Makale

AHLAKİ DEĞERLERİMİZ

AHLAKİ DEĞERLERİMİZ

ABDULLAH CEYHAN / Dini Yayınlar Dairesi Başkanı

Türk toplumunda ahlakî değerlerin gün geçtikçe yok olmakta olduğuna dair hemen hemen hepimiz ittifak etmiş gibiyiz. İki kişi biraraya gelsek, "ahlakî çöküntüden" söz ediyoruz. Yazarlar, toplum bilimcileri ve irşatla meşgul olanlar, gerek yazılarında, gerekse hitap etme imkanı buldukları meclis ve meydanlarda aynı konuyu işliyorlar. Bunlardan çok azı müstesna, her türlü değer ölçülerinin yok olmaya yüz tuttuğu hususunda endişelerini dile getiriyorlar. Peşinden bu duygularını, "menfaatçi bir toplum olduk çıktık", "cemiyette büyüklere saygı kalmadı", "namus mefhumu yok oldu", "bir binada cenaze vukü buluyor da komşularının haberi bile olmuyor", "haram-helal birbirine karıştı, kimse kazancının menşei üzerinde durmuyor, o sadece karnını doyurmakla meşgul", "arkadaşlık, insanlık öldü", "arkan varsa korkma, işin iyi gider" gibi yakınmalar ve cemiyetin kokuşmuşluğunu ifade eden söz ve cümlelerle sergiliyorlar. Sonunda da âh... vâh... sözcükleri dillerinden dökülüyor. Belli bir suskunluktan sonra da, çareler sıralanıyor, kendilerine göre nelerin yapılması gerektiği konusunda tedbirleri özenle söylemeye çalışıyorlar.
Bütün bunlarla birlikte, iyi bir hareket ve davranış, erdemli bir karar alındığında, toplumun istekleri doğrultusunda bir yazı ve konuşmaya şahit olunduğunda ise seviniyor, takdirlerimizi gizleyemiyoruz. "Helal olsun çok iyi konuştu", "çok iyi yazmış", "konuşmasıyla halkımızın düşüncelerine tercüman oldu", "idareci işte böyle olur", "bizi idare edenler böyle olmalıdır", "ne hayır sever insanmış, kolay değil, kazancının tamamını verdi", "cemiyetimizde yine de iyi insanlar var", "zaten biz böyleleri yüzünden yaşıyoruz..." diyerek kendi kendimizi teselli etmekteyiz.
Şu husus unutlamamalıdır ki, insanoğlunun varoluşu ile birlikte iyilik de kötülük de kendine zemin bulmaya çabalamıştır. Madem ki Cennet ve Cehennem hak’tır, ölünce herkes ameline göre hesap verecek ve mekanı kendisine tahsis edilmiş olacaktır, o halde iyi de, kötü de olmaya devam edecektir. İnanan insanlara düşen görev, sözleri ve yaşayışla başkalarına örnek olmalarıdır. İmkanları ölçüsünde yardımcı olmaktır.
Toplumumuzda gördüğümüz bunca olumsuzluklara rağmen, inanan insanların ümitsizliğe ve ye’se kapılmaları son derece sakıncalı ve tehlikelidir. O kötü insanların içerisinde son derecede saygıdeğer, hazine kıymetinde nice kimselerin olduğu, olabileceği akıldan çıkarılmamalıdır. Toplum kökünden bozulmuş, kokuşmuş değildir. Bütün insanlar hâin, ahlaksız, köksüz, menfaatperest, bağnaz olamaz. Aksi takdirde dünyanın mizanı bozulur, yaşamak mümkün olmaz. İyi ve güzeli takdir hissi duyulmaz olur.
Halbuki toplumumuzda çok sayıda iyi, hayırhah, erdemli, ahlaklı, dürüst, ülke sevgisiyle dolu, kendisi aç olduğu halde başkalarını doyurmaya çalışan, yaptığı hayrı kimsenin bilmesini istemeyen pek çok insan vardır. Bundan sonra da var olacaktır. İsterseniz bunlardan bir kaçını, isim vermeden ve kendisinin bilme imkanı olmadığı için zikretmeye çalışalım.
Yıl 1993, yer Ankara/Ulus’ta bir iş adamının dükkanında sohbet ediyoruz. Üniversite imtihanları yapılmış, kazananlar yeni okullarında kayıt yaptırıyorlar. Anadolu’dan yüzlerce öğrenci Ankara sokaklarında. Bir kısmı yatacak yer bulmuş, çoğunluğu ortada. Kayıt yaptırsa bile okuyacak imkana sahip değil. Ondan bundan bulduğu üç-beş kuruşla Ankara’ya gelen öğrenciler, kara kara düşünüyorlar. Esas mesele kayıttan sonra başlıyor. Ne yiyip, ne içecekler? Müte-vazi iş adamı ile bu gibi konuları konuşuyoruz. Keşke imkanımız olsa da yardımcı olabilsek, bu yavrular okusa diyoruz. İş adamı, bir süre durdu, sonra bir kere daha "keşke" dedi.
Sonradan öğreniyorum ki, o iş adamı bir önceki yıl 3 fakir üniversite öğrencisi için, bir bankaya hesap açtırmış, her ay, kendilerini hiç görmediği o üç öğrenciye bir yıl süre ile burs vermiş. Ancak 1993 öğretim yılı başında ise işleri iyi gitmediği için burs yatıramaz duruma gelmiş. Ancak hanımına durumu açarak kendisinden yardım istemiş, hanımının kolundaki bilezikleri bozdurarak üç öğrencinin burslarını devam ettiriyormuş. Suskunluğu sonradan öğrendiğime göre bu yüzdenmiş. Yine tesbit ettiğimize göre, bu zat bir süre sonra, evine ekmek götüremez halde olmasına rağmen üç öğrencinin bursunu hâlâ devam ettiriyor. Hem de hiç birisini tanımadan. Kim bilir, belki de beni tanırlarsa, bana karşı boyunları eğri olur, benim de hayırım değerli olmaz, diye düşünüyordur. Olamaz mı?
Keçiören’de dört katlı bir apartmanın alt katına karı-koca bir çift yerleşir. Hallerinden Ankara dışından geldikleri bellidir. Evin erkeği amelelik yapmaktadır. İki gün çalışırsa, üç gün evdedir. Neyin nesi olduklarını bilmedikleri için apartman komşuları bu çiftle hiç ilgilenmezler. Onlar da kapı dışarı çıkmaz. Kış, çok fazla soğuk yapmaktadır. Kışın tam ortasında bir çocukları dünyaya gelir. Evlerine giren çıkan da yoktur. Komşulardan bir hanım, çocuk görmek üzere, bir şişe süt alarak söz konusu evin kapısını çalar. Yeni anne olmuş olan kadın kapıyı yavaşça açar. Ama gelen komşusunu içeri almak istemediği halinden bellidir. Komşusu ise pek aldırış etmez ve içeri girer. Evde soba yoktur. Ortada küçük bir tüp yanmaktadır. Çocuk ise bir bez parçasına sarılmış vaziyette uyumaktadır. Komşu bu duruma çok üzülür. Soğuk odada bir süre oturduktan sonra izin ister ve evine çıkar. Vurulmuşa dönmüştür. Akşam beyi eve gelince durumu ona anlatır. Kocası hiçbir şey söylemez. Ancak ertesi gün, sırtındaki paltosunu satarak, yeni anne olan kadın için kömüre yazılır. Hanımına da eskimiş olan ikinci sobayı kendilerine vermesini söyler.
Aradan beş-on gün geçmeden kömür gelir. Ancak kadın itiraz eder. Biz kömüre yazılmamıştık. Bu kömür bizim değil dese de, kömürü getiren araba sahibi, adını ve adresini göstererek, bu kömür sizin. Ben de dışarıya yıkıyorum, der. Yıkar gider. Çocuk sahibi çift şaşırırlar. Bunu kim yaptı diye düşünürler. Kendisini ziyarete gelen kadının kocası bu işi yapmış olamaz. Zira onlar da fakirdir. Kendisine sorulur, hayır, ben yazılmadım, zaten kömüre yazılacak param da yok, der. Durumu saklamaktadır. Halbuki paltosunu satmış ve o aile için kömüre yazılmıştır. Ama yaptığı hayrın bilinmesini istememektedir.
Bizim insanımızın çoğu bu duygularla yetişmiş, başkalarına yardım etmeyi dini bir vazife olarak öğrenmiş ve uygulamıştır. Buna benzer binlerce örnek vermek mümkündür. Onun için ümitsiz olmaya mahal yoktur. Dini, ahlaki, milli değerlerini yaşayan ve yaşatan insanlarımızın sayısı az değildir. Tarih sahnesinde nasıl ki pek çok isimsiz kahramanımız’ varsa, hayır yolunda da yüzlerce insanımız, başkalarının acı ve sızılarına ortak olmaktadır. Bize düşen görev bunların sayılarının artırılmasıdır. Arkadaş uğruna canını veren, verecek olan, başkalarını kurtaracağım diye canını hiçe sayan, kendisi açken bile, başkalarının açlığını düşünen insanlarımız şükürler olsun ki hala mevcuttur.