Makale

KUR’AN-I KERİM VE MÜSLÜMANLAR

KUR’AN-I KERİM VE MÜSLÜMANLAR

Doç. Dr. İsmail CERRAHOĞLU

Konumuz olan “Kur’ân-ı Kerîm ve Müslümanlar”a geçmeden önce, İslâm’ın zuhûrundan evvel, İnsanların durumuna çok kısa olarak bir göz atmak, hâdiselere ıgık tutma yönünden, faydalı olacaktır. Kur’ân’ın nüzûlünden evvel İnsanlar, amel ve akâld yönünden ya ifratta veya tefritte idiler. Orta bir yolu tâkip etmekten uzaktı­lar. Bu İki gruptan biri, kendini sâdece maddiyyâta bağlıyor ve bunu elde etmek için her türlü çâreyi mübah görüyordu, icâbında kan dökme gibi yollara tevessül edi­yor, nefislerine rûhî ve mânevi lezzetleri taddırmayı lâyık görmüyordu. Diğer grup ise, şu söylediğimizin aksine, yaratılışın icâb ettirdiği maddî şeylerden zevk almayı unut­muş, dünyâdan yüz çevirmiş ve nefsine maddiyyâtı harâm etmişti. Arap Yarımadasında yaşayan çeşitli insanların veya kabilelerin umûmi manzarası bu şekilde idi. Birbirine zıt olan bu iki grubun birincisini yahûdîler ve putperestler, ikincisini de hristiyanlar temsil etmekte idi.. Şunu da belirtelim ki, Arap Yarımadasında, Hz. İbrâhim dînine bağlı olan Haniflerin adedi parmakla sayılacak kadar az olduğundan, onların bu iki grup arasında bir varlık gösterecekleri bahis konusu olamaz.

İslâmiyet’in zuhûru esnâsındaki umûmi dünyâ târihi tetkik edilirse, görülür ki, dünyâdaki insanlar da bu iki fikir etrâfında gruplaşmakta; onlar bu fikirlerle idare edilmekte ve hedefleri tahdit olunmakta idi. İslâm, her iki grubun tâkip ettiği yolu tenkid etmiş ve bu yolda olanları kötülemiş, insanları orta, mutavassıt, i’tidali bir yola sevketmeye çalışmıştır. Bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de âyetler pek çoktur. Biz bunlardan birkaç tâneslni örnek vermekle iktlfâ edeceğiz.

“Kim (yalnız) dünya hayâtını ve onun zinet (ve ihtişâm) ını arzu ederse, onların yaptıklarının (çalıştıklarının) karşılığını burada tamâmen öderiz. Onlar bu husasda bir eksikliğe de uğratılmazlar.” (Hud Sûresi, 15).

“Onlar öyle kimselerdir ki, âhirette kendilerine ateşten başkası yoktur. (Dünyâ­da) işledikten şeyler (hattâ yaptıkları bütün iyilikler) orada boşa gitmiştir. Zâten yapageldikleri boştur onların.” (Hûd Sûresi, 16).

“Dünyâ hayâtı bir oyandan, bir oyalanmadan başka birşey değildir. Ahiret yar­da ise sakınacaklar için elbet daha hayırlıdır. Hala akıllanmıyacak mısınız?’’ (En’am Sûresi, 32).

“De ki; Allah’ın kulları için çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıkları kim haram etmiş? De ki: Onlar, dünyâ bayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnız onlara hasdır, İşte biz Ayetleri, bilirler için, böylece tafsil ederiz.” (A’râf Sûresi, 32).

“... Rehbâniyete gelince, biz onu onlara farzetmedik. Onu, kendileri Allâh’ı hoşnud etmek için ortaya çıkarmışlar, böyle iken ona hakkiyle riâyet etmemişlerdi,..”

(Hadîd Sûresi, 27).

“Allah’ın sana verdiği bu servetle âhiret konağını kazanmaya çalış. Dünyadaki payını da unutma, Allah sana nasıl iyilik etti ise, sen de (başkalarına) ihsanda bu­lun. Yeryüzünde fesad arama. Çünkü Allah fesatçıları sevmez.” (Kasas Sûresi, 77).

“Artık o namaz kılınınca yeryüzüne dağılın. Allâh’ın fazlından (nasib) arayın. Allah’ı çok zikredin. Ta ki, umduğunuza kavuşasınız.” (Cum’a Sûresi, 10).

İlk üç âyet, maddiyâta bağlananları, diğer ikisi, mâneviyattan başka bir şey tanımıyanları kötülemekte, son ikisi de İslâm’ın yolunu göstermektedir.

Kur’ân-ı Kerim’in nüzûlünün asıl gayesi, beşer aklını yükseltmek ve onu doğru yola sevketmek, maddi ve rûhî yönden en İyi şeklide insanları menfaatlandırmaktır. O, akâidi ıslâh, ahlâkı güzelleştirmek ve içtimâi nizâmın kâldelerini koymakta mûtedil bir yol tâkip etmiştir. Pek çok âyetlerinde insanları zulmetten nûra, doğru yo­la sevkeden prensipleri ortaya koymuş, yapılan kötü işlerin neticesiyle korkutmuş, Öbür âlemdeki güzel hayâtı müjdelemiş ve onları en güzel şekilde vasfetmiştir. Bütün bunların hepsi insanoğlunun saâdeti içindir. Böylece Kur’ân-ı Kerim gerek şahsî ve gerekse cemiyetin ahlâkî hastalıklarına ilâç olmuş, içtimâi müşkülleri halletmiş, doğru ve temiz hayat yolunu çizmiş ve şu esasları vazetmiştir:

“Gerçek bu Kur’ân (insanları) öyle bir şeye (yola) doğrultub götürür ki, o, en âdil ve en doğru bir yoldur...” (İsrâ’ Sûresi, 9).

“(Bu) öyle bir Kitab’dır ki, âyetleri (en kafi burhanlarla) desteklenmiş, sonra da apaçık bildirilmiş (her işi) hikmetle yapan, (her şeyden) kemâliyle haberdar olan (Allah) tarafından (İndirilmiştir).” (Hûd Sûresi, 1).

“Kur’ân’dan, mü’minler için şifâ ve rahmet (olan âyetleri) vahyederiz.” (İsrâ’ Sûresi, 82),

“Furkanı, âlemlerin (İlâhi azab ile) bir korkutucusu olsan diye, buluna indiren (Allâh’ın şânı) ne yücedir.” (Furkan Sûresi, 1).

Bu esasları sâyesinde Kur’ân-ı Kerim 20 küsûr senelik çok kısa bir zaman sar­fında, insanların bir kısmını saplanmış oldukları dalâlet bataklığından kurtarmış, on­ları diğerleri iğin tâkip edilmesi lâzım gelen bir örnek hâline getirmiştir, Acabâ bu ilk müslümanlar Kur’ân’ı nasıl anladılar da, fikirlerinde ve yaşayışlarında âni bir değişiklik oldu.

1 — İslâm’ın İlk Asrında Kur’ân ve Müslümanlar:

İlk müslümanlar, Kur’ân-ı Kerim’i mukaddes bir kitab olarak kabûl etmişler, nefislerini ona teslim edip, tâlimlerini, hükümlerini, dâhili ve hârici siyâsetlerini, ce­miyet işlerini ona terketmişlerdi. Onlar, asırlardan beri aralarında kökleşmiş olan câhilî âdetlerin fenâ olanlarını söküp atacak ve içtimât hayat kanunlarını vaz’edecek olan Kur’ân’a tam bir güvenle sarılmışlardı. Arapların elinde ondan başka bir Kitab da yoktu. Onun ihtivâ ettiği hükümler, kıssalar ve kendisinde mevcûd olan Üslûb, onları hayrette bırakıyordu. Onlan bu derece hayrette bırakan bir kltâbı okumak ve hükümlerini anlamak, onlar için en büyük gaye olacaktı. Kur’ân, ilk devirdeki bu müslümanların, dîni ve dünyevi işlerine, şeriat ve kazâ esâsına, günlük muâmelelerine, âile ahvâline, yemek ve giymek gibi hususlara te’sir ederek, her şeyde ona mürâcaat etmeye ve onu iyi anlamaya şevketti. Ellerinde Kur’ân oldukça başka bir şeye ihtiyaç duymadılar. Hayâtın karşılarına çıkardığı zorlukları, Kur’ân’la hallet­meye çalıştılar. Sarsılmaz mutlak imanları ve hükümlerin sebeplerine vâkıf olmak­la temâyüz eden ilk müslümanların bu sağlam îmanlarından dolayı akit delillere ve akit düşünceye pek ihtiyaçları yoktu. Sahâbe, Hz. Peygamber’den her zaman iman­larını kuvvetlendirecek feyzi almakta devim etmişti. Onlar, Kur’ân’ın ve Hz. Pey­gamberin emirlerine derhal inkıyâd ediyorlardı. Meselâ, Enes b. Mâlik’ten rivayet edilen bir haberde şöyle denilmektedir:

“Şarabın haram kılınmasından önce ben, Ebû Talha, fülân ve fili âna şarab ve­riyordum. Bir adam geldi, size haber ulaşmadı mı, dedi. Onlar da, ne haberi, diye sorduklarında, onlara, şarab haram kılındı, dedi. Onlar da; ey Enes, şu testidekini dök, dediler ve bu adamın haberinden sonra ne şarab İstediler ve ne de ona avdet ettiler.[1]

Sahâbe, Kur’ân’ı okuyor ve onun muhtevisini iyi öğrenmek istiyordu. Abdullah b. Ömer (Ö. 73/692) Bakare Sûresini öğrenmek için, bu sûre üzerinde sekiz sene durduğunu söylemektedir.[2] Ebû Abdirrahmân es-Sülemî:

“Osman, İbn-i Mes’ûd ve başkaları, Hz. Peygamberden on âyeti ilim ve amel bakımından öğrenmedikçe diğerine geçmiyorlardı.”[3] demektedir.

İşte İlk müslümanlar, bu şekilde hareket ederek birliği muhafaza ettiler. Aki­dede tefrikaya düşmediler. İlk günlerde Allâh’ın Kitâbı’nda nefsâniyet oyunlarının te’sîri olmadı. Kur’ân, ölü kalbleri canlandırmak olan asıl gayesini, İslâm’ın ilk de­virlerinde en güzel şekilde tahakkuk ettirmişti. Cehâletten ileri gelen sapıklıklarını, cehaletlerini gidermek sûretiyle ortadan kaldırmıştı. Kur’an’ın bir emri veya nehyi kâfi gelmiş, kalbleri ölü olan bu insanlara hayat ve neş’e vermişti. Kur’ân, dâima kendinin izâh edilmesini ve açıklanmasını isteyerek, cemiyet ve fert hayâtı içinde yaşamak istediğini ifâde etmiştir. İslâm’ın zuhûrunun ilk günlerine bir göz atılacak olursa görülür ki, Hz. Peygamber’i yeryüzünden silmek, yok etmek maksadiyle ha­reket eden Ömer b. el-Hattâb’ı, Hz. Ömer el-Farûk yapan, Umeyye b. Halef’e yerden bir avuç toprak aldırıp üzerine secde ettiren, Utbe b. Rabia’yı, “Ondan öyle şeyler işittim ki, ömrümde mislini işitmemiştim. Bu sözler Şiir de değil, sihir de, kehânet de değil, O bunlardan hiçbirine benzemez. Ey Kureyşliler, beni dinleyin ve onu kendi hâline bırakın. Eğer muvaffak olamazsa Arabistan onu mahveder. Şâyet muvaffak olursa, onun zaferi sizin de zaferiniz demektir.” şeklinde konuşturan, Kur’ân’ın cezbedici üslûbu değil midir? Kur’ân-ı Kerim, başlangıçta verdiği ruhla, koyun çobanı olan bedevi, ince his ve anlayışiyle Onu dinlediğinde hemen secdeye kapanırdı. Bu hâli bugün hangi münevverle mukayese edebiliriz?

Müslümanlar Medine’de bir İslâm devletinin temelini atınca, bu devleti devam ettirebilmek için kânun hükümlerine muhtaç oldular. Kur’ân-ı Kerim ise onların kâ­nunlarının menşei ve anayasası idi. Tabiîdir ki, Medine ve civârına hâkim olan bu site devletinin ve ona tâbî olan halkın da İhtiyaçları basit olacaktır. Hulefâ-yi Râşidîn devrinden i’tibâren, İslâm devletinin sınırları Arap yarımadasını aşmış, kendi bünye­sine yeni ülkelerle berâber, ayrı ayrı kültür ve dîne sâlik milletleri de katmaya baş­lamıştı, Fethedilen ülkelerin halkiyle bir arada yaşamaya mecbur kalan ve basit ih­tiyaçların sınırlan İçinde kalmaktan kurtulmaya çalışan ilk müslümanların ihtiyaçla­rında da bâzı değişiklikler olmuştu. Gerek İslâmiyet’e yeni giren unsurları, gerekse müslüman olmayanları bir idâre altında toplamak ve onları iyi idâre etmek icâb edi­yordu. İşte bu hususlar için, Kur’ân-ı Kerîm ilk mercî oluyor, yeni nizamlar ihdâs etmek için fakîhler ve müfessirler Ona sarılıyorlardı. İslâm devletinin sınırlan çok genişlediğinden, dînin menşei olan Hicaz’dan diğer ülkelere bâzı imkânsızlıklardan do­layı, dînî haberler pek ulaşamıyor, çeşitli ve birbirine zıt unsurların kültür ve mede­niyetlerinin te’siriyle, şahsî görüşler rol oynamağa başlıyordu. Bu görüş sâhibleri ay­nı ırk, aynı kültür, aynı örf ve âdetleri ihtivâ eden bir cemiyet içinde yetişmedikle­rinden, görüşlerinin neticesi de değişik oluyordu. Artık bundan sonra, İslâm’ın birliği­ni bozan ayrılık ve tefrikaların, fikri ve siyasi hareketlerin başladığını görüyoruz.

Her şeyden evvel müslüman bir idâre altında yaşadıklarım unutmayan bu ayrılık hareketlerinin sâhipleri, kendi görüşlerinin doğruluğunu isbât edebilmek için, biribirleriyle mücâdeleye başladılar. Elleri Kur’ân’a kadar uzandı. Onda görüşlerini te’yid edecek delilleri aramaya koyuldular. İşlerine yaramı yan âyetleri, kendi fikirlerine uygun gelecek şekilde te’vîl ettiler.

İşte bu anlardan i’tibâren, Kur ân-ı Kerim’in kendisinde değil de, tefsirinde bâzı tehlikeler görünmeye başladı. Kur’ân’daki kapalı (mücmel) bâzı âyetleri, isrâiliyât dediğimiz ehl-i kitabdan alınan garib rivayetlerle açıklamaya koyuldular. Onları Kur’ân tefsirine sokmakta beis görmediler. Kur’ân-ı Kerim, ittibâ edilmesi lâzım ge­len vahiy mahsûlü bir Kitâb iken, onlar, Kur’ân’ı kendi fikirlerine tabi’ kıldılar. O, hâkim olması lâzım gelirken onu mahkûm derecesine indirdiler. Kur’ân’ın etrâfında dolaşan bu gibi hareketler, kalın bir toz tabakası misâli, Onun irşâd ve hidâyet nûrunu örtmeye çalıştı. Ne kötü bir tesâdüf ki, İslâm’ın birliğini sarsan bu gibi hare­ketler, İslâm’ın tedvin devrine tesâdüf etmektedir. Bu bakımdan, tedvin edilen ilk eserlere dahi bâzı bâtıl fikirlerin girmiş olduğunu görüyoruz. Fikren zayıflayan ve siyâset yönünden dağılmaya başlayan İslâm dünyâsında müslümanlar, tedvin edilen eserlerdeki bu gibi görüşleri düşünmeksizin ve onları tahlil etmeksizin kabullendiler. Artık İslâm fikir dünyâsında bir donma ve duraklama devrinin başladığını müşahede etmekteyiz. Kitablar taklîd ediliyor ve o kitablar, müslümanlar arasında hakem rolü oynuyordu. Fayda ile zararı, hak ile bâtılı ayırt etmeksizin onlara sarılmıyor ve on­lardan herhangi bir şeyin inkâr, Kur’ân’ı inkâr gibi addediliyordu. Sözün kısası, ko­yu bir taklitçilik İslâm âlemini sarmış bulunuyordu.

Akıl ve fikir sâhiplerini kendine muhâtab edinen Kur’ân-ı Kerîm, çeşitli âyetle­rinde, koyu ve körü körüne bir taklitçiliği dâimâ kötülemektedir.

“Onlara (müşriklere) Allâh’ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz, şeye uyarız, dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruya da bulmamış idiyseler?..” (Bakare Sûresi, 170).

O halde bir şeye tabi’ olma veya o şeyi tâkip etme sebebi, onun eski veya yeni oluşunda veya atalarının yolu olup olmamasında aranmamalıdır. Tâkip edilen şeyin Allâh’ın emrine uygun, “Hakkın deliline mutâbık olup olmamasında aranılmalıdır. İcmâlî ve tafsili bir delille hakka dayanmıyan bir taklit, dinimizce yasaktır. Kötüyü taklîd etmek aklen bâtıl olduğu gibi, şüpheli bir hususta delilsiz bir taklid de dinen câiz olamaz.

İslâm’ın birliğini sarsan bu gibi hareketler, zamânımıza kadar gelmiş, her zaman ve her yerde, fikir hayâtını ifsâd ederek, bâzan sebeplere tevessül edilmeyen kuru bir tevekkül, bâzan da dünyâdan elini eteğini çekmek gibi bir zühde bürünmüşlerdir. Diğer dinlere mensûb olanlar, İlmî ve teknik yönden ilerleyip, zenginleşirken, müs­lümanlar fakirleşmişler, onlar kuvvetlenirken biz zayıflamış; bir zamanlar bize muh­taç olanlara, bugün biz el açmak durumuna düşmüşüz. Bu, bizim için ne kadar acı bir hakikat... Tarattığı her şeyi insanoğluna musahhar kılan Allah’ın, nimetlerinden en fazla istifâde etmek biz müslümanların hakkı değil midir? Yoksa kendimizi bu nimetlerden müstağni mi addediyoruz? İşte bu durgunluk ve donukluk, zamanımıza kadar gelmiş, bugünün müslümanları bundan kurtulamamışlar, bir kurtulma gayre­ti de gösterememektedirler.

2 — Asrımızda Kur’ân ve Müslümanlar:

Bugünün bâzı müslümanlarının zihinleri, akide ve amellerini ifsâd edici fikirler­le o kadar dolmuş ki, helâl olan nedir, haram olan nedir onu dahi bilemeyecek duru­ma gelmiştir. Falancanın kitabında helâl ve haram şu şekildedir, falan, âyeti, şöyle manâlandırmıştır, şeklindeki görüşlerimiz, bugünün müslümanını doğrudan doğruya Kur’ân’la temâs etme zevkinden mahrum bırakmaktadır. Bugünün müslümanının Kur’ân hakkındaki tasavvuru da başkadır. Rehberi olması lâzım gelen Kur’ân’ın, asıl hedefinin dünyâ ve âhiretin saâdet yollarını göstermek olduğunu düşünmemekte ve onun prensiplerini yaşayışında tatbik edememektedir. Hâlbuki zamânın gerçek icablarına pek mükemmel uyma kabiliyetine sâhip olan dinimiz, bugün vazifesini tamam­lamış, modası geçmiş bir görüş (!) olarak tanıtılmak istenmektedir. Hakikî din esas­larından uzaklaşıldığı takdirde, hurâfelerin, bâtıl fikirlerin kök salacağı tabiidir. Bu sosyolojik kaideye göre, İslâm dünyâsında hurafeler kök salmış, vicdânı hasta bir zümre türemiştir. Bunlar gerek bilgisizliklerinden ve gerekse maksatlı hareketlerin­den dolayı, İslâm Dînini gerilik unsuru olarak tanıtmaya çalışmışlardır.

Bu durumda olan bugünün müslümanının Kur’ân-ı Kerîm hakkındaki tasavvuru­nu şöylece özetleyebiliriz: O, anlaşılmaktan uzak aziz ve mukaddes bir Kitab’dır. Onun mânâsını anlayamamaktan üzüntü içerisindedir. Aynı zamanda onu şahsî veya sosyal zaafları için vesîle ittihâz eder ve ona dayanmak ister. Müslümanın Kur’ân’ı anlayışı bu şekilde olunca, hidâyet ve irşad mânâlarını düşünmekten uzak olarak ona bakmak, ancak ondan bâzı tâlî menfaatler sağlamaktan daha ileri gidemez. Elde edi­lecek bu menfaatları şöylece sıralayabiliriz:

a) Mânâsı düşünülmeksizin, kalbe ulaşmayan mücerred bir okumakla ibâdet; hele güzel sesli bir okuyucu, sesi ve edâlı makamıyla, dinleyenleri coşturmayı bilirse, onlarda coşkunluklar hâsıl olur. Dinleyicilerde hâsıl olan bu lezzet ve coşkunlukların sebebi, dinleyenin Kur’ân’ı anlamaktan uzak olarak, okuyucunun sesi ve edâsıdır. Yoksa Kur’ân’ın üslûbunu kavrayan ve onun öğütleriyle kendini meşgul eden kim­se, başka herhangi bir şeyle ilgilenemez.

b) Kur’ân’la teberrük: Bugünün müslümanı beraber yaşadığı kimselerden, Kur’ân’ın Allah sözü olduğunu işitir. Amma mânâsını düşünmez. Aralarında yetiştiği diğer müslümanların, onu ta’zîm edişlerinden başka bir hürmet şekli de bilmez. Onu öper, Onu her kitabın üstüne koyar, Onun bulunduğu yere bereket dolacağına İnanır.

c) Ölüler için rahmet taleb etmek: Kur’ân’ı okumasını bilenler mücerret onu okumakla, bilmiyenler de hâfızlara evlerde, câmilerde veya kabirlerde ücret muka­bilinde okutturmakla, ölüleri için rahmet sağlayacağına inanırlar.

d) Maddî ve mânevî hastalıklar için iltimas İstemek: Bu da ya Kur’an’ı oku­mak, ya yazmak veya yazılanları su ile silip içmek sûretiyle olur. Falan âyet yazılıp, su ile silinip içildiğinde, şu nevî hastalığa şifâ verdiğine, Kur’ân’ı taşıyan kimseye cin ve şeytan yaklaşmayacağına inanmaktır.

e) Mescidi ere, evlere, odalarımızın duvarlarına, kapı üzerlerine ve vasıtalara ya kendisini veya ondan bâzı âyetleri yazıp asmak sûretiyle kerâmetinden faydalan­mak inancı...

İşte bugün müslümanların Kur’ân’dan faydalanış şekilleri. Bunlar, Allah’ın insanları zulmetten nura kavuşturmak için indirdiği Kitab’m gayesinden ne kadar uzak... Yine bugün, ferdî ve içtimaî hastalıklara şifâ ve milletlerin işlerini tanzim etmede Kur’ân hükümlerinin kifayet edemiyeceğine kaanî olanlar çoğaldı. Bu işlerin tanzimi için yabancı kaynaklara müracaat edildiğinden, müslümanlar arasında Kur’ân hükümleri zayıfladı. Kur’ân’m ilmî ve amelî hükümlerinin kıymeti gereği gibi takdir edilemediğinden, bununla meşgul olanlar zelîl addedilip gericilikle itham edildiler. Bu bakımdan asrımızın vicdanları hasta müslümanlarına, ne âlimlerin sözü, ne ariflerin nüktesi ve ne de kâmillerin nasîhatları tam mânasiyle tesirli olabilmektedir. Halbuki, “Kur’ân ve Müslümanlar” adlı bu konumuzun bir tarafında bulunan hidâyet rehberimiz Kur’ân, 14 asır evvel ne ise bugün de ve gelecekte de odur. Onda bir değişiklik bahis konusu değildir. Değişikliklerin hepsi müslümanım diyen kimselerdedir. O halde kusuru, eksikliği, yetersizliği Kur’ân’da aramak, mes’eleleri halledecek çıkar bir yol değildir. Ancak çıkar yol, kusurları, kabahatlan kendimizde aramak ve Kur’ân’ın insanları günah kirlerinden temizleyen, biz yaşayan insanların, ölü kalblerini dirilten, onlara dünyâ ve âhiret saadetinin yollarını gösteren ve tatbîk edilmesi lâzım gelen bir hidâyet rehberi olduğunu unutmamak olmalıdır.

Ne mutlu onu anlayıp, onun emirlerini ve nehiylerini tatbîk edenlere, ne mutlu onun gayesini anlayabilenlere ve anlamaya çalışanlara...



[1] El-Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh, Mısır 1345, s. 67.

[2] Es-Süyûtî, Tenvîru’l-Havâlih şerhu alâ Muvatta’i Mâlik, Mısır 1353, s. 209; İbn-i Teymiye, Mukaddime fî Usûli’t-Tefsir, Dımaşk 1355, s. 5.

[3] Mukaddime fî Usûli’t-Tefsir, s. 5.