Makale

TÜRKLERİN İSLÂM TARİHİNDEKİ YERİ

TÜRKLERİN İSLÂM
TARİHİNDEKİ YERİ

- 1 —

Pr. Dr. Zekeriya KİTAPÇI
Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler
Fakültesi Asistanı

MÜSLÜMAN GAZİLERİNİN PAROLASI

«Allahü—Ekber» İDİ.

İslâm Tarihi incelendiğinde karşımıza şu gerçek çıkmaktadır. O sadece bir kavmin bir milletin tarihi değil muhtelif devirlerde İslamın şerefli bayra­ğını ta Çin seddinden Viyana’ya, Jakarta’dan Merake’şe kadar, hatta İspan­ya içlerine doğru, Hira Dağından yükselen bir volkanmışçasına kuvvetli bir iman, yenilmez bir güç ve sarsılmaz bir azm ve irade ile taşıyan milletlerin tarihidir.

Hz. Muhammed (s. a.) gibi beşer tarihinin fazilet ve kemalâtta eşine raslanmayan pek büyük bir şahsiyetin aralarından çıkmış olması, bir dalalet asrında İslam Dinine ilk defa onların büyük fedakarlıklarla sahip çıkmaları ve bir fatihler ordusu kurarak İslâm Dinini İspanyadan tutunda Türkistan’ın iç kısımlarına, Türk Milletinin ayağına kadar götürmeleri sebebiyle tarihe hizmeti geçen Arapların, İslam Tarihindeki ve dünyanın dört bucağındaki müslümanların kalbindeki yerleri şüphesiz müstesna bir durum arzetmektedir.

İslam İmparatorluğunun devamlı fetih hareketleri ile hudutlarının geniş­letilmesi ve İslam milletleri camiasına yeni yeni bazı milletlerin katılmaları sonucu, Araplara ve onların yüklenmiş oldukları bu asil hizmetin ifasında yeni yeni bazı kuvvetli rakiplerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Bu yeni milletler arasında ilk defa İranlıların temayüz ettiklerini ve kendilerini Arap toplumuna kabul ettirdiklerini müşahede ediyoruz.

Bilindiği gibi, Bizans imparatorluğunun karşısında devrin en büyük ve medeni iki devletinden biri olan Sasaniler Devletinin tarihte eşine hakika­ten çok az rastlanacak kadar kısa bir zaman içinde bütün haşmet ve debde­besiyle yıkılmış ve tarih sahnesinden çekilip gitmiştir. Böylece İranlılarda, diğer bir kısım milletler gibi geniş İslam imparatorluğunun hududları içine katılmış oluyorlardı.

Türkistan’ın fethinden ve Arap hakimiyetinin Türk yurtlarına kesin bir şekilde yerleşmesinden sonra İslam Tarihi sahnesinde yeni bir millet görün­meye başlamış ve ayrıca yeni bir dönem açılmıştır. Bu yeni millet, herkesin bildiği gibi yüce TÜRK MİLLETİ idi.

Türklerin İslam milletleri camiasına girmeleri ve kısa bir zaman sonra büyük Arap merkezlerinde boy göstermeleri ile pek çok milletlerin sosyal hayatları ve tarihî seyirleri için yeni bir devir başlamıştır ki, biz bu devri bir­çok büyük bilginlerin de fikirlerine katılarak «İSLAM TARİHİNDE TÜRKLERİN DEVRİ» olarak nitelendiriyoruz.

Bilindiği gibi Türkler, Semerkand ve Buhara gibi Mavera-ün-Nehr şehir­lerinden başlıyarak İslam Medeniyetinin göz kamaştırıcı merkezlerinden bi­ri olan Bağdad’a gelmişlerdir. Abbasîler Devrinde devlet ve hükümet işlerin­de Türklere her türlü izzet ve ikbal kapıları açılmış ve Hilafet ordusu da temamen Türklerden teşekkül etmişti.

Daha sonraları bu Bağdatlı Türklerin yerini Selçuklular almış onları da Osmanlı Türkleri takip etmiştir. Böylece, aşağı yukarı on asır gibi pek uzun bir devirde bütün İslâm milletlerinin tarih ve mukadderatına Türkler hâ­kim olmuşlardır.

Türklerin İslâm Tarihi içindeki bu seyyaliyetleri ve aktif durumları mütevaffa başkan Cemal Abdün-Nasır tarafından kaleme alınan KARDEŞ TÜR­KİYE adındaki bir mukaddimede biraz da heyecanlı bir uslüpla şu şekilde ifade edilmektedir:

«Gerek geçmişte gerekse halihazırda bizimle Türkiye arasında ne olursa olsun O, bizden, biz de ondan sayılırız. (İki milletin ayrı düşünülmesine im­kân yoktur.) Bizim ve onun ecdadı tarihte, hayatın sevinç ve kederlerine birlikte iştirak etmiş, nimet ve külfetlerini birlikte tatmış iki kardeştiler, (bu iki kardeş) asırlarca harb meydanlarında büyük gayenin (tahakkuku ve) muzafferiyeti için omuz omuza çarpışmaktan (bir an bile geri durmamış) lar­dır.

(Bu bakımdan) gerek bizim gerekse Türklerin geçmişleri, Arap ve İs­lam Tarihi hakkındaki tek (büyük) kitabın iki (önemli) bölümünü teşkil et­mektedir. Türkler, Buhara ve Tebriz dolaylarında boy gösterdiler, bizde on­larla beraberdik. (Fakat) onlar yürümeye devam ettiler, biz onları Bağdat ve Musul (gibi İslâm şehirlerine) celbettik.

Türkler Anadolu yaylalarının eteklerine geldiklerinde biz de geldik, (da­ha sonra) onlar İstanbul surlarının gölgesine doğru yöneldiler, bizde onlar­la birlikte Ebu-Eyyübel Ensari’nin misafiri olarak aynı surların gölgesine yö­neldik.

Türkler (kokuşmuş ve çökmüş) Bizans İmparatorluğunun enkazı üzerin­de Osmanlı (İslam) İmparatorluğunun (sarsılmaz) temellerini atmak için Avrupa’ya ayak bastıkları devirlerde muharib (gazilerin) gerek Arap olsun gerekse Türk her lisanda aynı olan bir tek şiarı (parolası) vardı, oda (şüphe­siz) — ALLAH BÜYÜKTÜR» idi.» (1)

Aynı hakikat değil doğulu, Batılı bir çok hristiyan yazarlar tarafından da itiraf edilmiştir. Bu cümleden olmak üzere Orta Şark ve Ülkeleri hakkın­da ki çok ciddi araştırmaları ile haklı bir şöhrete sahip olan İngiliz müsteşri­ki B. Lewis demektedirki:

Türkler Orta Şarka ilk defa ferd olarak asker olarak geldiler ve fakat çok geçmeden İslam ordusuna hakim oldular. Onbirinci asırlarda onlar (bu defa) fatihler ve müstemlekeciler olarak gelmişler ve merkezi İranda ol-

(1) Türkiya ves-Siyasetül-Arabiyya S: 6, 7, 8

mak üzere İslamın kalbi (mesabesinde) olan topraklar üzerinde çok geniş yeni bir İmparatorluk (X) kurmuşlardır.» (2)

Biz bu bakımdan değerli Türk âlimi Fuad Köprülünün, Türk Tarihi’nin diğer milletlerde pek fazla görünmiyen özelliği hakkında çok isabetli olarak ileri sürdüğü şu fikirlerine bütün samimiyetimizle iştirak ediyoruz.

Rus bilgini W Bartold’un yazdığı «İslam Medeniyeti» Tarihi adındaki ki­tabın (XX) önsözünde Köprülü şu fikirleri savunmaktadır.

«Türk Tarihinin çok geniş bir devri (Türklerin İslamlığı kabul etmele­rinden Tanzimata kadar bin yıllık bir devre) İslam Tarihi denilen umumî çerçeve içindedir. Türkler İslam Ümmeti camiasına girerek İslâm Medeniye­tini adını verdiğimiz büyük kültür dairesinin inkişafına bin yıldan fazla ça­lışmışlar muhtelif İslam sahalarında askeri aristokrasiye müstenid devletler kurmuşlardır. Ve Büyük Selçuklu İmparatorluğunun kuruluşundan başlaya­rak son asra kadar İslâm Dünyasının hegemonyasını ellerinde tutmuşlardır. İşte bu bakımdan dünyanın ve bilhassa İslam Dünyasının mukadderatı üze­rine ve devamlı bir tesir yapmış olan Türklerin Tarihini bilmeden İslâm Ta­rihini anlamak mümkün olamıyacağı nasıl tabii ise İslam Tarihi çerçevesine sokmadan Orta Zaman Türk Tarihini anlamak mümkün olamıyacağı da o kadar tabiidir. «(3)

Biz konuyu bu görüş açısından hareket ederek ele almanın ve genel Türk Tarihi çerçevesi içinde ve onun geçirdiği merhaleler ve tekâmül seyri­ne parelel olarak incelemenin daha da faydalı olacağına kani olduğumuz için burada Türk Tarihinin anahtarlarını kaydetmeden geçemiyeceğiz.

«TÜRKLER İSLAM DİNİ SAYESİNDE YEPYENİ BİR ŞAHSİYETE SAHİP OLMUŞLARDIR»

Türk Milleti beşer tarihinin kaydettiği en eski ve asil milletlerden biri­dir. Dini efsanelerin bile insanlık hayatının varlık ve vücudunun başlangıcı beşiği olarak kabul ettiği Asya Kıtasında, Orta Asya yaylalarında vücut bul­muştur. Millî ırkî meziyetlerini tamamladıktan sonra burada tarih devirleri arasına girmiş ve yine bu topraklardan eski dünya kıtalarının dört bucağına yayılmıştır.

Alman asıllı yazar C. Brokkelman Türklerin menşe-i hakkında hulâsa ola­rak şu bilgileri vermektedir.

«Doğuda Tibet ve Çin Halkı, Kuzeyde eski Asyalı yahut Sibiryalı ahali ve Batıda Fin-Uygur milletleri arasında ve geniş güney Sibirya ovalarında ve Hazar Denizi ile Altay Dağları arasındaki bozkırlarda şüphesiz evvelce Mo- ğollar’ı ve Tunguzlar’ı da içine almış bulunan bir dil ve ırk topluluğundan, pederşahi aile teşkilatına malik küçük göçebe gurupları şefleri içinde yetişen bu memleketlerin tarihinde daima raslıyacağımız büyük fatihlerin faa­liyetleri ile (birlikte) bir Türk Milleti ortaya çıktı. Bunlar daha Tiyanşan Dağlarının yamaçlarından ve aşağı kısımlarındaki mıntıkalardan Orta Asya bozkırlarına ilerleyerek tarih sahnesine girerlerken antropoloji alimlerinin TURANÎ dedikleri bariz ve kendilerine has bir ırkî hususiyet gösteriyor­lardı. (4)

Türkler Tarih devreleri içine böylece girdikten sonra Asya, Afrika, Av­rupa gibi eski dünya kıtalarında ta ilk çağlardan başlayarak yirminci yüz­yılın başına kadar gerek tarihî ve siyasî gerekse sosyal ve dîni sahalarda çok önemli roller oynamışlar ve büyük bir çok devletler kurmuşlardır.

Büyük cihangir Osmanlı İmparatorluğunun enkazı üzerine kurulan Millî Devlet Türkiye Cumhuriyeti de dahil bu devletlerin sayısı yirmiye yaklaş­maktadır (x).

Tarih boyunca kurduğu bu devletler ve müteaddid cihan imparatorluk­ları sebebiyle çeşitli ırk ve soya mensup milletlerle karşılaşmış, zaman za­man karışmış dahilde onları büyük bir devletçilik şuuru ile idare ettiği gibi hariçtede komşu ülkelerle politik sosyal ve dinî sahalarda aktif müna­sebetler kurmuştur.

Çoğu zaman İmparatorluğunun geniş hudutları içinde yaşayan ve ırk, din, kültür bakımından temamen farklı olan bu çeşitli milletlerin örf ve adetlerine bir çok yönlerden tesir ettiği gibi, pek tabii olarak onların da kültür ve dinlerinin tesirleri altında kaldığı da olmuştur.

Geniş topraklar üzerinde yayılmış olan Türklerin sosyal hayatlarında, özellikle İslâmlıktan önceki devirlerde sık sık görüldüğü gibi, İslâmdan son­rada bu değişmez hakikat hem de çok geçmeden kendisini göstermiştir.Özellikle İslâm Dini Türklerin millî yapılarında sosyal bünyelerinde baş döndürücü değişiklikler yapmış ve Türkler arasında hiç bir dinin görmediği hüsnü kabülü görmüş ve diğer milletler de erişemediği büyük mazhariyet­lere nail olmuştur. Üzerinde durmak istediğimiz bu durum hakkında B. Le­wis müşahedelerini şu şekilde ifade etmektedir.

«Daha önce de işaret edildiği gibi Türkler İslam Dinine girmeleri ile bu yeni din sayesinde kendileri temamen yepyeni bir hüviyete sahip olmuşlar ve başlı başına (bir değer) olan mazileri ile ilgilerini hayret edilecek bir sü­ratle kesmişler ve (adeta) unutmuşlardır.» (5).

Evet! İslam Dini çok kısa bir zaman içinde Türk milletinin daha önce­leri sahip olduğu maddî manevî bütün değerlerini emmiş onu adeta kendi potasında eriterek ona yeni bir veche, yeni bir şahsiyet kazandırmıştır. Hat­ta daha da ileri giderek onu yeni bir mücadeleye yeni bir hayat memat müca­delesine hazırlamıştırki; Onun bu mücadelesi İslamın cihad bayrağı altında üç kıtada asırlar boyu devam etmiştir. Bir başka ifade ile demek oluyorki; İslam Dini Türklerin sayesinde kı­nına girmeyen bir kılınç haline gelmiş ve bu kılıcı Türkler mukaddes cihad ruhu ile, ilahi kelimetullah için, İslamın kıblegâhı müslümanlarm kıblegahına kirli ayakların basmaması için, İslam diyarının şerirlerin haris emelle­rinden masum kalması için kullanmışlar ve bu uğurda Yemen çöllerinde bile kanlarını su yerine severek akıtmaktan bir an bile geri durmamışlardır.

Bu bakımdan Türklerin özellikle İslam Camiasına girdikten sonra çok kısa bir zaman içinde kendilerini gösterdikleri, askerî ve siyasî nizama ha­kim oldukları ve Orta Şarkta bin seneyi aşan bir tarih seyri içinde her za­man dinamik ve zinde bir güç olarak bu milletlerin sosyal ve politik hayat­larında önemli roller oynadıkları görülmüştür.

Bu hakikat sadece doğulu değil. Batılı olarak ta bir çok insaflı ilim adamları tarafından itiraf edilmiştir.

Lewis, «The Middle East and The West Ortaşark ve Batı» verdiği bir se­ri konferansında Türklerin bu durumunu şu satırları ile izah etmeye çalışır ve derki:

«Sadece Orta Şarkta değil hemen hemen dünyanın her yerinde (genellik­le) Türkler bir azınlık olmalarına rağmen (daima) hakim bir unsur olmuş­lardır. Değil İran, Suriye ve Mısır’da hatta çok uzak (bir ülke olan) Müslü­man Hindistan’da bile her nekadar kitle nüfusunun ezici çoğunluğu Türk (soyundan) olmadıkları halde, hakim hanedanlar Türk ırkından ve ordular ise (temamen) Türklerden (teşekkül) ederdi. Asırları kapsayan (bu) Türk hakimiyeti sırasında genellikle şu gerçek kabul edilmiştirki, Türkler (herzaman) emretmişler, diğer milletlerde (daima) boyun eğmişler ve itaat etmiş­lerdir. Türklerin kurdukları bu düzende Türkden gayrisine (kim olursa ol­sun bir zavallı gözü ile bakılır ve) bir gariban telakki edilirdi.» (6)

Bu arada sırası gelmişken bir noktanın da önemle belirtilmesi gerekirki, Türkler bir kısım müelliflerin de işaret ettiği gibi sadece bir fatihler ordusu olarak İslamı, İlâhi prensiplerini onun ebedi düşmanlarına karşı müdafa ve muhafaza etmekle yetinmemişlerdir. Türklerin ayak bastıkları bereketli top­raklarda daha öncekini tamamlar ve fakat genellikle milli karekterleri ha­kim olmak üzere yeni ve feyizli bir medeniyet doğmuştur ki biz bu varisleri olarak ona gururla «TÜRK İSLAM MEDENİYETİ» demeyi daha uygun gö­rüyoruz.

(Devamı Var)

(X) — Müellif Büyük Selçuklu imparatorluğunu kasdetmektedir. Z.K.

(XX) — Bartold’un bu kıymetli eseri doğu ve batının bir çok dillerine tercüme edil­miştir. Eser Fuad Köprülü tarafından adeta yeniden kaleme alındıktan sonra Diyanet işleri Başkanlığı tarafından büyük bir itina ile son baskısı yapılmış ve Türk okuyucularına sunulmuştur. Z.K.

(x) Tarihe geçmiş Türk Devletlerinin isimleri kuruluş tarihleri sırasıyla yaklaşık olarak şunlardır: Büyük Hun İmp. 1116 M.Ö., Batı Hun İmp. 48 M.S. Avrupa Hun İmp. 375, Ak Hun İmp. 420, Göktürk Dev. 552,, Arar Dev. 565, Hazar Dev. 655, Uygur Dev. 963, Karahanlılar Dev. 940, Gazneliler Dev. 963, Büyük Selçuklu Dev. 1040, Harzemşah Dev. 1157, Timur İmp. 1368, Altınordu Dev. 1236, Timur İmp. 1368 Babür İmp. 1526 Osmanlı İmp. 1299, ve Milli Devlet TÜRKİYE CUMHURİYETİ 1922.

(2) The Middle East and West B. Levis S: 19.

(3) İslâm Medeniyeti Tarihi W. Barthold S: 2.

(4) History of the İslamic People C. Brockalman S: 163.

(5) The Emergence of Modem Turkey: B. Levis S: 325

(6) The Middle East and Wets: B. Levis S: 20.