vaftiz ettiler. Buna göre artık İspanya’da resmen müslüman yoktu. Yeni Hıristiyanlar (Moriskolar) vardı. Hıristiyanlaşma faaliyetine karsı çıkan müslümanlar şiddetli bir şekilde cezalandırıldılar. Müslümanların İslâm dini ve kültürüyle irtibatını koparmak için Kur’an nüshaları ve Arapça kitaplar toplanarak meydanlarda halkın gözleri önünde yakıldı. Camiler, mescidler ve İslâmî usullere göre kesim yapan mezbahalar kapatıldı. Çocuklara müslüman isimlerin verilmesi yasaklandı. Kadınların tesettüre riayeti, çocukların sünnet edilmesi ve hatta gusül abdesti almak bile yasaklandı. Arapça konuşma, Arapça kitaplar bulundurmak, Allah ve Muhammed lafızlarını kullanmak, Cenazeleri İslâmî kurallara göre defnetmek, Ramazan orucunu tutmak yasaklandı. Kısaca zorla Hıristiyan yapılmak istenen bu kitle, İslâmî kimliklerinden uzaklaştırılarak Hıristiyanlığa zorlandılar.
Burada esas vurgulamak istediğimiz husus, zor kullanılarak ve zecri tedbirler uygulayarak İslâm’dan uzaklaştırılmak istenen bu kitlenin İslâm’ı ne pahasına olursa olsun yasamak ve müslüman kalmak için göstermiş olduğu çaba ve faaliyettir. Bu insanlar dışarı çıktıklarında görünüşte Hıristiyan gibi davranıyorlar, ancak evlerinin içinde İslâm’ı yasamaya çalışıyorlardı. Evlerinde bile takip edildikleri ve Engizisyon mahkemelerinde yargılandıkları halde gizlice Kur’an okuyorlar, törenle Hıristiyan ismi verilen çocuklarına eve gelince müslüman ismi de veriyorlar, oruçlarını tutuyorlar, cemaatle evlerde namaz kılıyorlar, camiler kapatıldığı için Cuma günleri gizlice bir araya gelmeye çalışıyorlar, İslâmî gün ve bayramları kutlamaya gayret ediyorlar, cenaze namazlarını geceleyin gizlice evlerde kılıyorlardı.
Bu şekilde aradan birkaç nesil ve bir asırdan fazla zaman geçti. Bu süre zarfında İslâm’da direnenlerden yakılanlar, çeşitli işkencelerle öldürülenler oldu. Engizisyon mahkemelerinde yargılananlar ve çeşitli cezalara çarptırılanlar oldu. Hıristiyan idareciler, her türlü gayret, çaba ve zorlamaya rağmen onların bir türlü İslâm’ı terk edip Hıristiyanlığı hazme- demeyeceklerine kanaat getirdiler. 1 609 yılında büyük bir sürgün gerçekleştirildi. 16091614 yılları arasında Müslümanların hemen hemen tamamı Endülüs’ten uzaklaştırıldı. (2)
Endülüs Müslümanlarının maruz kaldığı bu durum, ister istemez, 1993-1995 yılları arasında Bosna-Hersek’te Müslümanların maruz kaldığı durumu hatırlatmaktadır. Bosna- Hersek’te Müslümanların maruz kaldığı durum, Endülüs Müslümanlarınınkinden daha az dehşet verici değildir. Endülüs’te tek-tük tecavüz olayları olurken Bosna-Hersek’te yirmi binden fazla müslüman kadın tecavüze uğradı, on binlerce çocuk öldürüldü, cami, mescid ve tekkeler yıkıldı. Müslüman Bosna-Hersekliler canını verdi, ama dininden vazgeçmedi.
Burada sözü, günümüzde doğup büyüdüğü ve yetiştiği yerden ayrılarak yabancı ülkelere çalışmak maksadıyla giden isçi kardeşlerimizin oralarda İslâmî kimliklerini koruma gayretlerine getirmek ve sadece İslâm Dini’nin bütün mesuplarını kucaklayan camilerin açılmasına verdikleri öneme işaret etmek istiyoruz. Genellikle köyünde kazandığı dînî kültürle yabancı ülkelere giden isçilerimiz, başlangıçta evlerinde, isçi yurtlarında İslâmî kimliklerini korumaya çalıştılar. Daha sonra İslâm’ı yasamada ve yaşatmada önemli fonksiyonu bulunan cami ve mescidler açmaya başladılar. Başlangıçta kiraladıkları binalarda bunu gerçekleştirdiler. Ancak bu mekanlarda rahat edemediklerini görünce son on yılı aşkındır Avrupa’da arsa satın alarak camii inşa etmeye veya daha yaygın şekilde bina satın alarak camiye tahvil etmeye; buralarda Cuma, bayram ve vakit namazlarını eda etmeye, çocuklarına Kur’an öğretmeye başladılar ve halen bu uygulamaya devam ediyorlar. Bu mekanlar rahatlıkla onların dinî havayı teneffüs etmelerine imkan sağlamaktadır. Bugün yurt- dışında bulunan kardeşlerimiz bir mesken alıp oturanlar az da olsa mevcut olmakla birlikte genellikle kiralık evlerde oturmaktadırlar. Cami satın almadaki gibi kendilerine bir ev satın almaya karşı hırslı davranmamaktadırlar. Fakat hemen tamamına yakını, mülkiyeti cemiyetlere ait bir camileri olmasını şiddetle arzu etmekte ve bunun gerçekleşmesi için de canla başla çalışmaktadırlar. Yani kardeşlerimiz camilerine kendi evlerinden daha fazla önem veriyorlar. Çünkü İslâmî kimliği korumanın başlıca yolunun bu olduğunun bilincindedirler. Tıpkı Anadolu’nun İslamlaşmasında ecdadımızın yaptığı gibi. Nitekim onlar Anadolu’ya ayak bastıktan kısa süre sonra camiler ve medreseler inşa etmeye başladılar. XII ve XIII yüzyıllarda Anadolu’da inşa edilen camiler bugün bile ayaktadır. Ve halen de fonksiyonunu icra etmektedir. Erzurum Ulu Camii, Sivas Ulu Camii, Kayseri Hunat Camii, Ankara Arslanhane Camii ve Konya Alaaddin Camii, bunlardan bazılarıdır. Ancak o dönemden zamanımıza kalan ev bulmak zordur. Bu da gösteriyor ki, ecdadımız da ibadethanelere kendi evlerinden daha fazla önem vermişlerdir. Bu gün bile Anadolu insanı camisine evinden daha fazla özenmektedir. Mehmet Akif Ersoy istiklal Marşımızda “Değmesin mabedimin göğsüne nâmahrem eli” diyerek ibadethanelerimizin üzerine titremektedir.

(1) Abdullah Aydınlı, “Ebu Zer el-Gı- fârî", DİA, X, 266-269.
(2) Endülüs’te Müslümanların karşı laştıkları güçlükler için Mehmet Özdemir tarafından yazılan ve önümüzdeki aylarda T. Diyanet Vakfı tarafından basılacak olan “Endülüs Müslümanları II”, adlı kitaba bakılabilir. Ülkemizde yeti sen bir Endülüs uzmanı tarafın dan kaleme alınan ve Endülüs Is lâm kültür ve medeniyetini büylesi geniş kapsamlı olarak ele alan bir kitapla Türk okuyucusunun ilk de fa karşılaşacağını söyleyebiliriz.