Makale

Suya Seccade Salanlar

Rıza AKDEMİR
Merkez Valisi


"Suya seccade salanlar."

15 ’inci, 16’ ncı ve 17’ nci asırlar şevk ve ihlâs dolu 1 Türk akıncılarının serhat ufuklarına doğru dolu dizgin at sürdüğü devirlerdir.
1353’te Süleyman Şah’ın Rumeli’ye geçişi ile başlayan bu sonsuz sefer 1683 yılına kadar, hemen hemen hiç aksamadan tam 330 sene devam etmiştir. Süleyman Şah’ın Rumeli’ye geçişini bir şair iki mısra ile edebiyata ve ebediyete hediye etmişti.
Keramet gösterip halka suya seccade salmışsın,
Yakasın Rumeli’nin dest-i takva ile almışsın.
Bu iki mısrada billurlaşan iman pırıltısına bakınız... Halkın yüce ve sâf inancında Süleyman şah dua ederek namaz seccadesini suya salmakta, köpüklü ve dalgalı denizi geçerek kırk dilâver ile Rumeli’ye a-yak basmaktadır. Asya’nın cengâver çocukları, islâmın nurlu bayraktarları yeni bir toprak parçasında ilâ-yı kelimetullah için kılıç sallamanın coşkun sevinci içindedirler.

Bugün sayfalarımıza aldığımız "AKİNCİ" şiiri böyle bir destan devrinin hatırası içinde yazılmıştır. Evlâd-ı Fatihan neslinden olan kudretli şâir Yahya Kemal Beyatlı, bu değerli şiiri ile bize mazinin ihtişamlı kapısını açmakta ve Garbın imparatorlarına özengi öptürdüğümüz, baş eğdirdiğimiz devirleri anlatmaktadır.
Nesir olarak sunduğumuz eser ise Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun nefis bir sanat abidesidir. Geçici zevklerin bulanık pınarlarında susuzluğunu teskine çalışan, âvâre ve vahi günlerin salıncağında ömrünü geçiren bir neslin uzun yıllar katederek, Islâmın mabedine ulaşmasını veciz bir üslûbla dile getirmektedir.
Yazarın, Ruhu kemiren sıtmanın, kalbi ezen endîşenin ve bedeni bir samyeli gibi kavuran ıstırabın tek ilâcı ve dermanı olarak camii ve Kuran sesini göstermesi ne kadar manâlıdır. Yahya Kemâl Beyatlı’nın "Akıncı" isimli şiiri ile Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun "Mevlûdu şerif Beni Terbiye etti" başlıklı yazısını zevkle sütunlarımıza alıyoruz. Bu coşkun şiiri ve bu müstesna yazıyı dikkatle ve tekrar tekrar okumanızı diliyoruz.

BİR ŞİİR
AKINCILAR

Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik; Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kaa/îlelerle...
şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan, Şimşek gibi Türk atlannın geçtiği yoldan.
Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla..
Cennette bugün gülleri açmış görürüz de Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik, Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik/
Yahya Kemâl beyatlı

BİR NESİR
Mevlûdu Şerif beni terbiye etti

DÜN, Ayasofya, Beyazıt ve Şehzade camileri emsali görülmemiş bir cemaatle dolu idi. Kadın, erkek, çoluk çocuk binlerce müslüman, Eskişehir önünde şehit düşen mübarek din ve kan kardeşlerinin ruhuna ithaf edilen mevlûdu şeriflere iştirak için fevç fevç bu mabede koşuyordu. Biz bu müheyyiç izdihamı yalnız Ayasofya’da gördük fakat diğerlerini görenler de cami içlerinden avlulara taşacak kadar mehabetli cemaatlerden bahsediyorlar. Câmilerimizdeki bu tezahürat bize eski zamanları hatırlattı. Dömeke, Golos ilâh. Zaferleriyle tetevvüç e-den 1898 Yunan seferinde de böyle sık sık camilerimizde içtimalar olurdu, şühedânın ruhuna mevlütler ithaf edilir, ordu için beliğ dualar okunurdu ve ebedî nusret temenni edilirdi. O zamanlar Türklük millet, halk mefhumları ve bunları ifâde eden lehçe bizce henüz malûm de-ğildi; bütün heyecanlarımız yalnız dinî mahiyette mütecellî idi. Bütün zaferlerimiz birer mukaddes menkîbe haline girerdi. Büyük kumandanlarımızın muvaffakiyetini, şecaat ve şehâmetini ancak ilâhî bir tarzda teganni ederdik içimizde hissettiğimiz manevî kuvvete, ruhani inşiraha esrarengiz şeyler karışırdı. Bundan daha evelki zafer bayramlan-mızı görmedim, bilmiyorum, fakat beyaz sakallı Abdülezel Paşa’nın, yağız çehreli Ethem Paşa’nın simalar ile âdeta timsalî bir mahiyet alan o gazamız, çocukluğumun en tatlı, en silinmez hâtıralarından birisidir. Mensup olduğum milletin kuvvetine itimadı, mensup olduğum dinin hakikatine imanı ilk defa olarak zannederim o zaman öğrendim. Ondan sonra gençliğimiz bir sürü nikbet ve mesâip arasında geçti, hiç bir iyi gün görmedik. Kalbe endîşe, korku, şüphe ve nevmidî veren zehirli bir hava içinde kavrulup gittik. İçimizden bir çokları imânını tamamıle kaybetti-, bazıları bir zillet ve rezilet batağı içinde boğulup gitti, kimimiz vâhı zevkler ve süfli hazlar vadisinde teselli aradık. Hülâsa bütün bedbaht nesil böyle perişan oldu. Dün birdenbire kendimi o heybetii cemaatin içinde bulur bulmaz sandım ki yeniden hayata doğuyorum. On yaşımdan otuz iki yaşıma kadar geçirdiğim meş’um bir devrin bütün tesiratı ve bütün inti-baatı birden bire üstümden srynlı-verdi; sanki bu devir bir kâbustu ve ben birden bire bu kâbustan uyanıyordum. Gençliğimi dolduran bütün o şüpheler, tereddütler imânın zayıf düştüğü o buhranlı ânlar, bir takım sahte ve müfsit bilgilerden hâsıl olma şeytanî irfanın sıtmaları hepsi, hepsi bu mabedin havası içinde, bu cemaatin hararetinde eriyordu. Ağır bir hastalıktan sonra nekahat devrine girmiş bir hasta gibi idim Hayatı, aydınlığı büsbütün başka bir lezzet, başka bir iştiyakla görüyor, hissediyorum. Meğer senelerden beri aradığım halâs ve selâmet yolu, senelerden beri özlediğim hakikat ne kadar yakınımda imiş! Nafile yere nefes nefese bir çok mürşitlerin peşinde koştum; bir çok müncilerin yolunu bekledim, bir çok halaskarlara doğru ellerimi uzattım, yıllarca istimdat ettim!
Rabbime bir kere hamdüsena olsun ki, dünden beri hakikat ve selâmetin bir cami ile bir cemaat haricinde bulunmadığını biliyorum. Beş on senedir, garba uymak için acılığımız bütün o konferans salonlarında halkı zorla topladığımız o miting meydanlarında görülen şeyler, işiti-len sözler bir hocanın kıraat ettiği menkıbeden ve bu cemaatin sükûtu önünde bana ne kadar yavan, vahi göründüler. Meğer biz içinden çıktığımız hakikî âlemi bırakıp onun yanında kitaplardan öğrenilmiş sun’î bir âlem icad etmek istemişiz ve bu âlemde hakkı, selâmeti aramışız; hak ve selâmetin samimiyetinden, sıdkı hulûsundan mürekkep bir hava haricinde yaşanabileceğine zâhib olmuşuz ve serhadlarımızda askerlerimiz bizi "Allah! Allah!" nidaları ile müdafaa ettiği sırada biz Allahtan başka şeylere inanmışız!
Dün ilk defa olarak kemâli vuzuhla anladım ki, bizim on seneden beri bu halka yaptırmak istediğimiz şeyler, birer maymunluktan ibaretmiş. Niçin noktai azimetimiz bu ca-miler olmamış? Niçin bu cemaati bir sokak kalabalığı haline sokmağa çalışmışız? O cemaat ki bütün kuv-vei camiasını dininden alıyor, o cemaat ki koca bir ümmetin bir kısmıdır ve evi, barkı, yurdu, vatanı, "cami’dir. Başı sıkıya gelince koşup sığındığı, kalbi inşiraha mazhar olunca gidip toplandığı bir "câmi"dir. O, ne milli kulüplerde, ne harsî konferans salonlarında, ne de siyasî miting meydanlannda burada hissettiği emniyeti, huzuru, munisliği bulabilir.
Münevverlerimiz halk mefhumu garp âlemine göre anladıkları için bizim halkı da, garptaki teşkilât usûllerine göre sevk ve idare etmeği düşünüyorlar ve bu yolda yapılan tecrübelerin neticesizliğini müşahede edince onu âtıl, müteassıp, kabiliyetsiz bir kütle telâkki eylemek mecburiyetinde kalıyorlar. Halbuki halk bu münevverlerden müteşekkil sınıfın ika ettiği sun’î, alafranga muhitin haricinde kendine göre hayatını yaşıyor. Bu hayat ise derûnf bir vecd ile daima müteyakkızdır. Heyecanlarını, kaderlerini, meserretlerini, öfke ve inşirahını göstermek için bizim muavenetimize arzı ihtiyaç etmiyor; bizim bulduğumuz vasıtaların ona lüzumu yoktur. Çünkü onun kendine göre sevaiki olduğu gibi kendine göre vasıtaları da vardır. Nitekim dün münevverlerimizden hiç birinin haberi olmaksızın camilerimizde vuku bulan içtimalar böyle kendiliğinden olmuş, böyle teşviksiz, teşkilâtsız, sırf halkın ümmetin diyecektim ruhî sevaikiyle insiyakı" bir surette vuku bulmuştur.
Dün ilk defa olarak câhil ve âtıl bir kütle telâkki ettiğimiz halk memleketin münevverlerine bazı ulvî hakıkatların sırrını öğretti. Bunlardan biri, kalbin akıldan üstün ol-duğudur. İkincisi sıdk ve hulûs, imân ve itikat haricinde necat yolu bulunmadığıdır. Üçüncüsü millet ile ümmet mefhumlarını birbirinden a-yırmamak lâzım geldiğidir.
8 Nisan 1337 (1921)
Yakup Kadri Karaosmanoğlu