Makale

Toprağı vatan Kılan Tarihtir

Toprağı Vatan Kılan Tarihtir

Muammer YILMAZ

Çevre, insanın bütün sosyal, biyolojik ve kimyasal faaliyetlerini sürdürdüğü ortamdır.
_ Üzerinde yaşadığımız yerkürede ilkel ve gelişmiş tüm toplumların sürekli içinde yaşadıkları çevreye doğal çevre denilmektedir. Doğal çevreyi ayakta tutup, ölümsüzleştiren ecdat yadigârları nişanlardır. İnsan
her tarihi dönemde çevresiyle sıkı ilişkilerde bulunmak zorunda kalmış ve “Ekoloji” terimi altında çok önemli, çok yönlü bir niteliği almıştır.
Aklı, izanı ve vicdanı ile diğer canlılardan ayrılan, onların efendisi olan insan; kısacık ömrünü idame ettirmek için teknoloji ile doğanın kontrolünü eline alarak tabiri caizse cenneti de cehennemi de bir bakıma ayağına getirmiştir. Fakat cenneti yaşıyayım derken, cehennemin de kısmen içine düşmüştür.
Alemin özü, varlıkların gözbebeği olan insan, bataklıkları kurutmuş, çölleri yeşertmiş, denizlerde toprak kazanmakla kalmamış, 2000 metre derinliğe inmiş, yeraltı yerüstü kaynakları işleyerek doğayı büyük ölçüde değiştirmiştir. Bununla da yetinmeyerek aya bile ayak basmıştır.
-İnsan, insan içinde doğar, insan içinde büyür ve her zaman insanlarla birlikte yaşar, aynı çevreyi paylaşır. Bu, onun tabiatının gereğidir. Madem ki hayatımızı yalnız başımıza değil, toplum içinde sürdürmeye mecburuz öyleyse onlarla iyi geçinmek, iyi ilişkiler kurmak yanında, çevremizi de koruyup kollamak, temiz tutmak ve güzelleştirmek zorundayız.
Vatan, üzerinde milli ve manevi değerlerin korunduğu kutsal topraktır. Uğrunda birçok fedakarlıklara katlanılmış, kan dökülmüş, can verilmiştir. Ecdadın ruhu coğrafyaya sinmiştir. Vatan, havasını teneffüs etmeye başladığımız andan itibaren sevmeye, yüceltmeye mecbur olduğumuz kutsal bir değerdir.
Vatan sevgisi imandandır. Vatan dağı ile, taşı ile, kurdu, kuşu ile sevilir. Akif’imizin “Bir kubbesine Mevlâ titrer” dediği bu ecdat yadigârının bir tek taşına bile zarar verilmez.
Vatan sevgisi kuru dava ile olmaz, vatana hizmetle olur. Yediden yetmişe el ele, gönül gönüle vererek, vatan ve millet yolunda çalışmakla olur. Memleketini seven toprağını işler, çamurunda yıkanır, tozunu bile sürme olarak çeker, ormanlarını ve ecdat nişanlarını canı ve kanı gibi korur. Milletin mutluluğu için ne gerekli ise onu seve seve yapar.
Yurdumuz bir medeniyetler bütünü, binlerce yıllık medeniyetler mozayiğinin mahsulüdür. Dünyanın en kıymetli coğrafyam parçası, en güzel iklim bölgesindedir. Tarihi ve tabiat güzellikleriyle de bir dünya cennetidir. Allah’ın bize emanet ettiği bu cennet ülkeyi tabii zenginliklerine teknik imkanları katarak daha da güzelleştirmek bizim için bir borçtur. Fakat bütün bu güzellikleri görmek için göz, duymak için kulak, hissetmek için gönül ister.
Bu cennet ülkenin her ovası, ırmağı, taşı toprağı, kuşu, çiçeği insanla konuşur, bir efsane, bir hikâye, bir kahramanlık destanı söyler.
Toprak doyurandır, barındırandır, ama vatan olunca. Toprak anayı vatan kılan tarihtir, ecdadımızın kanıdır, ecdat ile ilgili toprak üzerindeki nişanlardır. “Millet kökü mazide olan âtidir” Ecdadına hürmet etmeyen, onların bıraktıklarına sahip çıkmayan, mazisine, köküne, aslına sahip olamaz.
Bir şehre güzellik veren sadece yolları, sokakları, caddeleri, havaalanları, eğlence yerleri değildir. Yediden yetmişe bir müze ve atölye vazifesi gören, her biri bir ayrı devrin kanaviçe gibi dantel dantel işlenmiş eserleridirler. Bu eserler el emeğimiz, göz nurumuz gönül duygumuz, içtiğimiz suyumuz, damak zevkimizdir. Atalarımızın ruhlarının taşa yansıyan akisleri, fazilertleri, ince zevkleri, Yüce Yaratıcı’ya açılan elleri ve uzanan kollarıdırlar.
Türk şehirlerine Türk’e has bir çehre kandıran bu nişanlar, ebed müddet devletimizin bey ni, kalbi, canı, candamarıdır. Bu nişanların birinin bile ortadan kalkması demek, tarihi çevrenin ve o şehrin çirkinleşmesi, ölümü demektir.
Mehmet Kaplan; "Vatan sadece topraktan ibaret değildir. Bir milletin asıl vatanı yarattığı kültür eserleridir, Zira onun ruhu, tarihi hatırası, zevki, yaratma gücü, tabiata ait olan çıplak topraktan değil, onun üzerinde yarattığı eserlerde görülür" der.(,)
Cennet yurdumuz kadar tarihî zenginliklere ve eserlere sahip olan yeryüzünde başka bir ülke yoktur. Mısır’ın, İtalya’nın, Yunanistan’ın ve Roma’nın eserleri ancak bir iki medeniyetle münhasır kalırlar. Fakat bizde öyle midir? Tarihi devirlerden başlıyarak nesiller nesiller üzerine, medeniyet medineyet üzerine gelmiş geçmiştir.
Üzüntü ile belirtelim ki elimizde İlâhi bir emanet olan, coğrafî ve tarihî güzellikleri ile vatanımız gittikçe eski özellik ve güzelliğini kaybetmektedir. Ormanlarımız tahrip edilmekte, sahillerimiz çirkinleşmektedir. Kaleler, hanlar, hamamlar, su yolları, kervansaraylar, tarihi mabet, kümbet ve medreseler zamanın tahrip edici elinden korunabilmek için himmet beklemektedir. Devlet Baha’nın elinin uzanmadığı yerde bu görev vefalı halkımıza düşmektedir. Yabancılar bu mücevherleri görebilmek için kıtaları, iklimleri katederek gelirler ve hatta onlara sahip çıkabilirlerken, bizim onlara sahip çıkmamamız düşünülemez.
Eski Türk şehirleri dünyanın en temiz ve en güzel şehirleriydi. AvrupalI seyyahlar onların iç ve dış güzelliklerini anlatmakla bitiremezler. Bu hususta cilt cilt eserler yazılmıştır.
A. Hamdi Tanpınar; "Selçuklu, coğrafyayı vatan yapmak için büyük bir imar faaliyetine girişmiş, Osmanlı ise üzerine oturduğu vatan üzerinden yeni vatanlar kazandırabilmek için at koşturmuştur der (2).
“Temizlik dinin yarısıdır” düsturunu hayatlarının en önemli esası olarak kabul eden ecdadımız her konuda olduğu gibi, çevre temizliği ve korunması hususunda diğer milletlere örnek olmuşlardır. Osmanlı sultanları bilhassa Haliç, Kağıthane ve Boğaz’ın tabiî güzelliğinin bozulmaması için son derece dikkat çeken tedbirler almışlardır.
Bugün pekçok şehrimizde tarihi eserlerin bir kısmı ya ortadan kalkmış, ya da dev apartmanların gölgesinde kaybolup gitmiştir. Bunun yanında tarihî özelliği olan eski evlerin bir kısmı açık hava müzesi haline getirileceği yerde ortadan kaldırılarak mazi ile hâl’in beraberliği yok edilmiştir. Bu halleriyle şehirlerimiz tarihî vasıflarını kaybederek beton yığını haline dönüşmektedir.
Dünya imparatorluğunun şahdamarı İstanbul’da Sadâbad’ın neşesi, Altın Boynuz’un (Haliç) fıkır fıkır oynayan sularının maviliği ve serinliği, Bogaz’ın gözleri dinlendiren yeşilliği, sularında danseden dolunayın gümüş raksını, Karadeniz’in düşünen sularında, geçmişin dillenen sükûtunu bulmak artık kolay değil.
Büyüyen Türkiye’m kafada ve gönülde büyük, aynı zamanda güzel olmalıdır. Güzelliğini sırrı ise tarihte ve tabiattadır. Atalarımız mimarî kadar ağaca büyük değer verirlerdi. Yaptıkları büyük abidelerin yanında büyük ağaçlar vardır.
Ağaç ve orman, bir ülkenin en güzel süsü, en temiz iklimi, en değerli ekonomisidir. En edebî şiiri, en verimli bahçesidir. Onda düşünme ve duygulara seslenen ince bir ruh, gönülleri kuşatan bir sükûn ve huzur vardır.
Atalarımız agaç kesmeyi cinayet olarak tasavvur etmişler; bir insanın ölümü ile eşdeğer tutmuşlardır. Savaşa giderken verilen emirler arasında kadınların, çocukların ve yaşlıların öldürülmesi ilkesinin hemen yanı başında ağaçların kesilip tahrip edilmemesi de vardır. Fatih’in "Ormanlardan bir dal kesenin başını keserim", Atatürk’ün “Yeşil görmeyen gözler,renk zevkinden mahrumdur. Ağaç dikiniz ki; kör bir insan bile yeşillikler arasında olduğunu farketsin” sözleri ağaca (ormana) verilen değeri gösterir.
Mehmet Kaplan; ağacın bir kültür mahsulü olduğunu, atalarımızın agaç ile mimariyi, tabiat ile medeniyeti uzlaştırıp caminin içine soktuklarını, büyüyen ve gelişen Türkiye’nin bir agaç denizi haline getirilmesini, tarihî eserlerle ağaçların yerlerinin değiştirilmeyeceğim ve yeni eserlerin onların etrafında inşa edilmesini söyler.
Kişi ile çevre arasında ilişkiler tarih boyunca oldukça karmaşık olmuştur. Tarihî çevrenin tahribinde tabiat şartları ve tabiî afetler yanında, ilgisizlik ve bilgisizlik birçok yapının tahribine ve hattâ bazılarının tümüyle yok olmasına neden olmuştur. Öyleki imar hareketleri de pek çok tarihî binanın yıkılmasını gerektirmiş, diğer yandan örenlerde hazine olduğuna inanan kişilerin tahribatı da yaraya tuz-biber ekmiştir. Bu durum günümüzde de sürmektedir. Kayseri’mizde ayakta kalan çeşmelerdeki kuş saraylarının çoğu da bundan nasibini almıştır. O halde iş gelip dolaşıp kültür noktasında birleşiyor.
Güzel bir çevre dünyanın ve insanın cenneti olduğuna göre, devletin insan haysiyetine uygun çevreler oluşturması gerekir. Oluşturulan çevreyi de kollayacak olan yine insandır.
Bir ülkede maddî ve manevî kültürü yaratanlar o memleketin kültürlü insanlarıdır. Kendi iç çevresini, ruh ve gönlünü, ahlâk anlayışını arındırarak erişebileceği bir çevre anlayışına ulaşmayan insan hem kendine, hem çevresine dolayısıyla ülkesine zarar vermekte devam edecektir. ♦
(1) Mehmet Kaplan, TCırk Milletinin Kültür Değerleri, Ankara, 1987.
(2) A. Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Ankara, 1972.