Makale

İSLÂMDA İÇTİMAÎ TERBİYE ve KONTROL (İhtisâb Müessesesi)

İSLÂMDA İÇTİMAÎ TERBİYE ve KONTROL

(İhtisâb Müessesesi)

I

Giriş

Hayreddin KARAMAN İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü

İslâm Hukuku Öğretmeni

A — Umûmî Olarak Cemiyet-ferd Münasebetleri ve İçtimâi Kontrol:

İnsan yaratılışı ve tabiatı icabı medenidir. Bu sebeple eskiler ona «medeniyyü’ttab’» demişlerdir. Bunun mânası insan hayatının tek başına olamıyacağı, cemiyetsiz veya cemiyete karşı olan ferdin hayatını devam ettiremiyeceğidir.

Öte yandan «cemiyetin yaşayabilmesi, hayatını idame ettirebilmesi için bütün cemiyetlerde insanların muayyen bazı problemleri halletmiş olmaları lâzımdır: Ferdlerin aslî biyolojik ihtiyaçları karşılanmalı, gençler içtimâîleştirilmeli, hastalara bakılmalı, ölüler defnedilmeli» dînî vecîbeler yerine ge­tirilmelidir.

«Her cemiyet kendi problemlerini halletmek maksadiyle muayyen bir ta­kım nizam ve kaideleri benimser; bunlar nesilden nesile intikal etmek üzere gelenek halini alır.» (1)

Ferdin terbiyesinde, karakter ve şahsiyetinin teşekkülünde, buna bağlı olarak hüküm ve davranışlarında daha çok iki unsur üzerinde durulmuştur: Ana ve babadan intikal eden «verâset» ile aileden millete kadar birbirine geçmiş halkalar halinde ferdi çerçeveliyen «çevre». Ferdin içinde yaşadığı ve yetişdiği «cemiyet» de çevrenin önemli bir cüz’ü veya geniş bir halkasıdır. XIX. ve XX. asır sosyologları, terbiye sosyolojisinin mevzuları içinde «içti­mâi kıymet hükümleri» ile bunların cemiyet içinde yaşamasını, gelecek ne­sillere intikalini temin eden «içtimâi kontrol ve baskı» problemleri üzerinde önemle durmuşlardır. «Bir şeyi kontrol etmek, ona tekrar bakmak, kısaca onun üzerinde bir hakimiyet sağlamaktır. Cemiyetin kontrolü de ferd üze­rinde gereken hakimiyeti sağlıyabilmesi, ona kendi varlığını hissettirmesidir. Ferd, cemiyet varlığını ne derece kendi üzerinde hissederse; yani kontrol altında olduğunu anlarsa davranışlarında o derece çeki düzen vardır; yani ferdin davranışları bu takdirde gelişigüzel değil, disiplinli ve emirlere yö­nelmiş özelliktedir.» (2)

E. A. Ross’a göre cemiyette içtimâi kontrolü temin eden vasıtalar ve mü­esseseler vardır; bunlar halk oyu, kanunlar, inançlar, cemiyet emirleri, ter­biye, gelenekler din, seremoniler, sanat, içtimâi değerler ve ahlâktır.

B — İslâmda:

İslâm insanın peşin bir günahı omuzlarında taşıyarak dünyaya geldiğini kabul etmez. Herkesin taşıyacağı ve mesul olacağı, kendi işleyeceği günah­lardır. (3) İnsan iyi veya kötü olmaya müsait, beşerî bir fıtrata sahiptir. Onun terbiyesinde, bu fıtrat yanında en büyük rolü çevre oynayacaktır. Bir hadîs-i şerif «Her çocuk fıtrat üzere doğar; sonra ana ve babası onu yahudi, veya mecûsî yahut da hristiyan kılar» (4) buyurarak mezkûr çevrenin en yakın unsuruna işaret etmiştir.

Nasıl bir ana-baba çocuklarını terbiye hakkına sahip, buna mukabil onun geçimini ve zarûri ihtiyaçlarını temin ile mükellef ise tıpkı bunun gibi İslâm cemiyeti de ferdlerin dinî ve ahlâkî davranışlarını kontrol etmek, ona doğru yolu göstermek hakkına sahip, buna mukabil en son merci olarak onun zaruri ihtiyaçlarını temin ile de mükelleftir. Nafaka, zekât, beytü’l-mâl müesseseleri bu mükellefiyeti yerine getirirken «emr bi’l-ma’rûf nehy an’l-münker» veya «hisbe ve ihtisâb» adiyle bilinen İslâma has bir müessese de birinci hak ve vazifeyi ifâ etmektedir.

Bu yazımızda önce ihtisâb müessesesini nazarî bakımdan ele alıp ince­leyecek, sonra da İslâm tarihi içinde ihtisâbın tatbikatını tetkik edeceğiz.

C — Kaynaklar:

Hisbe (ihtisâb) mevzuu Doğu’da ve Batı’da incelenmiş, İslâm Hukuku ve İslâm müesseselerinden bahseden eserler mevzuları arasında buna da yer vermişler. Ayrıca hisbe üzerine müstakil kitaplar yazılmıştır.

Birinci grup içinde el-Gazzâlî’nin İhyâ’sı, İbn Haldûn’un el-Mukaddime’si, el-Makrîzî’nin el-Hıtat’ı, el-Mâverd ve el-Ferrâ’nın el-Ahkâmu’s-sultâniyye isimli kitapları zikre şâyandır.

«Arapça Kitaplarda Hisbe» başlığını taşıyan bir makaleden anlaşıldığına göre hisbe mevzûundaki müstakil arapça kitap sayısı otuz civarındadır. (5) Bunlardan İbn Teymiyye’ye ait olanı, müellifin fetvâ kolleksiyonu arasın­da neşredilmiş (6), talebesi İbnu’l-Kayyim tarafından da et-Turuku’l-hukmiyye isimli eserinde hulâsa edilmiştir. (7) Ayrıca Abdurrahmân b’ Nasr eş-Şîzerî’nin (v. 589/1193) Nihâyetü’r-rutbe fî talebi’l-hisbe isimli eseri Dr. es-Seyyid el-Bâz tarafından neşredilmiştir; (el-Kahire, 1946)

Türkiye’de, ihtisâb müessesesi üzerinde en geniş yazı Osman Nuri (Er­gin) tarafından, Mecelle-i Ümûr-i Beleddiyye isimli eserinde kaleme alınmış­tır. Bu yazıda, Osmanlılardan önce ihtisâb mevzûu çok kısa nakillerle ge­çilmiş, nazar bakımdan ihtisâb, Şeyhülislâm Hayderîbâde İbrâhîm Efendi’nin, Sebîlü’r-reşâd mecmuasında intişâr eden makalelerinden iktibas edil­miş, bu makaleler de başlıca el-Gazzâli’nin İhyâ’sından naklolunmuştur. Os- manlılar’da ihtisâb daha geniş bir şekilde ele alınmış, bu arada Târîh-i Osmânî Encümeni Mecmûasının 1327. sene, IX. ve X. cu sayılarında, M. Gâlib tarafından yazılan «ihtisâb Ağalığı» başlıklı makale hemen aynen alın­mıştır. (8)

İslâm Ansiklopedisinde E.V. Zambaur tarafından yazılan «Hisbe» ve R. Levy tarafından yazılan «Muhtesib» maddeleri kısa ve yetersizdir. Zik­redilen kaynaklar da eksiktir. M. Gaudefroy-Demombynes’in Les Institution Musulmane isimli kitabında (Paris, 1946, s. 158-162) ve Lois Milliot’nun Introduction l’etude du Droit Musulmane adlı eserindeki (Paris, 1953, s. 716-720) hulâsalar faydalıdır. Colin et Levi-Provençal’a ait olan Un Manuel hispanique de hisba (Paris, 1931) ise müstakil olarak hisbe mevzûna aittir.

Bu mevzûdaki en yeni ilmi etüd, Dr. Yusuf Ziyâ Kavakçı’nın, İslâm Araştırmaları Enstitüsü’nde halen hazırlamakta olduğu eser olacaktır.

NAZARÎ SÂHADA ÎHTÎSÂB

A — Tarif ve Mahiyeti :

Hisbe ve ihtisâb, saymak ve hesap etmek mânasına gelen «hisâb» ile aynı kökten olup İslâm İdâre Hukukundaki manası, muhtesibin (hisbe me­murunun) çeşitli zaman ve yerlerde değişik olan vazife ve salâhiyetine göre farklı olmuştur. Umumî olarak önceleri «hisbe» devlet muhasebesi ve mu­hasebe dairesi manasında, sonraları hassaten zabıta; ahlâk ve çarşı zabıtası için kullanılmıştır. (9) Aynı mânada «ihtisâb» kelimesi de kullanılmış ve memuruna «muhtesib» denmiştir.

İhtisâb kazâ salâhiyet ve velâyeti içinde mütalâa olunmuş (10) bu se­beple alâkalı eserlerde İslâm kazâ sistemi (10 a) veya halîfenin şahsında toplanan ve onun başkalarına tevcih ettiği velâyetler (11) içinde incelenmiş­tir. Bu arada «emr bi’l-ma’rûf nehy ani’l-münker» ile aynı mânada olduğu düşüncesiyle bu başlık altında ele alındığı da olmuştur. (12)

Bu fasılda İslam esaslarına göre nazarî bakımdan ihtisabı tetkik ettiği­mizden Gazzâlî ve Mâverdî gibi müelliflerin tarifini tercih edeceğiz ki buna göre ihtisâb: Açıkça terkedildiği zaman marûfu emretmek ve alenî olarak işlendiği zaman münkeri menetmekten ibarettir. (13)

Muhtesibin vazifeleri ve benzer müesselerle mukayesesini yaparken, yukardaki şümullü tarifin kayıt ve şartlarını da açıklamış olacağız. Tariften anlaşılacağı üzere ihtisabın dinî marûfu emir ve münkeri nehiy prensibidir. Şu halde önce bu prensibin İslâmî kaynaklar ve esaslar içindeki yerini, hüküm ve değerini tesbit etmek gerekecektir. Biz bu tabiri «dinin emir ve ya­saklarına nezaret etmek» şeklinde de ifade edebiliriz ki bu ictimâî kontro­lün» İslâma has bir nev’ini teşkil etmektedir.

B — Müslümanların, Dinin Emir ve Yasaklarına Nezaret Etmelerine Dair Naslar:

1 — Âyetler:

«İçinizden, iyiliğe çağıran, iyi iş işlemeyi (marufu) isteyen ve kötü iş­ten vazgeçiren (münkeri nehyden) bir cemâat bulunsun; selâmeti bulanlar ancak onlardır.» (14)

Ayette geçen «...bulunsun» sözü emirdir ve gereğinin yerine getirilme­sinin farz olduğunu ifade eder. Ancak «hepiniz yapın» demediği ve «içiniz­den bir cemaat...» kaydı bulunduğu için farzın kifâî olduğu; bir grup bu vazifeyi yerine gitirince diğerlerinin mesuliyet taşımıyacağı ve kurtuluşun herkese şamil olacağı; tamamen ihmal edildiği takdirde ise herkesin mesul olacağı yine mezkûr âyetin delâletinden anlaşılmaktadır. (15)

«—ehl-i kitâbın— hepsi bir değildir, içlerinden öyle dosdoğru bir ce­mâat vardır ki geceleri secdeye kapanarak Allah’ın âyetlerini okurlar, Al­lah’a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülüğü nehyederler, hayır işlerine koşuşurlar; işte bunlar iyilerdendir.» (16)

«Erkek kadın müminler birbirinin yakını ve yardımcısıdır. Onlar iyi­liği emreder, kötülüğü nehyeyler, namazı dosdoğru kılarlar.» (17)

«Siz insanlar için -hayat sâhasına- çıkarılmış en iyi ümmetsiniz; iyiliği ister, kötülüğü istemezsiniz ve Allah’a iman edersiniz...» (18)

Bu âyette «en iyi (hayırlı) oluş», emir ve yasaklara nezaret etmek ile Allah’a iman eylemek vasıflarına bağlanmıştır.

«İsrâîloğullarından kâfir olanlar, isyan etmeleri ve haddi aşmaları yü­zünden Dâvûd ve Meryem oğlu İsâ diliyle lânete uğradılar. Onlar -kötülük- yaptıkları zaman birbirlerini kötülükten alıkoymaya uğraşmazlardı. Bu yap­makta oldukları ne çirkin şeydi!» (19)

Bu âyet-i kerîmede de lânete uğramanın sebebi «emir ve yasaklara ne­zaret vazifesinin terki» olarak gösterilmiştir.

Daha birçok âyet açık veya kapalı olarak aynı hükümleri teyîd etmektedir.

2 — Hadisler:

Hz. Ebû-Bekr (r.a.) bir hitabesinde şöyle demiştir: Ey nâs! Siz şu âyeti, mânasını yanlış anlayarak okuyorsunuz: «Ey iman edenler! Size kendiniz gerek; siz doğru yolda iseniz yoldan sapan size bir zarar vermez» (20) Hal­buki ben Rasûlullah (s.a.) şöyle derken işittim: «İnsanlar dinin kötü say­dığı bir şeyi görüp de onu değiştirmezlerse Allah cezasını hepsine teşmil ediverir.» Bir başka rivayette «...güçleri yettiği halde değiştirmezler ise...» şeklinde ifade edilmiştir. (21)

Ebu Saîd el-Hudrî’den rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle bu­yurmuştur: «Sizden kim bir münkeri görürse onu eliyle düzeltsin, gücü yet­mezse dili ile, yine gücü yetmezse kalbi ile düzeltsin; bu da imanı en zayıf olandır» (Müslim K. el-İman, bab: 20).

En-Nu’man b. Beşîr’den; dediğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuş­tur: Allah’ın yasakları mevzuunda nemelâzımcılık edenle onları işliyenlerin misali kur’a ile bir gemiye binerek kimi alt katına kimi de üst katına düşen bir topluluktur. İmdi alttakiler su için yukarıdakilerin yanına uğrayıp geç­miş, onlar da bundan rahatsız olmuşlardır. Bunun üzerine beriki bir balta almış ve geminin altını delmeğe başlamıştır. Yukarıdakiler ona gelmiş ne yaptığını sormuşlar, o da «benim yüzümden rahatsız oldunuz, suya da ihti­yacım var» cevabını vermiştir. İmdi ona mani olurlarsa hem onu kurtarmış olurlar hem de kendileri kurtulur. Eğer onu kendi haline bırakırlarsa onu da kendilerini de mahvetmiş olurlar.» (Buharî el-İfk, bab: 20)

Usâme b. Zeyd’den; dediğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur. Kıyamet günü adam getirilir ve ateşe atılır, barsakları ateşe fırlar ve adam, eşeğin değirmeni ile döndüğü gibi orada döner. Cehennemlikler onun ba­şına birikerek «Ey filan, sana ne oldu? Sen bize ma’rufu emreder ve münkerden de nehyeder değilmiydin?» derler. O da «Size iyiyi emrettiğim hal­de onu yapmazdım, kötüyü yasakladığım halde onu da yapardım.» der. (Buharî el- Fitten, bab: 17).

Huzeyfe’den rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuş­tur: «Allah’a yemin ederim ki ya iyiliği emredip kötülüğü yasaklıyacaksınız yahut da Allah üzerinize nezdinden bir azab gönderecek; sonra dua edecek­siniz fakat duanız kabul olunmuyacaktır.» (Tirmizî’den)

El-Urs b. Umeyre’den o da Resulullah’tan; şöyle buyurmuştur: «Yer yüzünde günah işlenince onu gören ve tasvib etmeyen ondan uzakta bulunmuş gibidir; onu görmediği halde tasvib eden ise yanında bulunmuş ve görmüş gibidir.» (Ebu Davud’dan)

Yukarıda zikredilen ayet ve hadisler bu mevzudaki nasların tamâmı ol­mamakla beraber İslamın ona ne kadar ehemmiyet verdiğini göstermeğe kâfidir. Görüldüğü üzere İslâm, dinî vecibelerin yerine getirilmesinin kontrol ve teminini, emir ve yasaklara nezaret vazifesinin ifasını bütün müslümanlardan istemiş, bu vazife yeter sayıda bir grup tarafından îfa edilirse geri ka­lanların mes’uliyetten kurtulacaklarını ifâde etmiştir. İşte bu sebeble İslâm

müesseseleri arasında bir de «ihtisâb müessesesi» vücud bulmuş -ileri de görüleceği üzere- Hz. Ömer’den beri ümmeti temsil eden devlet başkanları yeteri kadar muhtesib tayin edegelmişlerdir.

Gerek devlet memuru olarak ve gerekse Allah rızası için ihtisab işini yapan (22) kimselerin belli vasıfları olacaktır. Kaynaklar bu vasıflar ile muhtesibin diğer bazı devlet memurlarından farkları üzerinde uzun boylu bilgiler vermiş çeşitli görüşler aksettirmişlerdir.

1 — Muhtesibde aranan şartlar:

a) Mükellef olmak:

Mükellefiyet çağına gelmemiş bir çocuğun emir ve yasaklara nezaret etmesi, gerekli ikazda bulunması caiz olmakla beraber bu ona vazife değil­dir. Bilfiil menetmek ve meşru olmayan şeyi ortadan kaldırmak ise ancak memur olan ve devlet otoritesini temsil eden memurun yapabileceği iştir. Ve bunun mükellef olması şarttır.

b) Müslüman olmak:

c) İyi ahlâk (adâlet) sahibi olmak:

Bazı kimseler, yukarıda bir örneği geçen, başkalarını kontrol ve ikaz ettiği halde kendileri dinî vecibeleri yerine getirmeyen kimseleri kınayan naslara bakarak, söylediğini yapmayan ve iyi ahlâk sahibi olmayanların ihtisabı îfâ edemiyeceklerini ileri sürmüşlerdir. Gazzalî, peygamberler dışında hiçbir kimsenin küçük veya büyük günahlardan ve kusurlardan uzak olamıyacağını, bir kimsenin günah ve kusurunun doğru bildiğini söylemesine, baş­kalarını günah işlemekten menetmesine mâni teşkil etmiyeceğini öne sürerek -mutlâk mânada- adâlet şartını kabul etmemiştir. (23)

Bu şartı kabul edenlere göre halktan herhangi bir fert ihtisâb yapamaz, muhtesibin devlet başkanı veya vali tarafından tayini gerekir.

Gazzalî, bütün müslümanlara hitab eden ve onları mükellef kılan nasları göz önüne alarak bu şartı da reddetmiştir.

e) Güç sahibi olmak:

Âciz olan, îkaz ve önleme vazifesini yapmağa kalkışınca maddî veya mânevî önemli bir zarara uğrayacağını bilen kimselerin, gayr-i meşrû fiil ve davranışları gönülden tasvib etmemekle yetinecekleri bir hadis-i şerifte geçmişti Bu noktada hem korku hem de faydası oluş bir arada değerlen­dirilirse ortaya dört şık çıkar:

(1) — İhtisabın hem fayda vermiyeceği hem de yapana zarar getireceği malum ise bunu yapmak gerekli değildir.

(2) — Söz ve fi’li ile münkerin ortadan kalkacağını ve kendisine bir zarar gelmiyeceğini bilen kimsenin bunu yapması gereklidir.

(3) — Ne fayda ne de zarar getireceğini bilen kimseye ihtisab farz ol­mamakla beraber dinin esaslarını tebliğ bakımından yapması faydalı ve tercihe şayan kabul edilmiştir.

(4) — İhtisabiyle meşrû olmayan duruma mâni olabileceğini fakat bun­dan zarar görebileceğini bilen kimsenin durumuna gelince; buna ihtisab farz olmamakla beraber haram da değildir, hayatta müstehabdır. «Cihadın en üstünü zalim devlet başkanına karşı hakkı söylemektir.» (24) meâlindeki hadis buna delâlet eder.

«Elinizle kendinizi tehlikeye atmayın» (25) âyetini ileri sürenlere kar­şı Gazzalî «meselâ savaşa girmek de kendini tehlikeye atmaktır, buradaki tehlikeden maksat faydasız veya zararı daha çok olandır...» diyerek cevap vermiştir (26).

Aynı müellif, ihtisabın davet edeceği zarar üzerinde de durmuştur. Muh­temel zarar ya insanın maddî ve manevî varlığına veya içtimâî mevkiine ait olabilir. Ayrıca zarar ya mevcudu yokedici, elden alıcı olur, yahut da bek­lenen bir faydanın husûlüne mâni olur. Bunlardan ancak birincisi için gerçek mânada zarar tabiri kullanılabilir. Şu halde mevcut hastalığı tedavi eden tek doktora karşı, tedaviyi terkedeceği korkusu ile ihtisab terkedilebilirse de «ilerde hasta olursam beni tedâvi etmez» korkusu ile ihtisabın terki tec­viz edilemez. (27)

Zarar muhtesibin şahsında kalmaz; yakın, uzak başkalarına da şamil olursa bu durumda ihtisab yapılmıyacaktır. Bu da bir nevi acz sayılmıştır.

2 — Muhtesib ile kadı ve mezâlim hâkimi arasındaki farklar:

Kadı İslâmda normal mahkemenin hâkimidir. Şer’î mahkeme usulüne göre dâvaları kabul eder ve hükme bağlar. Kadılık müessese olarak daha Hz. Peygamber (s.a.) zamanında teessüs etmiştir.

Mezâlim divan veya mahkemesi ise kadılar veya yüksek devlet memur­larının hüküm ve tasarruflarındaki zulüm iddialarına bakar. Bu mahkeme ilk olarak Emevî Halife Abdülmelik (v. 86) tarafından kurulmuş 28 ve ha­kimliğini de bizzat halife deruhte eylemiştir. Halife Ömer b. Abdulaziz, Meh­di, Hârun er-Raşid de bizzat bu vazifeyi yapmışlar, sonra Hânın İmam Muhammed’i divân-ı mezâlim hâkimi tayin eylemiştir. (29)

Bu kısa tarihçeden sonra asıl mevzumuz olan farklara geliyoruz:

a) Hisbe ile kazâ arasında iki yönden benzerlik vardır:

1. Muhtesib de kadı gibi dâvalara bakar ve hüküm verir; ancak onun sâhası ölçü ve tartı eksikliği, hile, aldatma, vakti gelmiş borcu ödememe gi­bi kendi mevzûuna inhisar eder.

2. Muhtesib de kadı gibi -kendi sâhasında- mahkûmu hükmün icabını yerine getirmeğe icbar eder.

b) Muhtesib isbata muhtaç hak ve dâvalar ile meşgul olmaz; bu dâvalar kadıya aittir. Onun sâhası açık ve itiraf edilmiş haklardır.

c) Kadı kendisine getirilen dâvalara bakar; çarşı-pazar gezerek hak­sız ve gayr-i meşrû fiil ve hâdiseleri kontrol etmez. Halbuki bunlar muhtesibin vazifeleri cümlesindendir.

d) Muhtesibin davranışlarında otorite ve heybet, kadınınkinde ise va­kar ve teenni hakimdir. (30)

Muhtesib ile mezâlim hâkimin arasındaki farklar:

a) Mezâlim hâkimi kadıların üstündedir, onların âciz kaldığı sâhalarda hüküm verir. Muhtesib ise kadılardan daha aşağı bir rütbe ve selahiyet sa­hibidir.

b) Mezâlim hâkiminin kendisine arz edilen her mevzuda hüküm selâhiyeti vardır (31).

D — İhtisâba Mevzû Teşkil Eden Fiillerin Şartları:

İhtisabın meşrû olmayan, dinin kötü ve çirkin kabul ettiği fiil ve dav­ranışlara karşı yapılacağı ifade edilmişti. Mezkûr fiillerin hâlen mevcut, apaçık ortada ve içtihada muhtaç olmaksızın sâbit olmaları lâzım geldiği de ilâve edilirse ortaya dört şart çıkmış olur:

1 — Fiil münker olacak: Burada günah, haram gibi tabirler yerine «münker» kullanılıyor; çünkü münker, dinin vücuda gelmesini menettiği şey mânasında olarak daha geniş bir mefhuma sahiptir. Meselâ çocuk veya de­linin şarap içmesine günah denemez fakat münker denir ve menedilmesi gerekir.

2 — Olmuş, geçmiş veya olması muhtemel bir fiile karşı ihtisab yapıl­maz; ihtisâbın zamanı münkerin icra edildiği zamandır.

3 — Münker açıkta icra edilmekte olacak. Gizlenen münkeri arama ya­parak, tecessüs ile ortaya çıkarmak câiz değildir. Rivâyete göre — Hem Resûlullah (s.a.) hem kendi zamanında ihtisab vazifesini de yürüten — Hz. Ömer birisinin duvarından aşarak adamı münker bir iş üzerinde yakalamış; adam Hz. Ömer’e «Ey Mü’minlerin emiri, ben bir münker işledim sen ise üçünü işledin; Allah tecessüsü men etti onu yaptın, evlere kapılarından girin dedi tepeden indin, girerken izin isteyin dedi istemedin demiş; Hz. Ömer de onu tasdik etmiş ve bir daha yapmaması şartıyle serbest bırakmıştır (32).

4 — Dinde ictihad ve ihtilâf mevzûu olan fiiller de ihtisaba tâbi değil­dir. Bir şâfiî, velîsiz nikâh yapan, nebz (33) içen bir hanefîyi bundan menedemez. Çünkü bülüğa ermiş bir kızı rızâsıyla fakat velisinin izni olmaksızın nikâhlamak ve nebiz içmek şâfilere göre değilse bile hanefîlere göre sahih ve câizdir.

E —İhtisabın Metodu :

İhtisabda takip edilecek usul ve başvurulacak çareler üzerinde de du­rulmuştur. Bu çareler hafiften şiddetliye doğru şöyle sıralanmaktadır: Bil­mek, bildirmek, yasaklamak, öğüt vermek, takdir etmek ve azarlamak, el ile müdahele edip düzeltmek, sopa ile tehdid, sopalamak, silâh çekmek, za­bıta kuvvetleriyle duruma hâkim olmak. Bunların yeri ve kullanılışı üzerin­de yapılan açıklamaları kısaca arzediyoruz:

1 — Bilmek, haberdar olmak: Bundan maksat münkerin işlendiği anda buna müttali olmak ve bilmektir. Daha önce de zikredildiği üzere münkerin işlenip işlenmediğini öğrenmek için tecessüste bulunmak, halkın gizli ka­paklı işlerini araştırmak caiz değildir. Bilgi, ya iyi ahlâklı iki şâhidin bildir­mesi veya açıkça işlendiği için görülmesi yollarından elde edilecektir.

2 — Öğretmek: Münkerin yapılmasının sebebi bazen bilgisizliktir. Bil­mediği için emir ve yasakları çiğneyen, dinî talimata aykırı hareket eden kimseler vardır. Bunlara bilmedikleri hususlar münasip şekilde anlatılırsa davranışlarını düzeltebilirler. Ancak çok kimse bilgisizliğinin ortaya çıkma­sına tahammül edemez ve bu yüzden de gerçeği kabul etmez. Meselâ, na­mazda rükû ve secdeleri tam yapamayan bir kimseye, yalnız olarak, yumu­şak bir dille« biz de dünyaya bilgin gelmedik, bize de namazı büyüklerimiz öğretti, şunu şöyle yaparsanız namazınız mükemmel olur...» şeklinde eksiği­ni söylemek bilmediğini öğretmek gerekir.

3 — Öğüt vermek, doğru yolu göstermek ve Allah korkusunu hatırlat­mak suretiyle önlemek:

Bu, bildiği halde münkeri işleyen; meselâ içkiye, zulme, müslümanları arkalarından çekiştirmeye -bunların haram olduğunu bilerek- devam eden kimseye karşı tatbik edilir. Ona işlediği kötü fiil ile alâkalı âyet ve hadisler, Allah’ın sevgisine mazhar olmuş zevâtın davranışları anlatılır. Yumuşak bir dil kullanılır. Burada muhtesib tahakküm tavrından uzak, gönlü merhamet ve şefkatle dolu, aynı günahı kendisi işliyormuş gibi müteessir olmalıdır. Çünkü bütün müminler bir vücud gibidir. Aynı zamanda muhtesib, kendini muhatabından üstün görmemeli, yaptığı ile böbürlenmemeli, kalbini kibir­den korumalıdır.

4 — Tekdir etmek, kötü söylemek:

Münkeri işleyen iyi ve tatlı sözden anlamaz, öğüt ile alay etmeğe kalkı­şırsa bu yola baş vurulur. Burada kötü sözden maksat küfretmek değildir. «Günahkâr, ahmak, câhil, kaba adam, Allahdan korkuyor musun?» gibi söz­lerdir

5 — El ile müdâhele etmek:

İçkiyi dökmek, ipek elbiseyi çıkarmak, gasb edilmiş arâziden çekip çı­karmak, pis iken mescide girmiş kimseyi tutup oradan çıkarmak bu meto­dun örnekleridir. Bunu tatbik edebilmek için iki şart vardır:

a — Bunları kendisinin yapması söylendiği halde yapmaktan imtina et­mesi;

b — önleyici en hafif müdahele ile yetinilmesi. Meselâ elinden tutmak varken yakasından veya sakalından tutulmaz.

6 — Dövmek veya başka türlü cezalandırmakla tehdid etmek:

İhtisabın bu derecesinde dikkat edilecek nokta, tehdit için söylenen şe­yin dinde câiz ve söyleyen tarafından yapılabilir olmasıdır.

7 — Dövmek:

Bundan önceki çare ve usuller münkeri önlemek için kâfi gelmez ve so­palamak zarûret halini alırsa bu da tatbik edilebilir. Buraya kadar geçen ihtisab çareleri herkes içindir. Sopa ve icâbında yaralama pahasına suçu ve münkeri önleme işi herkes için midir? Bu noktada farklı görüşler vardır. Mutezile devletin memuruna aittir diyor. Gazzâlî zarûret bulunur, daha kötü bir netice de doğmuşsa her müslüman tatbik edebilir görüşünü ileri sü­rüyor (34). Aynı ihtilâf bundan sonraki madde için de vâriddir.

8 — Silâh kullanmak:

Bu son çaredir. Nâdiren baş vurulur. Daha çok karşı tarafın silâh kul­lanması buna sebeb teşkil eder.

Görülüyor ki maksat müslümanları incitmek, küçük düşürmek, fitneyi körüklemek, böbürlenmek değil, onları ikaz ve irşad ederek, gereken ter­biye metodlarını tatbik ederek suçu ve münkeri önlemektir. Bu sebeble muhtesibin ilim, Allah korkusu ve güzel ahlâk sahibi olması gerektiği önem­le tekrarlanmıştır.

E — İhtisabın Tatbik Edileceği Fiiller ve Davranışlar (Münker):

Dinin yapılmasını istedikleri (ma’rûf ve yapılmamasını istedikleri (mün­ker) ihtisâba mevzû teşkil ettiğine göre, bir bakıma devlet başkanlığından en küçük memuriyete kadar bütün İslâmî mevki ve müesseseler ihtisâb ile meşgul oluyorlar demektir (35). Ancak bu hisbenin, ıstılâh haline gelenden daha geniş bir mânâsıdır. Istılahî (terim olarak) hisbenin mevzûuna gelin­ce bunları derli toplu bir şekilde tesbit için üç yoldan yürünmüştür:

1. Belli bir sistem içinde, nazarî olarak ma’rûf ve münker fiilleri tes­bit yolu. Meselâ el-Mâverdî gerek ma’rûf ve gerekse münkeri önce Allah hakkı, kul hakkı ve müşterek hak olmak üzere üç gruba ayırmış, sonra bu gurubları da nevilere ayırarak örnekler vermiştir. Buna göre Allah hakkı olan mârûf içinde cum’a namazı, cemâatle namaz, ezan ve vakit namazları vardır. Bunların toptan terkedilmemesi ihtisâb mevzûudur. İnsan hakları içinde cemiyetin müşterek ihtiyaçları; meselâ yol, su, câmi, şehrin müdâ­faası için tahkimat ile zamanında ödenmiyen borç ve nafakalar gibi ferdî haklar bahis mevzûu edilmiştir. Allah ile kul için müşterek sayılan haklar meyânında boşananların gerekli iddeti beklemeleri, yetimlerin velîleri tarafından gerektiğinde evlendirilmesi kölelerin hukukunun korunması, bu­lunmuş eşya ve hayvanların muhâfazası gibi hususlar vardır. Bütün bunlar muhtesibin, yerine getirilmesine nezaret edeceği ma’rufun nevileridir.

Allah hakkı olan münker ibadetler, muâmelât ve haramlar diye üç kıs­ma ayrılmıştır. İbâdetler mevzuunda: bunların sünnetteki şekillerinden çı­karılması, ilâveler yapılması, alenen ihlâli (oruç yemek gibi) muâmelât mevzuunda fuhuş ticareti, fâsid ve bâtıl akitler, aldatma, hile yapma eksik ve yanlış ölçüp tartma; haramlar mevzuunda ise açık haramlar ile şüpheli şeyler muhtesibin vazife sahasına giriyor.

Kul hakkına tecavüz şeklinde tezâhür eden münkerler bir kimsenin mülk arâzisinden hususî yol geçirmek, duvarını kullanmak, sanatkârlar ve esnaf ile müşteriler arasındaki münâsebetlerdeki haksızlıklardır.

Müşterek haklar cümlesinden olan münkerler içinde yüksek bir kat ve­ya balkondan komşunun harîmine bakmak, mahalle imamının cemâati mu­tazarrır edecek kadar namazı uzatması, hayvanlara ve vâsıtalara fazla yük vurmak, kölelere zulüm ve işkence yapmak, yollar üzerine halkı rahatsız edecek tezgâh veya binalar kurmak, zaruret olmadan erkeğin saç boyaması, falcılık ve bunun gibileri ile geçinmek... zikredilmiştir (36).

2. Böyle bir sisteme ve taksimâta tabi kılmaksızın çeşitli münker dav­ranışları sıralama ve bunların dindeki önemi ile önlenmesi çarelerini müna­kaşa yolu. İbn Teymiyye ile İbnul-Kayyim de bu yolu takip etmişlerdir (37).

3. Bütün ma’ruf ve münkerleri sayıp tesbit etmek yerine, müellifin za­manında müşahede edilen başlıca münker davranışları tesbit yolu. Gazzalî’nin usulü de budur. Hem yazımızın ikinci bölümünde ele alacağımız «tatbi­katta ihtisab» mevzûuna basamak olması hem de Gazzalî devri (450-505/ 1085-1111) din ve içtimâi hayatına ışık tutması bakımından bu müşahedeyi hülâsa olarak arz ediyoruz (38).

(Devamı var)

(1) Krech-Crutchfield-Ballachey, Cemiyet içinde Ferd, «Trc. Prof. M. Turhan», II, 133.

(2) Bertrand Russell, Eğitim ve Toplum Düzeni, «trc. Nail Bezel», İst. 1969, s. 70-81: Lütfi öztabağ, Eğitim Sosyolojisi, İst. 1968, s. 55-58.

(3) Fâtır: 35/18.

(4) El-Buhârî, K. el-Kader, VII, 211 (Matbaa-i âmire); Müslim, VIII, 53, 54.

(5) Mecelletü’l-mecmei’l-ilmî el-arabî, sene: XVIII, s. 417-428; el-Karâfî, el-İhkâm... nşr. Abdulfettâh Ebû-Ğudde, (Dimaşk, 1967), s. 168 (dipnotu).

(6) Rıyâd, 1383, nşr. Abdurrahmân b. Muhammed en-Necdî, C XXVIII, s. 60-120.

(7) Mısır, 1317, s. 219 vd.

(8) Mecelle-i Ümûr-i Belediyye, C. I, (İst. 1922), s. 309-403.

(9) E.V. Zambaur, I.A., «Hisbe» maddesi.

(10) Kâtib Çelebi de kazâyı hisbenin bir bâbı olarak zikrediyor. Keşfü’z-zunûn, İst.

1971, C. I, s. 15.

(10a) M.G. Demombynes, ag. esr.; L. Milliot ag. esr..

(11) El-Mâverdî, el-Karâfî, İbn Haldûn yukarda adı geçen eserlerinde böyle yapmışlardır.

(12) El-Gazzâlî, İhyâu-ulûmi’d-dîn.

(13) El-Mâverdî, el-Ahkâmü’s-sultâniyye, Mısır, 1960, s. 240; el-Gazzâlî, İhyâ, Mısır, 1358, C. II, s. 308.

(14) Alü-îmrân: 3/103.

(15) Gazzâlî, ag. esr., C. I, s. 303.

(16) Alü-İmrân: 3/113.

(17) Et-Tevbe: 9/72.

(18) Alü-İmrân: 3/109.

(19) El-Mâide: 5/81.

(20) El-Mâide: 5/108.

(21) Hâdisler el-Irâkî’nin tenkiti ve tahrîriyle beraber İhyâu-ulûmi’d-dîn’in yukarda mez­kûr tab’ında mevcuttur; C.II, s. 304 vd. Ayrıca bak. et-Tebrîzî, Mişkâtül-mesâbîh, Dimaşk, 1961, nşr. el-Elbânî, C. II, s. 624 vd.

(22) İhtisab memuru olmayan müslümanların da bu işi yapmaları câiz hattâ bazı durumlarda farz olmakla beraber memur ile bunlar arasında dokuz maddelik fark tesbit edilmiştir. Ceza vermek, maaş almak, tahkikat yapmak, kendisine baş vu­rulmak... memura aittir. el-Maverdî, ag. esr., s. 240.

(23) El-Gazzalî, ag. esr., c. II, s. 308-309.

(24) Ebu Dâvûd; Tirmizî; ;İbn-i Mace; et-Tebrizî, Mişkat. C s. 325.

(25) El-Bakara: 2/195.

(26) El-Gazzalî, ag.esr., C. II, s. 315.

(27) Tafsilât ve çeşitli örnekler için bak. el-Gazzalî, ag.esr., C. II, s. 315-320.

(28) El-Karafî, el-İhkâm, s. 162

(29) Prof. Ebu’l-Ulâ, Med. Huk. s. 242; el-Karafî ag. esr., S. 167-168.

(30) El-Karafi kadı ile mezâlim hâkimi arasında 10 fark tesbit etmiştir ag. esr., s. 164. (dipnotu).

(32) El-Gazzalî, ek. esr., e. II, s. 320.

(33) Kuru Hurma veya üzüm üzerine su koyup bekletilerek elde edilen bir şurup olup şarap haline gelmediği ve sarhoş edici olmadığı için hanefîlere göre içilebilir.

(34) El-Gazzalî, İhya..., II, 328

(35) İbn Teymiyye, el-Hisbe, s. 67 vd.

(36) El-Mâverdî, el-Ahkamu’s-Sultaniyye, s. 244 vd.

(37) İbni Teymiyye, ag. esr., s. 69-106; İbnü’l-Kayyim, et-Turuku’l-Hukmiyye... s. 219 vd.

(38) El-Gazzalî ag. esr., II, 330-337.