Makale

MEVLİD İ NEBİ (S.A.S.) MÜNASEBETİYLE

MEVLİD İ NEBİ (S.A.S.) MÜNASEBETİYLE

Lûtfi ŞENTÜRK

Ankara Merkez Vaizi

“And olsun ki, mü’minler daha evvel apaçık ve kat’î bir sapıldık için­de bulunuyorlarken, Allah içlerinden ve kendilerinden, onlara âyetlerini okuyan, onları tertemiz yapan, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir Pey­gamber göndermiş olduğu için, büyük bir lütuf da bulunmuştur.[1]

Yüce Rabbimiz, kendimizden, bize bizden daha çok acıyan, saâdetimize çalışan Resûlullâh Salla’llâhu Aleyhi ve Sellem’i göndermekle, bize en büyük lûtufda bulunmuştur,

O Peygamber ki, bize doğru yolu gösterdi. Putlara tapmanın, Allah’a şirk koşmanın, Allah’a yapılacak ta’zîmi yaratıklara, canlı ve cansız var­lıklara yapmanın sapıklık olduğunu bildirdi.

O Peygamber ki, bize, hidâyet rehberi olan, bizi karanlıktan aydınlı­ğa, hurâfattan hakikate, vahşetten medeniyyete, esâretten hürriyete, cehâletten ilme kavuşturan Kur’ân-ı Kerîm’i öğretti.

O Peygamber ki, bize, ahlakî faziletleri, bizzat örnek olmakla, tâlim etti.

Bugün insanlık nâmına her neye sâhib isek hepsi O’nun eseridir. Ni­tekim merhum Mehmed Akif:

Dünyâ neye sahihse O’nun vergisidir hep,

Medyun O’na cem’iyyeti, medyun O’na ferdi,

Medyundur o ma’sûma bütün bir beşeriyyet,

Yâ, Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.

demiştir.

İşte bundan dolayıdır ki, biz mü’minler her yıl O’nun doğum yıldönü­münü büyük bir dînî heyecanla karşılar, O’nun yüksek ahlâkım, fazilet ve kemâlini dile getirmek ve O’nun hayat veren Sünnet-i Seniyyesine uymağı birbirimize tavsiye etmekle, bu mutlu günü kutlarız.

Bu münâsebetle şu yazımızda O’nun yüksek ahlâkının tek bir şubesi­ne kısaca temas etmek isterim. O da O’nun imâm, Allâh’a bağlılığı ve dâvânın başarıya ulaşacağı hakkındaki ümididir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, küfrün, şirkin, zulmün, cehâletin ve esa­retin hüküm sürdüğü ve gönüllerin ilahi nur ve ışıktan mahrum bulundu­ğu bir devir ve yerde dünyâya geldi ve bu hava içinde büyüdü. Cenâb-ı Al­lah kendisini Peygamberlik vazifesi ile vazifelendirip, kavmini Allâh’a ibâ­dete çağırmasını emretti. O da Rabbinden telâkki ettiği bu emirle kavmini davete başladı. Fakat inkâr ve tecâvüzle karşılaştı. Kendisine ve kendisi­ne uyanlara her türlü eza ve cefâ yapıldı ve dâvâsından vazgeçmesi için her vâsıtaya başvuruldu. Ama O’nun İmânı ve dâvânın başarıya ulaşacağı hakkındaki ümidi karşısında, müşriklerin bütün çalışmaları hezimete uğ­radı. Çünkü O, inanıyordu ki, Allâhu Teâlâ fazilet ve fazîlet sâhiblerine yardım edecekti. Nasıl inanmasın ki, Cenâb-ı Allah:

“And olsun ki, (Peygamber olarak) gönderilen kullarımız hakkında bizim geçmiş bir sözümüz (vardır): Muhakkak onlar, behemahal onlar yardım olunacak ve zafere ulaştırılacaklardır. Muhakkak bizim ordumuz, herhalde onlar galebe edicidirler.”[2] âyet-i kerîmesi ile bunu va’d buyu­ruyordu. Va’dinde hulfetmiyeceği muhakkak olan Allâhu Teâlâ’nın bu va’di karşısında ümidsiz olmak elbette doğru olamazdı. Halbuki yeis —ümidsizlik— felâketti; kâfirlerin ve sapıkların sıfatı idi. Nitekim Cenâb-ı Hak:

“Kâfirler güruhundan başkası Allâh’ın rahmetinden ümidini kesmez.”[3] buyurmuştu.

Müşrikler, Resûl-i Ekrem Efendimiz’i himâye eden amucası Ebû Tâlib’e, son bir def’a yaptıkları müracaatta, kendisinin, nezdlerinde mevkî ve şerefi olduğunu, daha evvel kardeşi oğlunu dâvâsından vazgeçirmesi için yaptıkları ricayı yerine getirmediğini, yeğeninin, cedlerini kötülediği­ni, putlarını ayıpladığını, artık bu duruma sabredemiyeceklerini, dâvâdan vazgeçirilmediği takdirde ellerinden gelen her türlü fenâlığı yapacaklarını söylediler. Bunun üzerine Ebû Tâlib, Resûl-i Ekrem Efendimiz’i çağıra­rak durumu kendisine bildirdi. Kemâl-i dikkat ve nezâketle amucasını dinleyen Resûl-i Ekrem Efendimiz:

“Amuca, Allâh’a yemin ederim ki, bu dâvâdan vazgeçmek üzere gü­neş’i sağ elime, ay’ı da sol elime koysalar, vazgeçici değilim. Allâhu Teâlâ’nın bu dini üstün kılmasına kadar çalışacağımı veya bu uğurda öleceğim.” diye cevap vererek, Allâh’a olan bağlılığını belirtti.[4]

Görülüyor ki, o en yalnız zamanlarında bile ümitsizliğe düşmüyor, İslâm Dîni’nin üstün geleceği, gönüllerde ma’rifetu’llâh ışıklarının yana­cağı günü bekliyordu.

Resûl-i Ekrem Efendimizin Allah’a bağlılığı o kadar kuvvetli idi ki, en ma’kûs şartlar İçinde bile ümîdini kesmiyordu. Necid tarafında bir gaza dönüşünde dikenli ağaçları bol bir vâdîye inilmişti. Ashâb-ı Kirâm ağaç altlarında gölgelenmek üzere vâdîye dağılmışlardı. Resûl-i Ekrem, Efendi­miz de kılıcını bir ağaca asarak ağacın altında istirahat ediyordu. Bunu fırsat bilen bir bedevi usulca kılıcı asılı olduğu yerden aldı ve kırandan çı­kardı. Tam bu sırada Resûl-i Ekrem Efendimiz uyandı ve elinde yalınkılıç birisinin başucunda durduğunu gördü. Adam: “Bakayım, benden seni kim kurtaracak?’’ deyince, Resûl-i Ekrem Efendimiz hiç tereddüt etmeden: “Allah kurtaracak.” buyurdu. Adam soruyu tekrarladı ve aynı cevâbı aldı. Bunun üzerine adam kılıcı kınına koydu.[5] Başka bir rivayette de, adam titremeğe banladı ve kılıç elinden düştü.

İşte şu îmânı, ümidi ve Allah’a bağlılığı sâyesindedir ki, mübarek dâ­vası en kısa zamanda başarıya ulaştı ve gönüllerde yerleşti.

Ne mutlu O’nu örnek alana ve Sünnetine uyana.

Allah’ım, bizi O’na lâyık ümmet olan kullarından eyle ve azîz vatanı­mızda huzur içinde her yıl O’nun doğum yıldönümünü kutlama bahtiyarlı­ğını nasîb eyle! Âmin.



[1] Âl-i İmrân Sûresi, âyet: 164.

[2] Es-Sâffât Sûresi, âyet: 171-174.

[3] Yûsuf Sûresi, âyet: 87.

[4] Sîre İbn-i Hişâm, c. I, s. 244, 245.

[5] Müslim, cüz 6, s. 62.