Makale

HİKÂYE/ Cehennem Vadisi

Oğuz M. YORGANCIOĞLU

Cehennem Vadisi

ALTI günden beri İngiliz (işlerindeki yeşil çimenli bir vadideydik. Burası üsler bölgesinin oyun sahalarının, hipodromun yer aldığı düzlüktü. Yeşil çimenlerinden başka suni olarak yetiştirilmiş düzenli bir ormanı, yaz-kış durmadan akan birkaç pınar vardı. İngilizler buraya "Happy Vally" - Mutluluk Vadisi, Cennet Vadisi demişlerdi. Derdi, kaygısı olmayan insanlar için gerçekten öyleydi. 20 Temmuz Barış Harekâtından sonra Mehmetçiğin ayak basamadığı Güney köy ve kentlerinden biz Türkler için de öyle. Çünkü gâvurun zulmünden, gazabından kaçabilenler can ve namuslarımızı ancak burada kurtarabilmiştik. Ve yaşamak, Rum zulmünden uzak yaşamak gerçekten güzel bir şeydi. Hep öyle zannediyordum.

Ama gün geçtikçe herkes gibi benim de düşüncem değişti. Gelenlerin sayısı durmadan artıyordu. Her yeni gelen Rum zulmünün bir başka örneğini anlatıyordu. Taa Baftan gelen-lerden tutun da hemen üstlerin yanı başındaki Çayönü ve Yalova köylülerinin anlattıklarına kadar. Ve ben liseli bir genç Türk kızı olarak hayretten hayrete düşüyordum. Ayrı ırktan da olsa insan insana bu kadar kötü muamelede bulunabilir mi? diyordum kendi kendime.

Bu merakla çadırlar arasında dolaşmağa, insanların durumlarını incelemeğe koyuldum. Aç çocuklarını avutma sözlerle doyurmağa çalışan analar gördüm içim sızlayarak. Tuvalete gidebilmek için kuyrukta sıra bekleyen insanlar gördüm utanarak Ve soydaşlarımı karavandan yiyecek verecek diye kuyruğa dizen ve onlara esir bulamacı dağıtan İngiliz’in kepazeliklerini gördüm. Kendine sığınan savaş mültecilerine esir muamelesi yapan İngiliz’in kepazeliklerini. Bu vadi adı gibi mutluluk vadisi değildi gözümde anık. Burası bir "Cehennem vadisi" idi. Türkler, buraya sığınan mülteci Türkler için tam bir Cehennem Vadisi.

Altıncı günün öğle sonrası benim için en acıklı gün oldu. Gördüklerimden, duyduklarımdan anlıyordum ki, bu vadinin azap topraklarından farkı yoktu.. Cehennem azabı çektiren bir yer. Aklıma gelen ad da hiç yakışıksız değildi. Cehennem Vadisi.

Saat altı sıralarıydı. Kampın en kenarındaki çadırımızın yakınlarında ansızın bir kalabalık oluştu. Koşuşmalar, bağrışmalar, alıp gitmişti.
-Çabuk su getirin. Bir kova soğuk su...
-Kolonya bulursanız bir şişe de kolonya»
-Şu otların üzerine taşıyın onu orası biraz yumuşak.

Onbeş yaşlarında bir delikanlı yangın kovalarından birine su doldurmuş, acele yetiştirmişti. Iri-yan esmer bir adam aynı aceleyle kovayı kaptı. Avuçlarını su ile doldurarak yerde yatanın yüzüne çarptı. Onu hafifçe tokatladı. Bir başkası bileklerini oğuşturdu. On dakika kadar uğraştıktan sonra yatan kendine gelebildi. Bu arada kalabalık arasına karışmış olanları seyrediyordum. Bayılan 20-22 yaşlarında, esmer orta boylu tıraşı uzamış bir gençti. İri yan adam:
-Aç gözlerini be oğlum, kimsin, nerden geliyorsun? Anlat bize. Buraya kadar geldin de dayanamadın mı? Niye düşüp bayıldın?

Açlıktan karnı çökmüş, uykusuzluktan göz çukurları kan dolmuş, susuzluktan yüzü morarmış, dudaktan çatlamış genç
-Ben... ben dedi ve ağlamaya başladı. Hıçkırıklarla, içten bir ağlayış. Daha yeni ayılan bir kişinin üzerine düşmemek gerekti, tekrardan bayılabilirdi. Esmer adam bunu anlamış gibi hemen avuçlarına su doldurup gencin üzerine çarptı. Genç şuursuz bir.hareketle dudaklarını ıslatan suyu yaladı ve
-Su... bir bardak, su dedi.
Yaşlı bir kadın bu arada bir tabak çorba getirmişti.
-Sıcak çorba getirdim, verin de içsin, dedi.
Esmer adam uzanıp aldı. Ama;
-Bu yanıyor hanım dedi, onun midesinde hiçbir şey yok, biraz su verelim önce. Su getirdiler, bir değil üç bardak içti. Gene de susuzluğunu giderdiği söylenemezdi. Herkes meraktan, hayretten diz çöktü veya çömel-di etrafında. İri yan adam şefkatten tekrar sordu:
-Söyle bakalım oğul sen kimsin, nereden geliyorsun?
Oğlan cevap vermedi. Gözü çorba dolu tabaktaydı. Anladı esmer adam, uzattı çorbayı. O yanar çorbayı kaşla göz arasında bitirdi oğlan, herkesin şaşkın bakışları arasında. Bu bakışların farkına varmış olacak ki utandı sonradan. Bir sigara uzattılar çorbanın üstüne. Yakıtı ve dumanı derin derin ciğerlerine çekti. Yüzündeki bitkinlik ve yorgunluğun yerini acı bir ifade bürüdü. Sanki yaşadığı olayları kafasında tekrardan yaşıyor veya onları bir sıraya koymağa çalışıyordu. Esmer adam sabır ve şefkatle aynı soruyu üçüncü kez tekrarladı:
-Söyle bakalım oğul, sen kimsin, nereden geliyorsun?
Genç, etrafını çevreliyen kalabalığa dikkatle göz gezdirdi. Sigarasından derin nefesler çekti ve üfledi. Hiç duman çıkmadı. Bir daha çekti. Fakat bu kez duman üflemedi. Soğuk ve dane dane fakat kinle, nefretle dolu söze başladı:
-Ben dedi, Taşkentliyim (Dohni). Çıkarma günü her köy gibi bize de saldırdılar. Elimizden geldiğince karşı koyduk, Bilirsiniz köy küçük, nüfus az. Sonunda teslim olduk. Silâhları topladılar. Bazılarımızı dövdüler, saklı silâh varmış onları istediler. Yoktur dedik, yoktur dediğimiz için tekrardan dövdüler ve bıraktılar, öğle sonu biz erkekleri ayırarak otobüse doldurdular. Sizi Limasol esir kampına götüreceğiz diyerek, bilmediğimiz ağaçlı bir vadiye götürdüler. Otobüsten indirip bize yiyecek verdiler. İçime kuşku düşmüştü. Kardeşime söyledim kuşkumu. Bizi dinleyen babam;
-Bu iş benim de hoşuma gitmedi ama aklını Kötü yerlere yorma, belki bize Kötülük yapmazlar, dedi.

Sonra bize sigara verdiler. Okuduğum bazı romanlardaki idam mahkumlarına benzettim kendimi. Fakat dikkatle baktığım halde. Rumların yüzlerindeki ifadeyi anlayamadım.
Delikanlı durakladı. Dili damağı kurumuştu. Bir bardak daha su istedi. Verdiler, kısılan donuk gözlerinde gözlerinin ta derinlerde bîr ışık parladı. Bir şeylerden korunmak istercesine başını elleri arasına aldı ve devam etti:
-Sigaralarımız bitince..
-Sıra olun dediler bize. İçime korku düştü. Galiba herkesin de aynı. Herkes istemiye istemiye sıra oldu.
-Çabuk, dedi Rum çavuşu, sallanmayın. Öbürü:
-Ceplerinizde ne varsa yere atın, kol saatlerinizi de diye bağırdı.
Dediklerini daha henüz yapmamıştık Yahut yapmağa fırsat bulamamıştık. Makineli tüfeklerle bizi taradılar. Ben isabet almamıştım. Ama diğerleriyle beraber yere yuvarlandım. Yanımdakinin beyninden bir parça sıçramış benim saçlarıma yapışmıştı. Beni de öldü zannettiler. İçlerinden birinin-,
-Gidip buldozeri getirelim de suntan gömelim, dediğini duydum.
Ayak sesleri uzaklaştı, otobüsle cip çok geçmeden hareket etti ve sesler kayboldu. "Çok geçmez gelirler" dedim kendi kendime. Bir yandan da gözlerim kapalı vücudumu yokluyor, yaram var mı diye bakıyordum. Bir ses duydum:
- Aranızda sağ kalan var mı?
-Ben, dedim gayrı ihtiyari ve gözlerimi açtım. Çoban Cemal’di.
-Kalk kaçalım, dedim.
-Sen kaç, kurtul.
-Sen de gel.
-Ben gelemem, ayak kemiğim kırık. * .
-Ama seni bırakamam.
-Beni düşünme, kaç kurtul, çok geçmeden gelir o kâfirler. Hadi çabuk.
Çoban Cemal öyle diyordu ya, ben canevimden o saat vuruldum. Sağ yanımda babam yatıyordu, sol yanımda abim. Abimin beyni parçalanmıştı. Saçlarıma onun beyni bulaşmıştı. Çoban Cemal durumumu far-ketmiş, durmadan azarlarcasına bağırıyordu:
-Çabuk kaç, kaç kurtul, uzaktan buldozer sesi geliyor, on dakikaya varmaz gelirler. Git, üslere git de durumu bildir. Hiç olmazsa köyde kalanları, kadınlarla çocukları kurtarsınlar.
Ben halâ tereddüt içindeydim. Ama çoban Cemal haksız değildi. Gözüm arkada hem giderek, hem dönerek ilerledim. Sanki yüreğimin yarısı kopmuş da geride kalmıştı. Aklım bana kaçmayı emrediyor, ayaklarım beni sanki geri çekiyordu. Çoban Cemalin sözleri beynimde yankılanıp duruyordu. "Git durumu bildir de köyde kalanları kurtarsınlar". Ancak yarım mil uzaklaşmıştım ki buldozerin homurtusunu duydum. Yamaçtaki yoldan vadiye doğru iniyordu. Bodur meşelerin arasına gizlenip onları gözetledim. Olay yerine varır varmaz hendek kazmaya başladı. Bu işi bitince hareket eden karaltılar gördüm. Üç el ateş işittim. Ardından bir daha ve on dakika içinde uzaklaşıp gittiler. Yüreğim parça parça oldu. Dört gün üç gece kâh uyuyarak, kâh yürüyerek buraya ulaştım. Onlar öldü ve ben yaşıyorum... Bu yaşamaksa.
Konuşmaktan yorulmuş, dili damağına yapışmıştı. Bir bardak daha su istedi. İçtikten sonra soran bakışlarla onu dinleyen kalabalığa: ’
-İşte hepsi bu! Dedi.
0 gece hiç uyuyamadım. Gözlerim açık, çadırın tavanını gözledim. 0 karanlık içinde gencin anlattığı korkunç sahne gözümde tekrar tekrar canlandı. Beyni fırlamış genç, tek kelime söylemeğe fırsat bulamamış Ahmetler, Mehmetler, Hüseyinler ve yaralı kalıp ölmediği için vücuduna dört kurşun daha sıkılan çoban Cemal.
Bu vadiye sığınmış on bine yakın Türk’ten hangisine sorsanız, bundan daha az acıklı bir sahne anlatacaktır size. İşte bu on bin kişilik mülteci grubunun hayat tablosu. Rumların zul-münden kaçtıkları halde, aç susuz bırakılan, üstelik esir muamelesi yapılan mülteci kampının olduğu vadiye Cehennem Vadisi’nden daha uygun ad olur mu? Siz söyleyin.