Makale

Türk Dünyasının İslamla Yeniden buluşması

Türk Dünyasının İslamla
Yeniden Bulusması

ŞÜKRÜ ÖZBUĞDAY
Din işleri Yüksek Kurulu Üyesi

Türklerin İslamiyet’e girişi beşer tarihinin en önemli olaylarından biri ve İslam Dini’nin de en büyük zaferidir.
Bilindiği gibi İslam ordularıyla, Türk boylarının karşılaşması M.S. 7. asırda Hz. Ömer’in halifeliği devrinde olmuştur. Büyük Islâm halifesi Hz. Ömer’in ordusu bir fırtına hızıyla bin yıllık Sasanî İmparatorluğunu çökertmiş ve İslam sancağını daha ötelere götürme kararı almıştı.
Maveraünnehir’de kısmen meskûn, kısmen göçebe hayatı yaşayan Türkler, batıdan gelen İslam ordularıyla karşı karşıya geldiler. İlk anda Türkler, atalarından gelen yiğitlik vasıflarıyla müslüman ordusuna karşı sert bir mukavemet gösterdiler. İslam ordusu böylesine cesur bir milletle ilk defa karşılaşıyordu, hayret içinde kaldılar. Ve anladılar ki bu atlı ve akıncı millet savaşla dize gelmeyecek... Dâvayı derûnî bir dille ve İlâhî bir ilhamla ortaya koydular. Esasen yaşayışları, değer ölçüleri itibariyle Türklere İslam Dini’nin esasları çok uygun geldi ve Türklerin barış içinde yavaş yavaş müslüman olmaları sağlandı. İslam Dini’ni böyle tatlılıkla ve içtenlikle benimseyen Türkler, kısa zamanda, bu dinin evvelâ kolcusu sonra da asırlar boyu öncüsü olmuşlardır.(l)
Türklerin İslam’a girmeden önceki hali ile İslâm’ı kucakladıktan sonraki durumları, nehir-deniz münasebetine çok benzer. Küçük nehirler, umumiyetle dar ve derin yataklarda aktıkları için etraflarını pek görmez, bu sebeple de kendilerini o mıntıkanın yegane hayat kaynağı sayıp daha bir gürültülü, daha bir coşkun akarlar. Fuzulî’nin ifadesiyle "başını taştan taşa vurup" kükremesine bakanlar, bu hırçın ırmağın önüne geleni silip süpüreceğini zannederler. Denize ulaşana kadar hep öyle serkeş, hep öyle bulanıktır. Denize ulaşınca, o haşmetli manzara karşısında hayret ve utancından sesi soluğu kesilir. 0 artık eski de- li-dolu ırmak değildir. Şimdi o bir umman olmuştur.
Türklerin İslam öncesi hayatı da buna benzer demiştik. En iyisini, en güzelini buldum zannederek yapıştığı, Budizm, Maniheizm, Şamanizm ve hatta Hristiyanlık ve Musevilikten hiç biri onun istediği din değildi. Mizacına ve karakterine uymuyordu. O at üstünde doğup, at üstünde ölen insan; yiğitliği yükseltecek, cesareti okşayacak, kahramanlığı bayraklaştı- racak bir din arıyordu. Bu çetin bu çileli aramaların sonunda İslam’ı görüp tanıdı. Onun yıllardır özlemini çektiği sevgili olduğunu anladı. Nehirin denizi kucakladığı gibi, Türk de İslam’a sarıldı ve onunla vuslata erdi. İslam’ı bütün benliği ile benimsedi. Artık Türk demek, Islâm demekti. Nitekim Anadolu’da dini bilmedikleri birinin müslüman olup olmadığını anlamak için "Türk müdür?" diye sorarlardı.
Türkün bu son ve ebedi sevgilisi İslam, onu tekrar at üstüne bindirip cihad meydanlarına yollamadan önce, omuzlarına yükleyeceği kudsî vazifeyi hakkıyle taşıyabilmesi için Türk’ün ruhunda derin tasfiyeler yaptı. Gönlünü Kur’an ahlâkiyle yıkayıp temizledi.
Evet gerçek budur. Nitekim Türk’ün, Batı dünyasını asırlarca hayran bırakan manevî üstünlüğünü Kur’an-ı Kerim’e borçlu olduğunda Avrupalı yazarların birçoğu görüş birliği halindedir. 18. yüzyılda İsveç’in İstanbul sefîri olan ve Osmanlı teşkilat müesseseleri hakkında yedi ciltlik bir eser yazan D’Ohsson’a göre: Türkleri, maddi arzu ve ihtiraslara kapılmaktan alıkoyan; günahkârlık, edepsizlik, tamahkârlık ve insan şerefini iki paralık eden vahşetlere düşmelerine engel olan, aileleri ve dolayısıyle milletleri yok olmaya sürükleyen yığınlarla felâketlerden onları uzaklaştıran âmil Islâm esaslarıdır.(2)
Evet İslam, Türk’ün her şeyini terbiye ve ıslâh etti. Ona diline hakim olmasını öğretti. Başkalarını inciterek söz ve davranışlarda bulunmasını yasakladı. 17. yüzyıl seyyahlarından Du Loir şunları söyler: "Küfür- bazlık, Hristiyan memleketlerinde müthiş surette ve tamamen pervasızca sarfedilip durduğu halde, Türkiye’nin ne sokaklarında duyulabilir, ne evlerinde işitilebilir. Bu halin bizim yüzlerimizi kızartacak ve bizi hayret içinde bırakacak tarafı da şudur ki, Türklerin yalnız ağızlarında değil, dillerinde de küfür kelimeleri yoktur. (3)
Küfürbazlık, edep ve haya duygusundan yoksun insanların işidir. Halbuki Türkler, İslam’ın edep ve hayâ anlayışını kendine düstur edinmişlerdi. Bu itibarla onlar, cihanın en iffetli insanları durumuna gelmişlerdi.
Müslüman-Türk’ün çok muntazam bir âile hayatı vardı. Avrupalılarda olduğu gibi "metres hayatı yaşamak, helali olmayan bir kadın veya kızla cinsi münasebet kurmak, müslümanlarca mechûl olan anormalliklerdi.”^)
İslam Dini, Türk’ün sert ve haşin taraflarını törpürlerken, onda sezdiği kibir ve gurura benzer tavırları tamamen imha etmiş, müslümana tevazuun daha çok yakıştığını öğretmiştir. Dininin bütün güzelliklerini nefsinde toplayan Türk’ü mütekebbir bir edâ içinde görmek mümkün olmamıştır. A. Brayer der ki: "Müslüman Türkler arasında kibir ve gurur istidadı âdetâ mechûldür. Kur’an’ın en şiddetle nehyettiği temâyüllerin biri de budur... işte bundan dolayı Müslüman-Türk’ün yürüyüşünde vakar ve ihtişam olmakla beraber, katiyen kibir ve azamet yoktur. Daima yavaş sesle konuşur; el ve kol hareketlerinde hiçbir zaman mütehakkimâne bir edâ sezilmez; hizmetinde tatlılık ve kolaylık vardır.‘(5)
İslam’ın Türk ahlâk anlayışına kazandırdığı en mühim özelliklerden biri de temizlik anlaşışıdır. İslam bu milletin sadece ruhunu değil, maddesini de yıkamış temizlemiştir... 18. yüzyılda Türkiye’yi dolaşan seyyahlar, "bir tek hamamı olmayan hiçbir Türk köyü bulunmadığım" söylerler. Bu itibarla Türkleri, dünyanın en temiz milleti olarak vasfedenler muhakkak ki, mübalağa etmiyorlardı.(6)
Bütün bunlar bize gösteriyor ki, İslâmiyet, Türk’ü asıl benliğine kavuşturmuş, onu fazilet yönünden cihânın bütün milletleri ile boy ölçüşecek bir seviyeye çıkarmıştır. Lamartin’e: ‘Türk’e düşman olmak, insanlığa düşman olmaktan farksızdır. Böyle bir lekeden Allah beni korusun"(7) dedirten Müslüman Türk’ün rûhî ve ahlâkî cephesidir.
Ancak, daha sonra çeşitli nedenlerle, Kafkasya ve Orta Asyada yaşayan Müslüman Türkler, bir buçuk asra yaklaşan bir zaman süresinde Rusya’nın ve özellikle 70 yılı aşan komünist yönetimin uyguladığı baskıcı ve sert uygulamalar yüzünden dinî-manevî değerlerinin çoğunu unutmuşlardır. Bu müslüman Türk toplulukları, Türk ve Müslüman olduklarını unutmamışlar, bu kimliklerini her türlü kaba ve şiddetli baskıya rağmen ısrarla korumuşlar, bu mukaddes değerleri nesilden nesile intikal ettirmişlerdir. Bu uzun baskı dönemi esnasında camiler yıkılmış, ezanlar susturulmuş, Kur’an Kursları, medreseler ve her çeşit dinî eğitim kurumlan kapatılmıştı. İbadetler yasaklanmış, din adamları çeşitli uydurmalarla suçlanmış, hapse atılmış veya idâm edilmişlerdir. Dinî yayınlar yasaklanmış, din düşmanlığı ve ateizmi telkin eden her çeşit yayın devlet desteği ile yürütülmüştür. Bu durum 1991 yılında Sovyet İmparatorluğumun çöküşüne kadar devam etmiştir.(8)
Yetmiş yılı aşan Sovyet yönetimi ve 120 yılı aşan Rus işgali sonrasında bağımsızlık şerefine ulaşan Türk halklarının dinî hayatı hoşgörüye, birliğe, dayanışmaya açık olarak yeniden canlandırılmalıdır. Bu, öncelikli olarak bizim, Türkiye’nin görevidir. Aksi takdirde, ortaya çıkan boşluk başkaları tarafından doldurulacaktır. Yapılacak iş, küllenen ateşi alevlendirmek, üzerindeki kül tabakasını savurup atmak; yazımın başında da ifade ettiğim gibi, Türk’ü son ve ebedî sevgilisi Islâm’la yeniden buluşturmaktır.
Soydaşlarımızın yoğun olduğu Doğu, Batı ve Güney Türkistan, İslam’la şerefyâb olduktan sonra, bu topraklarda yaşayan ecdadımız İslam’a hizmet etmiş, bu topraklar Türk-lslâm kültür ve medeniyetinin beşikliğini yapmıştır. Itikadî mezhep imamımız İmam Maturidî, amelî mezhep imamımız İmam Ebu Hanife, Taftazanî, Beyzâvî, büyük Türk filozofu Ibn-i Sina, Birûnî, İmam Buharî, Hoca Ahmet Yesevî, Bahauddin Nakşibendî gibi büyük şahsiyetler bu toprakların evlâtlarıdır.
Bundan 1000 yıl kadar önce Alp Erenler, Gazi Dervişleri Anadolu’ya gelerek, Hilâl in İzzetini Türkistan’dan Viyana kapılarına kadar yaymışlar, Anadolu’yu bize vatan yaparak emânet etmişlerdir.
Bugün bizler, 70 yıldan beri baskı altında kalmış kardeşlerimize, aynı ruhu taşımakla mükellefiz. Asrın imkânlarını kullanarak, her fırsatı, her vesileyi değerlendirerek, borcumuzu ödemekle sorumluyuz.(9)
Bugün bağımsızlıklarını kazanan Müslüman Türk toplulukları ve diğer Türk-lslâm toplumları, Türkiye’ye karşı yoğun bir ilgi duymaktadırlar. Türklük dünyasında tek bağımsız devlet olan Türkiye’ye, Türk-lslâm dünyasındaki bu yoğun ilgi ve verilen değer önemli boyutlar kazanmaktadır. Bu ülkelerin ilgi odağı Türkiye’dir. Bu ilgiden Türkiye çok iyi bir şekilde yararlanmak zorundadır. Türkiye, bu kardeşlerine göstereceği ilgi ve millî, manevî, siyasî ve ekonomik problemlerinin çözümünde sağlayacağı destek ile hem İslam dünyasındaki konumuna ve hem de milletlerarası formlardaki konumuna çok farklı bir görünüm kazandırabilecektir.
Türk Devleti kültür ve tarih sınırlarını genişleterek Türkiye’nin kardeşlerine ve ata yurduna, Türkiye’yi Türkiye yapan tarih mirasının devlerinin, velilerinin, âlimlerinin ve bu âlimlerin doğup büyüdüğü, bizim atalarımızın geldiği topraklara kadar manevî kardeşliğini uzatabilmelidir.
Orta Asya’daki kardeşlerimiz, 70 yılı aşkın bir süre komünist idarenin arkasından hürriyeti teneffüs ettikleri andan itibaren, bu uzun süre içinde yasaklanan, baskı altına alınan dinî hürriyetlerini büyük bir susuzlukla açlıkla yaşamaya başlamışlardır. Bu açlık ve susuzluk, kolaylıkla bir tepkiye dönüşerek, dinin aşırı formalarına güç kazanmasına yol açabilir. Özellikle aşırı dinî yönelimlerin aşırı mecralara dökülmesine sebep olabilir. Bu sebeple, dinin doğru izahının, doğru kavranışının aktarılması ve gerçek hüviyetiyle tanıtılması, İlâhî mesajın aslına uygun olarak halka aktarılması son derece önemli | bir husustur.
Diğer taraftan Avrasya Televizyonu ile oluşan Türkiye imajı, gelecek için karamsarlığa sevketmektedir. Avrasya Televizyonunda yayınlanan programlar, çok ciddî bir murakabeden geçirilmeli, kardeşlerimizin dinî, manevî hislerini incitecek ve Türkiye için menfî çağrışımlar yapacak programlardan sakınılmalı- dır.(10)
Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı, bu soydaşlarımıza şimdiye kadar götürdüğü, dinî, sosyal ve hayri hizmetlerini artırarak devam ettirmelidir. Böylece Türk topluluklarının yeni tarihî dönemde kazanacakları ortak millî kimlik için dil, din ve musikî gibi kültürün ortak yanları kuvvetlendirilmiş olacaktır. Türk ve Müslüman ortak kimliğimizi pekiştiren bu gibi gelişmeler, hem devletimiz, hem milletimiz tarafından desteklenmelidir.
Rüzgâr bekleyen hilalli bayraklara ve 250 milyonluk Türk-lslâm dünyasına merhaba!..

(1) Ali Rıza KÖKSOY (Merhum); Konya Yüksek Islâm Enstitüsü 1974-75 Yılı Ders Notları.
(2) İsmail Hamdi DANİŞMEND; Garp Menba’larına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlâkı, İstanbul s.39, Diyanet Dergisi, c. 14, sayr.3
(3) a.g.e. s.57
(4) D’ohsson, 18. Yüzyıl Türkiyesinde Örf ve Adetler, 1st. 1974, s.208, Diyanet Dergisi c. 14, sayı:3
(5) Danişmend; a.g.e. s.40-41
(6) a.g.e. 146-148.
(7) M. Turhan TAN, Tarihte Türkler İçin Söylenmiş Büyük Sözler, s.86
(8) Türkiye Dışındaki Türk Topluluklarının Millî, Manevî ve Siyasî Meseleleri (panel) T.D. V. Yayınları, Ankara 1994, s.118-119.
(9) a.g.e. s.8-9-32.
(10) a.g.e. s.122-128.

Hırvatistan Müslümanları Müftüsü n
Şevki Ömer BASİÇ: "Sorunlarımız büyük..."
Balkanlardan Türkler gittikten sonra İslam kültürü yok oldu. Camiler, kiliseler olduğu için ayakta duruyor. Hırvatistan’da 120 bin Müslüman var. 21 İslam cemiyeti var. Zagrep’te, Ro- ma’dan sonra Avrupa’nın en büyük İslam merkezi var. 5-7 bin Müslüman Cuma namazı kılıyor. Kur’an okuma yarışması Avrupa’da bizde yapılıyor. Biz OsmanlI zamanında hep bir arada yaşardık. Babam Türkçe konuşurdu ama, ben konuşamıyorum. Nedenlerini siz gayet iyi biliyorsunuz. Siz, Türkiye Cumhuriyeti olarak, Osmanlı zamanında olduğu gibi birleştirin Müslümanları. Sorunlarımız büyük, dıştan içten. İslami takvimi birleştirmemiz gerekiyor. Çünkü dışardan gelenlerin kimisi Bayramı bir gün önce, kimisi bir gün sonra yapıyor. Bu sorun bizi Hıristiyanlar önünde çok zor durumda bırakıyor. Biz, Türkiye ile birlikte tek takvimde birleşmek istiyoruz. Oradaki Türk kültür mirasının korunması gerekir. Bosna’da 1200 mescit yıkıldı. Islami güçlerin harekete geçirilmesi gerekir ve bu güçler sınırsızdır da aslında. Ama önemli olan onları harekete geçirmektir. Bunun zamanı gelmiştir de, geçmektedir bile...
Prof. Dr.
Ali ÖZEK:
"Oralara biran önce "İslâm Barış Gönüllüleri" göndermeliyiz."
Böyle toplantıların bilgi akışını ve tanışmayı sağladığı için önemi büyüktür. Bu ülkelerde dini halka daha iyi anlatmak için yenilenmeye ihtiyaç vardır. İdarecilerin kendilerini yenilemeleri gerekir.
Teklifler:
1- Oralarda camileri halk yapar, fakat onlara bunun bilgisini vermek lazım, eğitimini vermek lazım. Eğer Diyanet görevli bulmakta sıkıntı çekiyorsa, emekli müftü, vaiz ve imamları gerekli eğitimden geçirdikten sonra buralara göndermek çok yerinde olacaktır. Diyanet’in bunun üzerinde çalışması lazım.
2- İslam’ı farklı yorumlarla düşünce Müslümanlığı haline getirmemiz gerekir. Çeşitli gruplar oraya gidip faaliyet yapıyorlar. Bu da Türkiye’de olduğu gibi o ülkelerde de
kafaların karışmasına sebep oluyor.
3- Kazakistan’da Amerikalı 150 barış gönüllüsü var. Bu, onların Kazak vatandaşı gibi yaşamasını engelliyor. Bunların her yere girip çıkması serbest, yiyip içmelerinde yüzde indirim uygulanıyor. Kiliselerin, Yeho- va Şahitleri nin vaftizini yapanlara 50 dolar veriliyor. Bizim de oralara biran önce “İslam Barışı Gönüllüsü" göndermemiz çok yerinde olacaktır.
4- Mescitler, Kur’an kursları alt yapısızdır. Halka kolay müşlümanlı- ğı, ruhsat müslümanitğını oralarda anlatmamız lazım. Bugün için bu şarttır.

Muş Eski Bağımsız Milletvekili, Avrupa Konseyi eski Üyesi
Dr. İsmail İLHAN:
"Allah’a şükür, oralarda durmadan camiler yapılıyor."
Dedelerim bundan 115 sene önce Çarlık Rusya’sının zülmünden Türkiye’ye yürüyerek, kaçak gelmişler ve Kars’ta yerleşmişler. Yolda üç kişimiz ölmüş. Babam Kars’ta, ben Muş’ta dünyaya gelmişim. Çarlık Rusya’sından sonraki Komünist dönemde de, oradaki halkımız gene aynı zulme, baskıya, şiddete maruz kaldı. Ben, Türkiye’de hürriyet içinde doğdum fakat oralarda kardeşlerime yapılan zulmü, Türkiye’de, Almanya’da, Fransa’da, Avrupa Konseyi’nde devamlı dile getirdim. Bunun mücadelesini yaptım. 1956 senesinde Alman- ya-Münih’te, "İslam Cemiyeti"ni kurarak bir lobi oluşturduk. Genel
Sekreteri de Alman kökenli müslüman Ahmet Hulusi ŞİMİDE idi. 0 zamanlar Almanya’da kiliseler, Azerbaycan’dan, Kırgızistan’dan, Kırım’dan zulümden kaçıp gelen çocukları 500 marka satın alırlar, 800 marka zenginlere satarlardı. Yani her yerde zulüm. Ama bugün Allah’a şükür oralarda durmadan camiler yapılıyor. Artık hiç kimse, bir ülkeye kaçmayı düşünmüyor. Zulüm sona erdi. Tabi zorluklar var ama namazlar camilerde kılınıyor. Bunlar az şeyler mi? Fakat daha çok gayret göstermemiz, onların dertlerini kendi dertlerimiz kabul ederek elimizi daha çok uzatmamız lazım. Buna imkanımız da vardır.

Diyanet İşleri eski Başkanı
Dr. Tayyar ALTIKULAÇ: "Bu toplantıda herşey ortaya kondu..."
Böyle önemli bir toplantıya katılmış olabilmekten dolayı çok mutluyum. Çok güzel konuşmalar oldu, çok kıymetli bilgiler edindik değerli misafirlerimizin dilinden. Herşey ortaya kondu. Namık Kemal ZEYBEK Beyefendi de zaten derdimize tercüman oldu.
Ben, başka birşey ilave etmeyeceğim de, toplantıdan önce sayın başkanla da görüştüm. Bu toplantının adı çok uzun. Kaç kere okuduk fakat şimdi, "Haydi söyle bakalım bu toplantının adım" deseler, tahmin ediyorum hiç kimse kağıda bakmadan söyleyemez. Bu sebeple ben bu toplantını adının "Ortaasya, Balkan Ülkeleri 1’inci Dini istişare Toplantısı" olarak değiştirilmesini teklif ediyorum. Sonrakiler de 2’nci, 3’üncü... diye devam eder. Tabi tartışılıp, daha güzeli de ortaya çıkabilir."