Makale

İMAM EBÛ YÛSUF

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM [1]

İMAM EBÛ YÛSUF (1)

Çeviren: Dr. M. Esad K1LICER

İmam Ebû Yûsuf, İslâm Hukukunda Hanefî mezhebinin kurucusu olan İmam Ebû Hanîfe’nin ileri gelen talebelerinden birisidir. Onun adı Yâkub idî, Fakat Ebû Yûsuf (Yûsuf’un babası) diye meşhur olmuştur.

İmam Ebû Yûsuf, H. 113 yılında Küfe de doğmuştur. Fakir bir işçi olan ba­bası İbrâhim, âîle için daha çok kazanç temin etmek amacıyla, oğlunun da ken­disiyle çalışmasını istedi. Fakat İmam’ın ilk çocukluk devresinden beri öğrenmeye karşı fıtri bir iştiyâkı vardı. O, önce İbnû Ebî Leylâ’nın derslerine devam etti.

O günler, İmam Ebû Hanîfe’nin, İslâm Hukukunu şerh ettiği zamana rastlıyor­du. O zaman Yâkub genç ve gayretli bir talebe olarak İmam Ebû Hanîfe’nin derslerine devama başladı.

İbrâhim, oğlunun öğrenmeye karşı olan bağlılığına kızıyordu. Bir gün Ebû Hanîfe’nin, talebelerine ders verdiği yere gitti. Yâkub’u oradan çıkartırken şöyle söylüyordu:

— İmam’ın öğretmesi ve talebelerinin de öğrenmeleri çok yerinde bir hare­kettir. Zira hepsi de zengin kişilerdir. Ama fakir bir işçinin oğlu olan sen bu zen­ginlerin yaptığı işte onlara özenme hakkını nereden aldın? Bir işçi olarak çalışıp kendi hayatını kazanması için gence ısrarda bulundu.

Yâkub, uzun bir aradan sonra İmam Ebû Hanîfe’nin dersine tekrar gittiğin­de, İmam, ona:

— Uzun bir zamandan beri derslerde bulunmadın, dedi. Yâkub:

— Evet efendim, ama bu, öğrenme arzumu kaybettiğim için olmadı. Geçim uğrunda çalışmam gerekli idi, diye cevap verdi. İmam:

— O hususta telâş etme, tahsiline devam etmen için gerekli imkânları ben sağlıyacağım, dedi. Ders sona erdiğinde İmam, Yâkub’a, içinde 100 dirhem bulu­nan bir kese verdi. Tükendiği zaman kendisine bildirmesini de söyledi. Yâkub, İmam’a böyle bir ihtiyâcı hiçbir zaman bildirmemesine rağmen, İmam ona kısa fâsılalarla yardıma devam etti. Böylece Yâkub, kendisi de İmam oluncaya kadar tahsiline devam imkânını buldu. Halîfe Mehdî zamânında Yâkub, Doğu Bağdad kadılığına tâyin edildi. Bu göreve Halîfe Hâdî zamânında da devâm etti. Fakat meşhur Hânın Reşid halîfe olunca, İmam Ebû Yûsuf bütün ülkenin baş kadılı­ğına getirildi.

İmam’ın bilgisine ve adâlet duygusuna karşı, Hârun Reşîd’in büyük hürmeti vardı. Fakat o, bir İslâm toplumunun istibdada karşı gösterebileceği müsamaha derecesinde bir müstebit idi. İmam, iş adâletle ilgili konulara geldiğinde, halife­nin durumuna en küçük bir müsâmaha göstermeyecek kadar, onun müstebitliğini iyi biliyordu. Adâlet, Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnetin rehberliği altında, onun en yü­ce bir derecede hüküm sürdüğü bir ülkesi idi.

Bir gün, imamın önüne, nâzik bir dâvâ getirildi. Yaşlı bir lrak’lı vatandaş, Halife Hârun Reşid’e âit bir meyve bahçesinin, aslında kendisinin olduğu iddiâsını ileri sürdü. Dâvâ esnasında halîfe de hazır bulundu. Ebû Yûsuf ona:

— Bu iddiâ hakkında ne söylüyorsun? diye sordu. Halîfe:

Niçin? dedi ve meyve bahçesi hiç bir zaman o ihtiyar adamın mülkiye­tinde bulunmamıştır. Fakat o, bir hak iddiâ ediyorsa, müsaade ediniz, delillerini ortaya koysun, diye ilâve etti, imam, yaşlı adama döndü ve:

  • Ey yaşlı adam, iddiânı isbat edebilecek ne gibi delilin var? dedi. O:

— Hiç bir delilim yok, dedi. Ve: Eğer halife meyve bahçesinin kendisine âit olduğuna emin ise, müsâade ediniz, bu hususta yemin etsin, diye cevap verdi.

İş böyle olunca, İslâm mahkemelerinde yerleşmiş bir kaide vardır; eğer bir dâvâcı, şu veya bu sebeplerden ötürü dâvâsını isbat edeceği delilini ortaya ko­yup, iddiâsını isbatlayamıyacak bir duruma düşerse, dâvâlı tarafın Allâh adına yemin ederek, yapılan ithâmın yanlış olduğunu söylemesini istemek hakkı var­dır. Dâvâlı bu şekilde hareket ederse, dâvâ neticelenmiş olur. Fakat Hârun gibi bir hükümdardan böyle bir yeminde bulunmasını istemek kolay değildi.

Fakat uygulanacak başka bir usul yoktu. İmam, halife’den yemin etmesini istedi. Halife, bütün büyüklük ve izzet-i nefsine rağmen, bunu kabûl etmeğe mecburdu. O şöyle dedi:

— Allâh’a yemîn ederim ki, sözü edilen meyve bahçesi benim meşrû ma­limdir. Esâsında babam Mehdiye âit idi. Onu bana o bağışladı. Şimdi onun mâliki benim.

Belki, halife’nin izzet-i nefsinin bu yemîni yapmasına engel olabileceğini ve böylece kolaylıkla meyve bahçesini kazanabileceğini düşünmüş olan yaşlı adam hayâl kırıklığına uğramış ve:

Ah, sanki tatlı bir içki imiş gibi, o yemîn etmektedir, diye söylenerek mah­kemeyi terk etmiştir. Halîfe nin yüzü kızgınlıktan kırmızılaşmıştı. Fakat orası bir adâlet mahkemesi idi ve yaşlı adam da kusûr sayılabilecek bir şey söylememişti. Onun sükûnet içinde ayrılmasına müsâade edilmiştir.

Başka bir defa Halîfe Hârun Reşid bir câmide hutbe îrâd ederken dinleyi­ciler arasından birisi fırladı ve:

Sen serveti dağıtmada, ne iyi yaptın, ne de âdil oldun. Kendinde de bir çok kusûrlar var, dedi.

Halîfe bunu işitince, adamın yakalanmasını emretti ve namazdan sonra Ebû Yûsuf’un, huzuruna gönderildi. Bunun üzerine imam geldi ve adamı yakalan­mış, halife’nin iki muhafızını da kırbaçlarıyla arkasında bekler buldu. Halîfe’nin, adamın kırbaçlanmasını istediği açıtça anlaşılıyordu, imam, olayın tafsilâ­tını dinledikten sonra halîfeye:

Bizzat Hazret-i Peygamber (A. S.) bile, bâzı câhil içimseler tarafından, buna benzer şekilde sorguya çekilmiştir, dedi. Fakat O onları cezalandırmadı, kendisinin âdil davranmadığını söyleyenleri serbest bıraktı. Ona da değilse, yer yüzünde kime âdil denilebilecekti, dedi. Bu fıkra üzerine halîfe yatıştı ve adamı cezâlandırmadan salıverdi.

İmam ilk gençlik çağlarında son derece fakirlik görmüştü. Devlet hizmeti süresince de zenginlik gördü ve yüksek makamlarda bulundu. Fakat bu mes’ûd değişiklik onu asla mağrur ve kibirli yapmamıştır. O, ikametgâhının kapısında hiç bir zaman bekçi bulundurmamıştır. Daima servetini fakirlerin refâhı için sarf etmiştir. Harun Reşid ona geniş arazi vermiş ve vergiden de muaf tutmuştur. Fa­kat İmam bu yerlerin bütün gelirini sadaka olarak dağıtmıştır. Hayâtının son günlerinde, pek de çok olmayan servetinden yüz bin dirhemin Mekke, Medîne ve Küfe’deki fakirlere dağıtılmasını vasiyet etmiştir.

O, Halife Hârun Reşîd zamanında (H. 182, M. 798) ölmüş, cenâze nama­zını bizzat halîfe kıldırmıştır. Hârun Reşîd, büyük âlimin kaybından son derece kederlendi ve bu olayı bütün İslâm dünyâsı için büyük bir felâket telâkki etti.



[1] Bu makale, Karaçi’de İngilizce olarak yayımlanan The Muslim World (İs­lâm Dünyası) adlı haftalık derginin, 24 Zilhicce 1385 (16 Nisan 1966) tarihli sayı­sından dilimize çevrilmiştir.