Makale

MUHACİRLERİN MEDİNE’YE İNTİBAKININ PSİKO-SOSYO-EKONOMİK PROBLEMLERİ VE ÇÖZÜMLERİ

MUHACİRLERİN MEDİNE’YE İNTİBAKININ
PSİKO-SOSYO-EKONOMİK PROBLEMLERİ VE ÇÖZÜMLERİ

DOÇ. DR. İZZET ER

1949’da Aybastı’da (ORDU) doğdu. Tokat İmam-Hatip Lisesi (1969), İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü (1973) ve İstanbul Üniver­sitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünü (1975) bitirdi. Bir müddet Beyoğlu Müftülüğünde çalıştı. 1977’ de Samsun Yüksek İslâm Enstitüsüne asistan tayin edildi. Bu enstitünün On Dokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne dönüşmesinden sonra 1984’ te Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne, naklen atandı ve orada Doktor unvanını aldı. Halen aynı fakültede Din Sosyolojisi doçentidir.

GİRİŞ

İslâmî kültüre yeni ve müsait çevre arayışları Akabe biatları ile neticesini vermiş, Müslümanlık Medine’de her geçen gün yayıl­maya başlamış, arkasından Mekke’deki Müslümanlar büyüklü kü­çüklü gruplar halinde yeni çevrelerine katılmışlardı. 12 Rebiülevvel 622’ de Peygamber’in hicretiyle üç aydır devam eden hicret o an için tamamlanmıştı. Müslümanlar birer ikişer veya gruplar halinde Ensar’ın evlerinde barınmaya başlamışlardı; Ensar ailelerinin bir ferdi gibi onların yiyecek ve içeceklerine iştirak ediyor, aynı evde barınıyorlardı. Hem muhacirler hem Ensar için yeni, yepyeni bir hayat başlamıştı. Bu hep böyle mi devam edecekti? Ensar, Mekkeli Müslüman kardeşlerine yardımcı olacaklarına, onları koruyacakları­na, düşmanlarını düşman bileceklerine İkinci Akabe biatında söz vermişlerdi; gerçekten vaatlerini yerine getiriyorlardı. Hakikaten Ensar için faziletli ve hayırlı bir çabaydı bu.

Muhacirler açısından da acaba durum böyle miydi? Onlar hep Ensar kardeşlerinin yardımlarına mı bakacaklardı? Daima bu Medineli Müslümanların evlerinde mi kalacaklardı? Kendilerinin ancak bir aile yuvası olmayacak mıydı? Hiçbir şey yapmaksızın başkası tarafından kazanılmış şeylere ortak olmak bir gün, iki gün, üç gün normal olabilirdi, ama bir ay, iki ay, beş ay, bir sene böyle devam edebilir miydi? Muhacirlerin önemli bir kısmı Mekke’de ka­bilelerinin önde gelen kişileriydi, şeref ve haysiyetlerine değer ve­ren insanlardı, onlar için başkasının eline bakmak onur kırıcı olmaz mıydı? Üstelik sınırlı ölçüde arazi ve hurmalıkları olan ve Me­dine iktisadiyatında fazla yerleri olmayan Ensar bu vaziyete ne ka­dar dayanabilecekti? İçlerinde bir kaç aile müstesna, zengin değil­lerdi. Öyleyse, 186 muhacirin aynı gelir ve imkânlara ortak olması refahtan pay almak değil, aksine sefaletten pay almak olmayacak mıydı? Ayrıca Medine verimli arazi ve hurmalıklarıyla bir ziraat memleketiydi. Mekke’deyken ticaret yaparak hayatım kazanan Müslümanlar hemen hemen hiç çiftçilik yapmamışlardı. Bütün bunların yanında, Medine’de mevcut sosyal gruplardan müşrik Araplar ve Yahudiler tarafından da hüsnü kabulle karşılanmamışlardı.

Çizilen bu tablo ve yukarıda zikrettiğimiz sorular, muhacirler için Medine’ye intibakın hiç de kolay olmadığını, oldukça problem­li bir sosyal intibak (1) süresi geçireceklerini göstermektedir. O gün Araplar arasında pek bilinmeyen “İslami-dinî cemaatleşme” nin temellerinin de hicrî birinci yılda atılmış olması, bizi böyle bir za­man boyutu içinde muhacirlerin karşılaştığı problemleri ve çözüm­lerini tespit ve araştırmaya sevk etmiştir. İncelemede tarihî müşa­hede metodu kullanılmış olup İslâm tarihinde sözü edilen konunun ele alındığı bölümler çeşitli kaynaklardan taranmış, önce kaynaklar arasındaki boşluklar birbirleriyle tamamlanmaya çalışılmış, bilahare geri kalan hususlarda, evvelce kaynaklarda serdedilen açıklama­lar bütünü dikkate alınarak yeni değerlendirme ve yorumlar yapıl­mıştır. Bu yorum ve değerlendirmelerin günümüzde aynı meseleleri inceleyen sosyolojik eserlerin tespitleriyle desteklenmesi ihmal edil­memiştir.

I — İNTİBAK PROBLEMLERİ

Sosyolojik açıdan ele alındığında, muhacirlerin, hicretin birin­ci yılında Medine’ye intibak sürecindeki problemlerini genelde şu kategorilerde incelemek mümkündür: A) Tabiî çevre ve iklimden kaynaklanan problemler, B) Psikososyal problemler, C) Sosyo­ekonomik problemler.

A) TABİİ ÇEVRE ve İKLİMDEN KAYNAKLANAN PROBLEMLER

Medine Mekke’nin 500 km kuzeyinde olup tabiî-coğrafi şartlar bakımından ondan oldukça farklı idi. Ziraata, özellikle hurma zi­raatına uygun 20 km2’ lik bir vaha durumundaydı (2). Hicaz ovala­rının yıllık sıcaklık ortalamasına göre 10-15° daha az bir hararete sahipti (3). Mekke daha güneyde olup oldukça sıcak ve sert bir ik­limi vardı. Kur’an’ın ifadesiyle “ekin çıkmayan” (4) kuru bir ikli­me malikti. Hayatının büyük bir kısmını sıcak ve sert bir iklimde geçiren, ona alışan insanların biraz daha yumuşak ve nispeten sulu bir vahada yaşarlarken intibaksızlık geçireceği tabiî idi. Günümüz­de aynı iklim bölgesinde yaşayan insanların mevsim değişmelerine intibakta güçlük çektikleri düşünülürse, çok sıcak ve sert çöl ikli­minde, kayalık bir vahada hayatını sürdürenlerin daha az sıcaklık­taki sulu vahalarda ömrünü sürdürmesi halinde, hava ve iklim şart­larından etkilenmesi kaçınılmazdı.

Nitekim bu yeni iklim şartları muhacirlere uygun gelmemişti ve hastalanmışlardı. İbn Hişam ve İbn Kesîr bu hastalığın sıtma ol­duğundan söz ederler (5). İslâm tarihi kaynakları hastalananlar ara­sında Hz. Ebû Bekr, Âmir b. Füheyre, Bilâl-i Habeşî ve Sa’d b. Ebî Vakkas’ın isimlerini zikrederlerse de, bu miktarın daha fazla olma­sı muhtemeldir. Zira muhacirlerin hastalık sebebiyle ayakta dura­maz oldukları ve namazlarını oturarak kıldıkları, Peygamberimizin, şevkleri kırılmaması, ümitsizliğe kapılmamaları, Medine’yi sevmeyip Mekke’ye dönmek istememeleri için Allah’a dua ettiğini ve “Bi­liniz ki, oturarak namaz kılanların sevabı, ayakta namaz kılanların sevabının yarısıdır” diye onları hastalıklara karşı mukavemete teş­viki sözü edilen sayının sadece mezkûr dört kişiden ibaret olmadı­ğını bize göstermektedir.

Kaynaklarımız bu problemin halli için Peygamberimizin duası ve muhacirleri mukavemete davet edişinin dışında bir usulden söz etmemektedirler.

B) PSÎKO-SOSYAL PROBLEMLER

Bu kategoride ele alınan problemler muhacirlerin Medine’de içinde bulundukları şartlardan kaynaklanan meseleler olup genel ola­rak iki grupta incelenecektir.

1) Can Güvenliği Endişesi

Bilindiği gibi, muhacirler nüfus itibariyle 186 kişiydi; 1500 kadar Medineli Müslümanın yanında bazen birer bazen ikişer-üçer bazen da, Küba’dakiler gibi (6), grup halinde bir yerde kalıyorlardı. O gün için Medine’nin nüfusu 10.000 idi. Hamdullah’ın beyanına göre, 1500 Müslümanın dışında kalanların büyük bir kısmı Medineli müşrik Araplar ve Yahudilerdi (7). Evs ve Hazrec kabilelerinden olan 1500 Müslüman arasında, 2-3 yıldır Müslüman olmalarına rağmen tam bir sosyal entegrasyon meydana gelememişti. Bu sebeple Aka­be biatlarında vadettikleri, düşmanlarına karşı Hz. Muhammed ve arkadaşlarını koruma görevini yerine getirmekte bazı aksaklıklar oluyordu Cahiliye döneminden gelen asabiyetlerinin tesiriyle, aynı dine mensup oldukları halde, hicret öncesinde birbirlerinin arkasın­da namaz kılmaktan hoşlanmıyorlardı (8). Resulullah Küba’ya gel­diğinde, Esad b. Zürare misalinde olduğu gibi, Hazrecliler Evslilerin hudutlarına rahat girip çıkamıyorlardı (9). Hz. Muhammed Kü­ba’da iken Evsli Gülsüm b. Hidm’e misafir olduğu zaman, onun mensup olduğu kabile ve boydan olan gençlerin geceleyin Resulullah’ın kaldığı evi taslamaları (10), ilk günlerde muhacirlerin içinde bulunduğu nazik durumun açık göstergesidir. Hz. Ali’nin burada kal­dığı evin sahibi dul bir hanıma her gece gelen kişi sebebiyle endişeye kapılması ve kadını sorguya çekmesi (11) aynı nazik vaziyeti teyit etmektedir. Bazı kaynaklar hadisede Mekke müşriklerinin tahriki üzerinde duruyorlarsa da, ev taşlama hadisesi, o gün için Medineli Müslümanların ya henüz işin başında olduklarından ya da kaynak­ların teferruatını vermediği dâhilî sebepler yüzünden duruma tam hâkim olmadıklarını göstermektedir.

Küba’nın, Mekke müşrikleriyle ikili ticarî antlaşma ve dinî bağ­ları bulunan kabilelere yakın olması (12) ve sözü edilen taşlama ha­disesinden dolayı Peygamberimiz Medine’ye gelmek ister. O ve mu­hacirler kavminin himayesinden mahrum, üstelik hemşerilerine bo­yun eğmeyen kimselerdi. Araplar arasında cari âdete göre, bu gi­biler ancak herhangi bir kabile mensubunun himayesiyle bir yere gidebilir veya girebilirlerdi. Küba’da bulunan Evsli Müslümanların pekâlâ kendisini Medine’ye götürmesi mümkünken, Küba ve Medine arasında Müslüman kabilelerin içinden geçeceği halde, Resulullah’ın dayılarının kabilesi Benî Neccar’a haber gönderip onların silahlanarak gelmeleri ve O’nu Medine’ye götürmeleri (13) hususunda kaynak­lar fazla bilgi vermiyorlar. Bu durum, ya beklenmedik bir hadiseye karşı alınmış bir tedbir veya o günlerdeki nazik durumun devamını gösteren bir vakıa olarak değerlendirilebileceği gibi, Araplar arası asabiyet ve himaye geleneğinin bir icabı olarak da düşünülebilir. Yukarıda bahsi geçen Es’ad b. Zürâre’nin Sa’d b. Hayseme’nin hi­mayesine alınarak can güvenliğinin sağlanması, daha ziyade hima­ye geleneğinden yararlanıldığını gösterir niteliktedir. Din kardeş­liğine dayalı bir tesanüt sistemine geçinceye kadar veya Akabe biatlarıyla Medineli Müslümanların üstlendikleri himaye mükelle­fiyetine geçerlilik kazandırıncaya dek toplumda mevcut ananeler­den yararlanmak, sosyal değişmelerdeki tedrîciliğin gereği olduğu kadar, yeni şartlara uymayan, ama yerine bir yenisi henüz tam anlamıyl yerleştirilememiş bir gelenekten (himaye) istifade etmek, sosyal değişme sebebiyle vücuda gelecek dezentegrasyonları önleyi­ci bir tavırdır (14).

Peygamberimizin ve muhacirlerin can güvenliği endişesinin Me­dine’de bir müddet daha devam ettiğini görüyoruz. Zira Ensar’dan olup Hz. Muhammed’in Medine’ye gelerek şehrin önde gelen kabi­leleri sayılan Evs ve Hazrec’in başkanlığına geçmesini istemeyenler (Abdullah b. Übey gibi) ile henüz iman etmemiş olanların varlığı düşünülürse, kabilesinin himayesinden mahrum kalacağını düşünen veya çeşitli sebeplerle zahiren inanmış görünen kimselerin mevcu­diyeti ve olumsuz tavırları muhacirlerin endişesini artırıyordu. Mek­ke müşriklerinin Medine’deki bu dağınık yapılaşma ve gruplaşmadan haberdar oldukları anlaşılıyor. Zira Hz. Muhammed’e yardımdan vazgeçmeleri için önce Ensar’a, netice alamayınca Abdullah b. Ubey’e ve Evs ile Hazrec kabilelerinden henüz İslâm’a girmemiş olanlara tehdit mektubu yazmışlardır. Sonunculara yazdıkları mektupta Kureyşliler, ya Muhammed’i öldürürsünüz ya da bizim gibi yurdundan kovarsınız, aksi takdirde hepimiz Medine üzerine yürür, sizi öldürür, kadınlarınızı elinizden alırız, diyorlardı. Bu mektup onları çok en­dişelendirmiş olmalı ki, aralarında toplanarak meseleyi müzakere edip Peygamberle çatışmaya niyetlenmişlerdi (15). Vaziyet, hem muhacirler açısından, hem de Ensar açısından vahim sonuçlar doğurabilirdi. Asabiyet duygularına fazlasıyla bağlı bulunan Arapların kısa zamanda bundan vazgeçmeleri mümkün değildi. Ananelerin değişmesi, yerini yeni geleneklerin alması bir iki senelik bir intibak süreci içinde mümkün olamazdı. Onun için bir çatışma ha­linde en fazla kaybı olanlar daha çok muhacirler olurdu. Çünkü Ensar’la tam kaynaşamamışlardı; bir çatışma durumunda Ensar ev­velce verdikleri söze ne derece bağlı kalabilirlerdi? Bu sebeple Hz. Muhammed meseleden haberdar olur olmaz toplantı yerine giderek onları mantıklı olmaya davet etti ve dedi ki:

— “Kureyş’ in sizi tehdidi son haddine vardı, ama onların söy­lediklerine kulak verdiğiniz takdirde) sizin kendinize Müslüman olanlar olmayanlar olarak savaşmak suretiyle) yapmak istediğiniz­den daha fazlasını yapacak değillerdir. Çünkü siz kendi evlât ve kardeşlerinizle çarpışmak istiyorsunuz” (16). Gerçekten Resulullah ve arkadaşları Evs ve Hazrecli Müslümanlar tarafından himaye altına alınmışlardı, muhacirlerle veya Peygamberle savaş, kendi kardeşleriyle savaş demekti. Toplananlar Hz. Muhammed’in bu ika­zı karşısında dağıldılar (17).

Evs ve Hazrec’ten inanmayanların —Müslüman olanların her geçen gün artmasıyla— sayıca azaldıkları görülüyorsa da, gerek bizzat kendileri, gerek diğer müşriklerle ortaklaşa hareketleri, özel­likle muhacirler için bir tehdit ve endişe kaynağı olma karakterlerini koruduklarını gösterir. Meseleye, dinî bağlar ve ikili antlaşma­larla Kureyş’le ittifak halinde olan diğer kabilelerin muhacir ve Ensar’a topyekûn cephe alması, “tek yaydan onları oka tutmala­rı” (18) , Medine’yi silâhsız ne geceleyebilecek ne de sabahlayabile­cek bir yer haline getirmişti. Herkesi korku sarmıştı, dense yeridir. Hatta bir gece Hz. Peygamber bile çok endişelenerek “Keşke asha­bımdan elverişli birisi nöbet tutup bu gece beni korusaydı” demişti. Muhacirler de aynı düşünce ve endişeyi taşıyordu. Nitekim aynı gece bir silâh sesi üzerine Peygamber dışarı çıktığında Sa’d b. Ebı Vakkas’ı görmüş, Sa’d sözü edilen endişe dolayısıyla kendisini ko­rumaya geldiğini belirtmiştir (19). Nöbet tutma Maide suresinin 67. ayeti nazil oluncaya kadar devam etmiştir (21).

Söz konusu endişe ve korku bilâhare ansan da sarmaya baş­layacaktır (21).

2) Ailelerin Parçalanmasından İleri Gelen Sıkıntılar

Hangi yaşta olursa olsun, bir aileye mensup olmak, onun için­de yaşamak insanın mutlaka karşılanması gereken bir ihtiyacıdır. İnsan ancak bir aile yuvası içinde huzur bulur ve sosyal bir varlık olma özelliğini kazanır ve sürdürür. O bakımdan dünyada her ülke, mümkün olan ölçülerde aile bütünlüğünü korumaya gayret eder. Elde olmayan sebeplerle bir aile ortamı bulamayan yahut böyle bir ortamdan sonradan mahrum olanlara çeşitli sosyal hizmetler sunarak sözü edilen mahrumiyeti gidermeye çalışırlar. Muhtelif ne­denlerle aileler arasında parçalanmalar varsa, ilgili ülkelerle anla­şarak onları birleştirmeye çalışırlar. Bu nevi gayretler, bütün top­lumlar tarafından ailenin sosyal hayatın temel birimi kabul edil­diğinin göstergesidir.

Bilindiği üzere muhacirlerin büyük kısmı ailelerini, çocukları­nı, anne ve babalarını, kardeşlerini Mekke’de bırakmak zorunda kal­mışlardı. Hz. Ömer gibi güçlü birkaçı müstesna, diğerlerinin ço­cukları ve aileleriyle hicretlerine müsaade edilmediği gibi, kendileri dahi gizlice göç etmek mecburiyetinde bırakılmışlardı. Yukarıdan beri sıraladığımız problemler karşısında, bir beşer olarak kim aile ortamının verdiği huzur ve desteği aramaz? Onun sıcak ve rahat­latıcı havasını kim teneffüs edip gerginliğini, sıkıntısını gidermek istemez? Muhacirlerin bu nevi durumlarını belirten hiçbir kayda sahip değiliz, ancak böyle şeyler hissetmediklerini düşünmek, insan tabiatından gafil olmak demektir. Yine böyle bir ortamdan mahru­miyet insanda gariplik, yalnızlık duygularının ortaya çıkmasına ve­sile olur. Daha sonra problemlerin hallinde işaret edileceği gibi, kaynakların muhacir Ensar kardeşliğinin sebebine işaret ederken “muhacirlerin gurbet vahşeti ve yalnızlığı hissetmemeleri” (22) şek­linde bir sebepten söz etmeleri, onların gurbet hasreti ve yalnızlığı çektiğinin delili sayılabilir.

Bu cümleden olarak zikredilecek bir husus da, Kureyşlilerin muhacirlerin aile mensuplarının durumundan istifadeye kalkışmaları­nın sıkıntısıydı. Mekkeli müşrikler ellerinden kaçırdıkları Müslümanları geriye döndürmek ve eziyetlerini devam ettirmek için bazen kuvvetli ailevî bağlardan yararlanıyorlardı. Hz. Ömer’le birlik­te hicret etmiş olan Ayyaş’ın durumu böyleydi. Mekke’ye geri dön­mezsen “sevgili annen saçlarını taramayacak, yiyip içmeyecek” diye kandırılıp Medine’den çıkarılmış, daha o civarda iken bağlanarak Mekke’ye götürülmüş ve hapsedilmiştir (23).

Aynı gayeye matufen müşriklerce tatbik edilen usullerden bi­ri de, Müslümanların Mekke’deki mal varlıklarına el konulması, ora­da kalan aile fertlerine uygulanan gayr-i insani muamelelerdi. Ab­dullah b. Cahş’ın yakınlarından Benî Cahş b. Riab’ın evinden çıktığında Ebû Süfyan’ın saldırısına uğraması ve evinin müsadere edi­lerek Amr b. Alkame’ye satılması bahsedilen uygulamalardandı. Hz. Peygamber Abdullah b. Cahş’ın, "cennette sana öyle bir ev vardır” diyerek teskin etmişti (24). Muhacirlerden bazılarının yakınları ve malları da bu nevi uygulamalara konu olmuştu. Mekke’de ailesini koruyabilecek güç ve kuvveti bulunmayan muhacirlerse, her an böy­le bir habere muhatap olmanın beklentisi içindeydi, demek mübalağa olmasa gerektir. Zira bu nevi bir sıkıntı ve endişe, hicretten 8 yıl sonra bile, Resulullah’ın gizli tuttuğu Mekke’yi fetih hazırlıklarının Hatip b. Ebî Belta tarafından bir mektupla Mekke’ye bildirilmesi­nin temel sebebini oluşturmaktadır (25).

Kureyşlilerin, muhacirlerin akrabası ve kocalan müşrik hanımları boşatma tehdidinde bulunmaları, kocalarına bu hususta baskı yapmaları hatta boşatmaları (26), önemli bir üzüntü ve sıkıntı kay­nağı olduğu gibi, ailesi henüz Müslüman olmayanlar da durumla­rının ne olacağı konusunda, Hudeybiye antlaşmasından sonra ayet nazil oluncaya kadar belirsizlik içinde kalmışlar ve sıkıntı çekmişlerdir (27).

C) SOSYOEKONOMİK PROBLEMLER

1) Ensar’ın Sosyoekonomik Durumu

Bir grubun başka bir gruba intibakı, yani göçmenin yeni mem­lekete kabul ediliş tarzı geniş ölçüde o ülkeye girdiği andaki mev­cut şartlarla yakından ilgilidir (28). Bu itibarla meseleye sosyolojik açıdan bakarken Ensarın durumunu ve içinde bulunduğu şartları bilmekte fayda vardır. Sözü edilen durum ve şartların bilinmesi, muhacirlerle ilgili olarak yukarıda sıralanan problemlerin nasıl çö­züme kavuşturulabileceği hususunda da ipuçları verecektir.

Hicret öncesi Medine’nin sosyal yapısı incelendiğinde, Evs ve Hazrec kabileleri her ne kadar şehrin hâkimiyetini ellerinde bulunduruyorlarsa da, Medine iktisadiyatında Yahudilerin sözü geçiyor­du. Ticarî hayatın tek hâkimi olduklarından zengindiler. Faizle borç para verirlerdi. Evs ve Hazrec kabileleri onlardan faizle para al­dıkları ve ödeyemedikleri için ziraata elverişli pek çok arazilerini ve hurmalıklarını Yahudilere kaptırmışlardı. Hicret esnasında elle­rinde ancak kendi hayatlarını geçindirecek kadar arazi ve hurma­lıkları kalmıştı (29). Sa’d b. Ubade, Sa’d b. Muaz, Ammare b. Hazm, Ebû Eyyub el-Ensârî, Harise b. Numan ve Kübalı Gülsüm b. Hidm Ensar’ın sadece bir kaç zengini idi (30).

2) Ensar’ın nezdinde geçici iskân edilme ve barınmanın meydanına getirdiği problemler

Muhacirler gizli göç etmek mecburiyetinde kaldıklarından, ne­leri varsa Mekke’de bırakmışlar, elleri boş veya zengin olanlar yanlarına çok az şey alarak gelmişlerdi (31). Bir kısmı Ensar’dan daha evvel tanıdıkları kimselerin yanında misafir olup onların ek­meğini paylaşmışlardı. Pek tabiî olarak bütün muhacirler aynı du­rumda değildi; Müslüman fakat o güne kadar hiç tanımadıkları aileler yanında kalmak ve onların yiyeceklerine, içeceklerine ortak olmak mecburiyetinde kalmışlardı. Harise b. Numan gibi Ensar zenginleri, muhacirlerden gerekli görülenlere ve muhtaç olanlara verilmesini sağlamak amacıyla ihtiyaç fazlası ev ve arazilerini Pey­gambere teberru olarak veriyor, bu durumda olmayan bazı Ensar’ın “Ya Resulullah, istersen evlerimizi bizden al” talepleri oluyor, on­lara kendileri muhtaç oldukları için Hz. Muhammed, “Evlerinizin hayrını görün” diyordu (32). Gerçekten bu nevi bağışlar neticesi or­taya çıkan arazilerin bugünkü ifadesiyle isme muharrer tapu senetleriyle muhacirlere dağıtıldığını müşahede ediyoruz (33). Bazı Ensar’ın da evlerinin yakınındaki boş arazilere ev inşa etmek üzere bir kısım muhacire arazi verdikleri olmuştur (34). Bekâr ve kimsesiz muhacirlerin iskân problemleri de bir bölümünün Küba’da Sa’d b. Hayseme’nin sonradan "Bekârlar (veya garipler) evi” diye anılan evinde, geri kalanının da Mescid-i Nebi’nin yanındaki “Suffe” bö­lümünde ikamet ettirilerek çözümlenmiştir (35).

Hadiseye o günün şartları ve kabile hayatı atmosferi içinde bakılacak olursa, 186 kişinin bir veya iki kabileye dâhil olması, aşa­ğıda teferruatına inileceği üzere, sosyoekonomik açıdan hiç de iyi durumda bulunmayan 1500 Ensar arasında bir takım sıkıntılara ve­sile olacağı şüphesizdi. Ensar zaten kendilerine yetecek miktarda­ki imkânlarına onları ortak ediyorlardı ki bu, günümüzün iktisadi yaklaşımıyla, fert başına isabet eden hasılanın asgari 1/7 oranın­da azalması demekti. İlk günlerde durum böyleydi ve rahat görü­nür gibi idi. Ancak zamanla Kureyşlilerle dinî ve ikili ticarî antlaş­malarla sağlanan ilişkileri sebebiyle bütün Arap kabilelerinin Ensar’a ve Medine’ye karşı tavır almaları (36), hatta ekonomik ambargo uygulamaya kalkışmaları (37) Ensar’ın ve daha ziyade muhacirlerin prob­lemlerini (38) büsbütün artırıyordu. Hz. Muhammed bile bundan na­sibini alıyor, bazen günlerce evinde yemek olmuyor; zengin Ensar, özellikle Sa’d b. Ubâde her akşam O’na yemek göndermek durumun­da kalıyordu (39). Bir defasında Hz. Hamza Resulullah’a gelerek bir şeyler istemek zorunda kalmıştı (40). Suffe ehlinin durumu daha da vahimdi ve zengin Ensar’ın sürekli desteğine alınmıştı (41).

Ensar’ın durumu da iç açıcı değildi (42). Bütün bunlara rağmen kendilerinden ziyade muhacirleri düşünüyorlardı (43). Muhacirler Ensar’ın bu çeşit tavırları karşısında hem sıkılıyor, hem de yapacak bir şeyleri olmuyor, çaresizlik içinde sık sık Hz. Peygambere gelerek:

— “Yâ Resulallah, rızıkta, elde edilen kazançta da Ensar’a or­tak olduk; bütün bunlar sebebiyle üzerimize ecir gelmesinden korkarız” (44) diyorlardı. Muhacirler arasında kabilesinin önde gelen kişileri ve o güne kadar ticaretle hayatını kazananları vardı. Bunlar sürekli olarak Ensar aileleri yanında misafir kalmaktan, onlara yük olmaktan hoşlanmıyor, eziklik duyuyor, başkasının eline bak­mayı onurlarına yediremiyor ve ar ediyorlardı. Üstelik bir grubun bir başka gruba intibakı, yani göçmenin yeni bir memlekete kabul ediliş tarzı geniş ölçüde o ülkeye girdiği andaki mevcut şartlarla yakinen ilgili olduğu sosyolojik bir gerçekti. Meseleye bu açıdan bakıldığında muhacirler bu vaziyetin devamı halinde, belki Ensar’la aralarının açılabileceğinden endişe etmiş, o maksatla Resulullah’a gelerek meseleyi sık sık arz etmiş olabilirler. Hz. Muhammed’in her iki tarafa (muhacir ve Ensar) sık sık hayır dua etmesi, Allah’tan onlara acımasını istemesi (45), bilâhare münafık ve Yahudilerin bu durumdan faydalanarak Ensar’la muhacirlerin arasını açmaya ça­lışmaları zikredilen endişeyi doğrulayıcı niteliktedir denilebilir.

II — PROBLEMLERİN ÇÖZÜMÜ: MUHACİR-ENSAR ENTEGRASYONU ve PSİKO-SOSYO-EKONOMİK ANALİZİ

Kültürel yönden birbirine benzer veya yakın olanların daha fazla birbirlerine uyum sağlayabileceği (46) düşünülürse, muhacir ve Ensar’ın ortak kültürel özellikler açısından kaynaşarak Medine’de ayrı bir cemaat oluşturdukları görülür. Muhacirlerin hüsn-ü kabul görüp misafir edilmeleri ve himaye edilmelerinin temelinde aynı zihniyete mensubiyetin bulunduğu açıktır. Ama sosyometrik ince­lemeler, bir cemaat içindeki grupların sosyal istikrar ve entegrasyo­nunu sağlamanın son derece karmaşık bir iş olduğunu, her sosyal hadisenin içinde insan unsurunun bulunduğunu, zihniyetin beşerî önemli saiklerinden birini teşkil ettiğini ve daha başka psikolojik ve ekonomik motiflerle birlikte sosyal davranışın meydana gelme­sini sağladığını göstermektedir (47). Onun için müşterek bir düşünce ve inançla hicret sonrası bir arada bulunan Müslümanların içinde bulundukları sosyal, psikolojik ve ekonomik problemlerin halli, ye­ni İslâm cemaatinin bu iki unsuru arasındaki entegrasyonu daha da geliştirecektir.

Muhacir ve Ensar arasında yapılan “kardeşlik antlaşması” bu yönden değerlendirildiğinde, yukarıda sözü edilen problemlerin halli ve İslâm cemaatinin bütünleşmesini sağlayıcı önemli özellikler ih­tiva ettiği görülür. Kardeşleşmenin yapısı günümüze kadar intikal etmiştir. Entegrasyonu sağlayıcı psiko-sosyo-ekonomik özelliklerinin tespiti amacıyla hadisenin teferruatı üzerinde durmakta fayda var­dır.

Hz. Muhammed, Mescid-i Nebî’nin inşaatı devam ederken as­habının içinde bulunduğu sıkıntıları yakinen görüyor ve hissediyor­du. Bu maksatla Mekkeli ve Medineli bütün aile reislerini topladı ve muhacirlerin problemlerinin çözümü için Ensar’a basit ve etkili yollar teklif ederek onları samimi bir işbirliğine davet etti. Buna göre, Ensar ailelerden her birinin reisi, hiç değilse zengin olanlar, muhacirlerden bir aileyi yanına alacak, iki kardeş gibi birlikte ça­lışıp kazançları bölüşecekler, ölüm halinde taraflardan biri diğe­rine varis olacaklardı; Ensar bu teklifi kabul etti ve kardeşleştirme yapıldı (48). Artık muhacirlerin de Medine’de bir evleri vardı, aynı ailenin bir ferdi olmuşlardı. Kardeşleştirmenin sağladığı psikolojik rahatlık sadece bununla kalmıyor, gariplik ve hasret duyguları da asgariye indiriliyordu. Himaye edilmeye muhtaç yabancı bir insan ile (aynı inançta da olsa), aynı ailenin ferdi olan kişinin himaye şartları ve can güvenliği endişesi arasında elbet fark vardı. Muha­cirler bu yönden de, daha fazla himayeye mazhar olmuştur demek mümkündür. Aynı konuyla ilgili olarak muhacirlerin “gariplik” ve “aile hasreti çekme” gibi ruhî unsurlar açısından da psikolojik ra­hata erdiklerini söylemek kabildir. Bazı muhacirlerin yine muhacirlerle kardeşleştirilmelerini (49) ancak böyle bir yaklaşımla izah edebiliriz.

İlgili eserlerde açık bir izah bulunmamakla beraber, “kardeşleştirme hadisesi ” nde eski bir Arap ananesinden istifade edilmiş intibaı vardır. Pederşahi sisteme dayalı kabile hayatı yaşayan Araplar arasında yaygın geleneğe göre, ailenin reisi, yabancı bir kimse­yi aileye kabul eder, bundan sonra o kişi ailenin diğer fertleri gi­bi genel himayeye mazhar olur (50). Muâhât (kardeşleşme) de, biraz farklı da olsa, böyle kabulün varlığı bizi şaşırtmamalıdır.

Ayrıca kardeşleştirmelerde, ilgililerin evvelce haiz olduğu hay­siyet ve sosyal statüye dikkat edildiği kaynaklarda zikredilir (51). Nitekim Hz. Ebû Bekr’in kardeşi, Medine’nin en muteber ve en muaz­zam şahıslarından olan Harice b. Zeyd’di (52). Hz. Ömer’inki, “ken­disi gibi kabile reisi olan Utban b. Malik’ti (53). Kültür değişmele­rinde önceki unsurların bazen aynen, bazen biraz değiştirilerek alındığı, bazen da tamamen reddedildiği bir vakıadır (54). Resulullah’ın İslâm’ın temel yapısına uygun olan ananeleri devam ettirdiği, uygun olmayanların bazılarının kısmî değişikliklerle İslamileştirilip aldığı İslâm tarihçilerince de kabul edilen bir husustur.

Sözü edilen durumla ilgili olarak muhacir ve Ensar arasında di­nî anlamda oluşturulmaya çalışılan entegrasyonun asabiyet duy­gusuyla takviye edilmek istenmiş olacağını söylemek, hâdiseyi aşırı zorlamak veya mübalağa etmek şeklinde anlaşılmamalıdır. P. Hitti, kardeşlik uygulamasıyla “dinî bağ” üzerine yeni bir ümmet oluş­turulduğunu ve böylelikle kabile bağına (kan bağına) bir darbe in­dirildiğini söylüyorsa da (55), ona o günkü şartlar icabı aynen katılmamız mümkün olamayacaktır. Zira onun görüşü, genelde doğ­ru kabul edilmekle birlikte, hadisenin tarihlerde “kardeşlik antlaş­ması” diye takdimi ve her muhacirin bir Ensar ailesine kabul edil­miş olması, hatta geçici bir süre için de olsa kardeşleşenlerin bir­birlerine mirasçı olabilmesi, meselede Arap kültüründe o gün için mevcut ailevi bağlardan da yararlanılma cihetine gidilmiş olduğu intibaını kuvvetlendirmektedir. Aynı yaklaşımı, bilahare Evs ve Hazrec kabileleri ve Yahudilerle yapılan antlaşma metninde görmek mümkündür. Bunlar başlangıçta binanın yapımı için zarurî olan uygulamalar olup (56) mecburi kültür değişmelerinin “alıştırma vetirelerinde çok tesadüf edilir (57). İbn Haldun’un asabiyetle dini birleştiren toplumların yıkılamayacağı ve sağlam bir sosyal enteg­rasyonu gerçekleştirecekleri ile ilgili görüşünü (58) hatırlamak bu noktada yararlı olabilir.

El-Bidaye sahibinin “muâhât”ın, muhacirler ve Ensar’ın birbir­lerine yakın arkadaş olmaları, kalplerinin daha da ülfet etmeleri için yapıldığını ifade etmesi (59) de, bu entegrasyonun psikolojik yönlerini dile getirme açısından manidardır. Önceki paragraflarda ele alınan psikososyal faktörlerin, muhacirlerin, başka bir muhitte “yabancı”, “azınlık” ve sığıntı” telakkisine kapılmasını, Ensar’ın da böyle bir mülahaza ile onları kendilerinden saymamalarını önleye­rek “dinî temele” dayandırılmak istenen bütünleşmeyi perçinleştir­diğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Aynı maksada binaen olmalıdır ki, muhacirlerin Ensar’a mensup kız ve kadınlar ile evlendiklerini görü­yoruz. Hz. Ebû Bekr, Ömer, Talha, Abdurrahman b. Avf gibi birçok muhacirin bu nevi izdivaçları olduğu bilinmektedir (60).

Muhacir ve Ensar’ın sosyal bütünleştirilmesinde dikkati çeken hususlardan biri de konunun ekonomik yönüydü. Göçmenlerin yeni bir memlekete kabul edilişleri geniş ölçüde girdikleri andaki mev­cut şartlara bağlıdır. Nitekim 1933’te Birleşik Amerika’ya göç eden Avrupalılar, yerli işçi ve meslek erbabının iktisadî refahı için ekse­riya bir tehdit telakki edilmişlerdi (61). Evs ve Hazrec’ten Müslüman olmayan kimseler ile münafıklar ve Yahudiler de muhacirler için aynı şeyi düşünüyorlardı (62). Ensar müşrik akrabaları gibi dü­şünmüyordu. Ama muhacirler daima Ensar’a yük olmak istemiyor­lardı. Kardeşlik antlaşmasıyla Ensar’ın ziraî işletmelerinde birlikte çalışacaklar, kazancı paylaşacaklardı. Lâkin Ensar’ın zirai işletmele­rinin herhangi bir eleman sıkıntısı yoktu. Üstelik böyle devam et­meleri artan nüfus karşısında fazla üretime de imkân vermiyordu. Yeni bir kazanç yolu bulunmalıydı. Bir göçmenin yeni girdiği ülke­de o zaman ihtiyaç duyulan ve önemli kabul edilen bir iş kolunda maharetli ve tecrübeli olması, kendisine büyük bir avantaj sağlar. Göçmenlerle ilgili yoğun araştırmaların yapıldığı Amerika’nın Batı bölgelerine yerleşen İskandinav ve Almanlar ekseriya köylü idiler ve ziraî hünerlerini yeni ülkeye kolayca tatbik ettiler. Onlardan 30-60 yıl önce gelen Doğu Avrupalı göçmenler kumaş ve ayakkabı imalinde yetişmiş kimselerdi ve Doğu sahillerinde gelişen sanayi­lerde bu alanda büyük iktisadî avantajlar elde etmişlerdi (63). Bunun gibi, muhacirler de evvelce geliştirdikleri kabiliyet ve tecrübelerini göstermek istiyorlardı. Hz. Muhammed onların bu yönlerini bildiği için muhacirleri ticaret yapmaya teşvik etti; Mekkeli Müslümanlar böylelikle ticarete başladılar (64). Kaynaklar Hz. Ebû Bekr, Ömer, Osman, Abdurrahman b. Avf’ın ticarî faaliyetlerinden bahseder­ler (64).

Ticaret Ensar’ın pek ilgilenmediği bir iş alanı idi. Çünkü Me­dine ticareti daha çok Yahudilerdeydi (65). O sebeple, muhacirlerin ticarete başlamaları Müslümanların yeni kazançlar getirmesi açısın­dan olduğu kadar, kendilerini sömüren Yahudilere rakip çıkmaları yönünden de Ensar’ı memnun etmiş ve rahatlatmış olmalıdır.

Muhacirler Hz. Muhammed’in tavsiyeleri çerçevesinde helalden kazanmaya gayret ediyor, alışverişte hile yapmıyor, faizden kaçı­nıyor. Ölçüde, tartıda kimseyi aldatmıyorlardı. Bu sebeple müşteri­lerin çoğu Müslümanlara yöneldi, Yahudilere itibar azaldı. Bahsi ge­çen Ensar’la müşterek inanca sahip olma durumu da ilave edilirse, Yahudilerin pek müşteri bulamamaları kaçınılmazdı (66). Mukaddes bir kitaba malik olmaları sebebiyle kendilerini Araplardan üstün görerek onlarla hiçbir zaman kültürel entegrasyona ulaşamamış Yahudiler, aynı sebeple Müslümanlarla bütünleşip kaynaşmadıkları gi­bi, şimdi muhacirlerle iktisadi yönden rakip olmuşlardı. Semhûdî, çeşitli kaynaklara dayanarak muhacirlerle Yahudilerin pazar müca­delelerinden söz eder (67). Nitekim Yahudilerin bundan sonraki ta­vırlarında da sertlik görülecektir, başlangıçta kendileriyle yapılan antlaşmaları açıkça çiğnemeseler bile, gizliden gizliye bozmaya gay­ret edeceklerdir. Bu gizlilik Bedir harbinden sonra aleniyet kazanacak, Medine pazarlarındaki olumsuz tavırları sonucu ilk defa kıs­men sürgün edileceklerdir. Benî Kaynukalıların sürgünü sonrasında Medine pazarlarının büyük bir bölümü muhacirlerin eline geçmiş olacaktır (68). Onun için Yahudiler muhacirlere, dini ileriye dönük amellerine âlet eden çeteler nazariyle bakmışlardır (69).

Muhacirler Medine ticaretinde artık kendilerinden söz edilen bir grup oluşturmuşlardı. Ancak Kureyş’in tehditleri ve Arap kabi­leleri ile ikili antlaşmaları sebebiyle Medine pazarı pek gelişemiyordu. Kureyş, kuzey-güney, doğu-batı istikametinde giden kervanla­rın antlaşmalarla belirtilen evvelki konaklama yerlerine uğramaları ve Medine tarafına yönelmemeleri konusunda ısrar ediyordu. Bir başka ifadeyle, yukarıda da işaret edildiği gibi çeşitli gruplara yap­tığı tehditlerden netice alamayınca, iktisadi ambargo yolunu deni­yordu. Yahudiler ayrıca bu yönden de başlangıçta Müslümanlara kızmışlardı. Hz. Peygamber, gerek Medine’nin emniyeti sınırlarını genişletmek, gerek Kureyş’in sürdüregeldiği iktisadi ambargoyu geçersiz kılmak ve onlara kendi metotlarıyla mukabele etmek için çeşitli seriyeler düzenlemeye başlar. Bu seriyelere sadece muha­cirlerden belirli bir kısmın katılması (70) ile ilgili kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanmıyor. Ama ilk akla gelen şey, Medine zi­raî işletmelerinin ve ticaretinin esas unsurlarını işlerinden alıkoyma­mak ve kazanç (günümüz lisaniyle millî gelir) düşüklüğüne meydan vermemekti. Seriyeler, zaman içinde amacına ulaştı. Artık Kureyşliler Medine sahil yolunu kullanarak Şam’a rahat ticaret kervanı gönderemiyorlardı (71). Lâkin Mekke ticaretsiz yapamazdı; hayatı ona bağlıydı; bazen iki bin deveye ulaşan ticaret kervanı düzenlerler­di (72). Sahil yolunu mecburen terk edip Irak yolunu denedilerse de, Müslümanlar kervanı haber alır almaz yolunu kestiler ve kervana el koydular (73).

Muhacirler en son olarak Bedir harbine sebep olan kervan ha­disesinden sonra Kureyş’e sahil yolunu tamamen kapatmışsa da, onlar Yemenlilerin Medine’ye gelmelerine mani olmayı sürdürecekler­dir. Mekkelilerin bu engelleyici tavırlarıyla ilgili daha sonraki se­nelerde yeni tedbirler alınacak, Kureyş’e destek olmaları için Mek­ke civarındaki kabilelerle antlaşmalar yapılacaktır.

SONUÇ

Günümüze kadar yapılan açıklamalarda Muhacirlerin Medine’ye intibakının psiko-sosyo-ekonomik yönlerine çeşitli kaynaklarda da­ğınık bir şekilde temas edildiğini görüyoruz. Tarihçilerimiz konuları ve çözümleriyle ilgili gelişmeleri, genellikle Hz. Peygamber’in beşer üstü özellikleri ve gücü ile O’nun peygamber kişiliğini inceleyen bir anlayış içinde ele almışlardır. Her ideoloji ve düşünce sistemi gibi dinlerin de, ancak onlara mensup kişilerin beşerî özellikleri, cemaat­leşme şekilleri, cemaatleşmelerinin temelinde bulunan bir takım psiko-sosyo-ekonomik faktörlere göre geliştiğini unutmamak gere­kir. Yani her sosyal hadisenin temelinde insan unsuru vardır, insan­lardan oluşan grupların tâbi olduğu sosyal kanunlar vardır. Allah, “Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, Allah da size yardım eder” (74) ayetiyle dinî gelişme gibi içtimai hadiselerin gerisinde bu insan un­suru ve onu çevreleyen ortamda bir takım psiko-sosyo-ekonomik fak­törlerin bulunduğunu inananlara hatırlatır. Aksi halde, Allah’ın in­sanlara muhtaç olduğu şeklinde gayr-i İslâmî bir anlayışa varılmış olur.

Onun için hicretin birinci yılında muhacirler Medine’ye göç et­mekle hemen Ensar’la kardeş olmuş yeni “İslam cemaatini” oluştur­muş değildir. Âdeta Allah, muhacirleri mecburi hicret ve iskâna ta­bi tutarak yeni bir medeniyet ve düşüncenin insan eliyle nasıl gerçekleştirilebileceğinin sosyolojik esaslarını ve cemaatleşmenin şartla­rını, kısaca sünnetullahı Müslümanlara yaşatmıştır. Bugün de ben­zer bir gelişme söz konusu olursa, onu hazırlayan psiko-sosyo-ekonomik unsurlara dikkat etmek gerektiğini sonraki nesillere göstermiş; aksi halde hiçbir şey yapmayıp, her şeyi Allah’tan beklemenin neticeye müessir olamayacağı inancını Müslümanlara fiilî tezahür­leri ile açıklamıştır.

DİPNOTLAR

(1) Maciver, R.M., Page, Charles H., Cemiyet, c. I, Çev.; Âmiran Kurtkan, İstanbul, 1971, s. 210.

(2) Hitti, P.K., Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, c. I, Çev.: Salih Tuğ, İstan­bul, 1980, s. 36, 150.

(3) Hicaz ortalaması 50-65° dir. Bkz. Hitti, a.g.e., 1/36.

(4) İbrahim (14), 37.

(5) İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Beyrut, 1335, c. II, s. 315 vd.; İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihâye, Beyrut, 1966, c. III, s. 221-224; Malik b. Enes, el-Muvatta’, Beyrut, 1370/1951, c. I, s. 132.

(6) el-Bidaye, III/197. Muhacirlerin ekserisi, o zaman küçük bir şehir olan Medine’nin dışında Küba’da kalıyorlardı. Bkz. Şibî, Hz. Ömer, İstanbul, 1827, s. 41 vd.

(7) Hamidullah, M., İslâm Peygamberi, İstanbul, 1966, c. 1, s. 118 vd.

(8) İbn Hişam, II/76-77; el-Bidaye, III/151.

(9) Es’ad b. Zürâre, Buas harbinde Evsli Neptel b. Haris’i öldürdüğü için Küba’da Evslilerin yanında bulunan Resulullah’ı ancak gece yarısı başını gözünü sararak gelebilyordu. Bilahare rahatça gelmesi sağlanınca, gün­düzleri gelip gitmeye başlamıştı. Bkz. Köksal, M. Asım, İslâm Tarihi, Hz. Muhammed ve İslâmiyet, İstanbul, 1981, c. I, s. 8.

(10) Köksal, I/104.

(11) Köksal, I/13.

(12) Watt, W.M., Hz. Muhammed, Çev.: H. Örs, İstanbul, 1963, s. 97.

(13) Buhari, Sahih, K. Siyer, İstanbul, 1979, c. IV, s. 266; Köksal, I/16.

(14) Bu hususta bkz. Kurtkan, Amiran, Genel Sosyoloji, İst. 1986, s. 267-310;

Turhan, Mümtaz, Kültür Değişmeleri, İstanbul, 1959, s. 104.

(15) Köksal, 1/105.

(16) Ebû Davud, Sünen, K. Haraç, Beyrut, tarihsiz, c. III, s. 152.

(17) Ebû Davud, Sünen, K. Haraç, Beyrut, tarihsiz, c. III. s. 152 vd.

(18) Köksal, 1/106.

(19) Buharî, Sahîh, K. Cihad, III/222-223.

(20) Ayetin meali şudur: “Allah seni insanlara karşı koruyacaktır. Şüphe­siz Allah, kâfirler güruhunu başarıya ulaştırmaz". Bu ayet ile Allah Peygamberi koruyacağını ifade etmiştir.

(21) Köksal, 1/107.

(22) İbn Hişam, II/ 176.

(23) Hamidullah, I/103-104.

(24) İbn Hişam, 11/169 vd.

(25) Şiblî, Asr-ı Saadet, 1/468; Hamidullah, 1/139. Mümtehine Suresi’nin 1-7. ayetleri bu hususu konu edinir.

(26) İbn Hişam, 11/393 vd.

(27) Mümtehine (60), 10-11.

(28) Macıver, Cemiyet, II/ 213.

(29) Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. I, İstanbul, 1986, s. 262.

(30) Şiblî, Asr-ı Saadet, 1/305.

(31) el-Bidaye, III/228-229; Şiblî, Asr-ı Saadet, 1/306-314.

(32) Şiblî, a.g.e., I/310; Köksal, I/157.

(33) İbn Sa’d, et-Tabakatü’I-Kübrâ, Beyrut, tarihsiz, c. 131, s. 51, 56, 103, 104, 124, 126, 139, 152, 171, 175, 216, 240, 244, 255, 272; Şiblî, Asr-ı Saadet, II/230, 327, 388, III/20, 61, Hz. Ömer, 502.

(34) Şiblî, a.g.e., I/310 vd.; Hamidullah, 1/114.

(35) İbn Sa’d, I/255 vd.

(36) Köksal, I/106.

(37) el-Bidaye, IV/7; Hamdillah, I/136-140.

(38) Miras, Kamil, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, c. II, Ankara, 19, 544.

(39) Berki, A. Hikmet, Keskioğlu, Osman, Hatemü’l-Enbiya Hz. Muhammed, Ankara, 1966, s. 184.

(40) Şiblî, Asr-ı Saadet, I/305.

(41) Berki, s. 181.

(42) el-Bidaye, III/7; Hamidullah, I/136.

(43) Haşr (59), 9.

(44) el-Bidaye, III/228.

(45) Köksal, I/123.

(46) Maclver, Cemiyet, I/215.

(47) Lundberg, G.A , Schrag, C.C., Larsen, O.N., Sosyoloji, c. I, Çev.: Ö. Ozankaya, 1970, s. 98.

(48) el-Bidaye, III/228-229; Hamidullah, I/116.

(49) Bkz. el-Bidaye, III/228-229.

(50) Günaltay, M. Şemseddin, Kable’l-İslâm Araplarda İçtimai Aile, Darülfünun İlahiyat Fak. Mecmuası, Yıl: I, Sayı: IV, İstanbul, 1962, s. 70 vd.; Corel Zeydan, Medeniyet-i İslamiye Tarihi, Müt: Z. Megamiz, İs­tanbul, 1329, c, IV, s. 30 vd. Teferruat için bkz. Kurt, Abdurrahman, İs­lâm’ın İlk Döneminde Aile Müessesesi, Sosyolojik Bir Yaklaşım, (Basıl­mamış Yük. Lis. Tezi), Bursa, 1987, s. 28-35.

(51) Şiblî, Asr-ı Saadet, 1/174, 220, 275; Hz. Ebû Bekr, s. 25.

(52) Şiblî, a.g.e., s. 25.

(53) Şiblî, Hz. Ömer, s. 41.

(54) Konunun detayı için bkz. Turhan, Kültür Değişmeleri, s. 45-55.

(55) Hitti, I/178-179.

(56) Kutup, Seyyid, Fi ZıIâli’I-Kur’ân, c. VII, çev. İ.H. Şengüler, B. Karlığa, M. E. Saraç, İstanbul, 1973, s. 101, c. II. 554-55.

(57) Kurtkan, Genel Sosyoloji, s. 16.

(58) İbn Haldun, Mukaddime, c. I, Çev. S, Uludağ, İstanbul, 1982, s. 488-491.

(59) İbn Hişam, II/176; el-Bidaye, III/227.

(60) Şiblî, Asr-ı Saadet, IV/165 vd.; Hz. Ömer, s. 506.

(61) Maclver, Cemiyet, I/213.

(62) Gazalî, Muhammed, Fıkhü’s-Sîre, Çev. Resul Tosun, İstanbul, 1987, s. 262.

(63) MacIver, Cemiyet, I/213.

(64) Büyük İslam Tarihi, I/262.

(64) el-Bidaye, III/228; Şiblî, Asr-ı Saadet, I/309-310.

(65) Büyük İslâm Tarihi, I/262.

(66) Büyük İslâm Tarihi, I/262.

(67) Köksal, I/161 vd.

(68) Hamidullah, I/382; Köksal, II/236-241.

(69) Gazali, Fıkhıu’s-Sîre, s. 263.

(70) el-Bidaye, III/234-256; Şiblî, Asr-ı Saadet, I/327-333.

(71) Gazalî, a.g.e., s. 267 vd.

(72) Berki, Hatemü’l-Enbiya, s. 210.

(73) Hamidullah, I/144.

(74) Muhammed (47), 7.