Makale

Milli Yara: UYDURMA DİL

Halit Güler
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı

Milli Yara: UYDURMA DİL

Bizi takip eden değerli okuyucularımız, dergimizin her sayısını, sanki birer özel sayıymış gibi, gündem başlığı altında belli bir konuya tahsis etmeye çalıştığımızı bilirler. Dergiye girecek yazıların, o ayın konusu ile ilgili olmasına çaba sarfettiğimizi dergimizin sayfalarını çevirenler hemen anlarlar.
Hemen hemen bütün dergilerce benimsenmiş ve bizim tarafımızdan da uygulanan bu prensibin gelişerek devam ettirilmesinin fayda ve lüzumuna inanıyoruz. Dergimize gönderilen güzel nesir ve şiirleri, gündem konusuyla ilgili olmasa da yayınlıyoruz.
Konu başlıkları önceden tesbit edilerek uzman kişilere sipariş edilen gündemle dergi çıkarmanın veya sayfaları köşe işaretiyle isimlendirerek değerlendirmenin, bizim için güç yanları bulunmasına rağmen, ilgi gördüğünün ve takdir topladığının farkındayız. Daha doğrusu bu çalışmanın memnuniyetle karşılandığını bize ulaşan tebrik ve teşvik dolu mektup ve telefonlardan anlıyoruz. "Dualarla Devredilen Emanet: DİN-DEVLET-MİLLET" yazısının yer aldığı kapak resmiyle ve "Milli Mücadelede Din Adamları" muhtevalı gündemiyle 28. sayımız büyük beğeni kazanmıştır. Neşriyatla ilgili olanlar bilirler. Yayınla uğraşanlara en büyük mükafat yaptıkları işin, ortaya koydukları yazılı belgenin beğenilmiş olmasıdır. Bunu hissettiğimiz zaman mutlu oluruz. Demek ki yayın hayatında büyük ağırlığı olan okuyucunun, bir neşir organını beğenip beğenmediğini hissettirmesi önemlidir. Bu konuda fazla şanslı olduğumuzu söyleyemeyiz. Çünkü mensuplarımızın yayınlarımızla, özellikle şu Aylık Dergi ile ilgili hissiyatlarını anlayabilmiş değiliz, bu gidişle anlamamız da mümkün görülmüyor. Galiba bu durum çok az okuyup, çok fazla konuşan bir toplum olmamızdan ileri geliyor.
Her sayıyı aktüel sayılabilecek bir konuya ağırlık vererek ve dergimizin sayfalarından çoğunu o konuya ayırarak yayına hazırlamaktan maksadımız; dinî ve millî çizgiden sapmadan ele alınan konuyu yeterli bir araştırma ile size sunabilmektir.
Takdir edersiniz ki, zamanımızda gelişen yayın tekniğine ayak uydurabilmek için bu tarz anlayışa ihtiyaç vardır. Aksi takdirde yaşama ve yayılma şansımız azalır. Her konuya anında el atmak ve sütunlarında o konunun yer almasını sağlamak zorunda olan günlük gazetelerin dışındaki yayın organları, genellikle bu prensibi. benimsemiş durumdadırlar. Belli bir tiraja ulaşmış ve okuyucuları tarafından merakla takip edilir hale gelmiş sosyal içerikli dergiler, her sayılarında aktüaliteyi dikkate alarak belli konuları, kendi amaçları doğrultusunda değişik açılardan incelemekte, resimlemekte ve komprime halinde okuyucularına sunmaktadırlar. Bizde, bu halimiz modaya ayak uydurmak şeklinde anlaşılsa bile, resmi bir yayın organı ve amatör bir ekip olmamıza rağmen, ihtisaslaşmaya ve pratiğe yönelik bu gelişmenin dışında kalmamaya çalışıyoruz. Bu sebeple her sayımızda lüzumuna kani olduğumuz bir konuyu değişik bir üslupla ele alıyoruz.
Bu düşüncelerimize yeni bir örnek teşkil edecek tarzda hazırlamaya çalıştığımız bu sayımızın gündemi; TÜRKÇE. Türkçenin nesi? Geçmişi ve geleceği. Sadece benim kalemimden mi? Hayır. Konunun uzmanı, millî haysiy-yet sahibi, edebî şahsiyeti ve yetkisi olan düşünürlerin kaleminden.
Türkçe, bizim lisanımız. Anadolu toprakları Kars’tan Edirne’ye vatanımız, ayyıldız-lı bayrağımız namusumuz, İstiklâl Marşımız zafer abidemiz ve minarelerimiz iman burçlarımız olduğu gibi. Aziz vatanımızdan bir karış toprak alınmasına, bayrağımızdan bir parça koparılmasına, İstiklâl Marşımızdan bir kıt’a çıkarılmasına, minarelerimizden beş vakit ezan okuyan müezzinlerin susturulmasına nasıl izin vermezsek, dilimizden bir kelime eksiltilmesine, Türkçe-nin yapısına aykırı sözler uydurulmasına da izin vermeyiz.
Vatanımızı iç ve dış düşmanlara karşı canımız, ırz ve namusumuz gibi savunmuşuz. Şanlı bayrağımızın Türk semalarında şanla, şerefle hep dalgalanmasını sağlamışız. İstiklâl Marşımızı meydanlarda coşku ile haykırmışız. Gönüllerimizi aydınlatan, bu toprakların bizim olduğunu göklere de duyuran ezan seslerini minarelerimizden eksik etmemişiz. Ne yazık ki, belki bunlardan daha değerli olan Türkçe için aynı şeyi yaptığımızı söyleyemeyiz. Maalesef lisanımızı tahrip etmek ve neticesinde millî kültürümüzü bulandırmak, dil birliğimizi sarsmak isteyenler kısmen de olsa karanlık emellerine ulaşmışlar. Bu konuda milliyetçi Türk aydınları birkaç sayfada, hatta birkaç kitapta izah edemeyeceğimiz derecede büyük bir mücadele vermişler.
Bu mücadeleyi verenlerin büyük bir kısmı şu anda aramızda değiller. Ama eserleri aramızda, emanetleri üzerimizde. Bu mücadeleyi şerefle, akıl ve izanla yürütenlerin makalelerini ve kitaplarını okuyarak büyüdük. Bu sebeple de öz Türkçe uydurma dil felaketinden kendimizi kurtardık. Bize bu imkanı sağlayan, yazılarıyla ve konuşmalarıyla genç nesillere örnek olanlardan Orhan Seyfi ORHON’u, Nihat Sami BANARLl’yı, Peyami SAFA’yı, Ali Nihat TARLAN’ı, Faruk Kadri TİMURTAŞ’ı, Mehmet KAPLAN’ı, . Nurettin TOPÇU’yu, Necip Fazıl KISAKÜREK’i ve Sâmiha AYVERDİ’yi rahmetle anıyoruz.
Kendilerine dil konusunda çok şeyler borçlu olduğumuzun bilinci içerisindeyiz. Şu anda rahmeti rahmana kavuşmuş bu abide şahsiyetlerin Türkçe ile ilgili eserlerinden derlediğimiz makaleleriyle, Türk dilini korumak ve yaşatmak uğruna verdikleri savaşı hatırlamak ve hatırlatmak istedik. Herşeye rağmen bugün İstanbul Türkçesi ile yazıp konuşabilen romancılarımız, hikayecilerimiz ve piyes yazarlarımız var ise, bunu kimlere borçlu olduğumuzu bu derlediğimiz örnek yazıları okuduğumuz zaman daha iyi anlamış ve dildeki incelikleri daha iyi kavramış olacağız.
Asırlardır konuşageldiğimiz ve onunla ilim dünyasına eşsiz eserler kazandırdığımız, harp meydanlarında zafer şarkıları terennüm ettiğimiz Türk dilini bozmak isteyenler, gelecekte neler elde edeceklerini çok güzel hesap etmişler. Herşeyden önce dinî ve millî kültürümüzün kaynağı olan Osmanlıca eserlerle dolu kütüphanelerle ilgimizin kesileceğini bilmişler. Komünizmin sona ermesiyle ortaya çıkacak Türk Cumhuriyetlerinde yaşayan soydaşlarımızla konuşamayacak hale geleceğimizi çok iyi hesap etmişler. Talebenin muallimi, torunun dedeyi, köylünün şehirliyi, seyircinin tiyatro ve sinemayı, dinleyicinin radyoyu, okuyucunun gazete ve dergiyi anlayamayacak hale geleceğini de düşünmüşler. Bu işte malum bir kurumun bünyesinde toplananların ve kısa zamanda sahte şöhret haline getirilenlerin hizmeti (!) büyük olmuş. Böylece millî kültürümüzü gençlere anlatamaz hale gelmişiz. Adeta ilim akışı, tarih şuuru durmuş, nesiller arasında his bağı kopmuş, mesleklerarası tecrübe alışverişi yok olmuş...
Kendi durumuma bakıyorum da karşılaştığım bazı olayları kavramakta güçlük çekiyorum. Ben de Cumhuriyet döneminde yetişmiş bir kimseyim. Medrese kültürü almış ve Osmanlı döneminden kalmış bir kimse değilim. Zamanın kültüründen uzak bir yaşayışım da yok. Lise sıralarından beri konferanslara giderim, panelleri ve seminerleri takip ederim. Seviyeli ve ölçülü filmleri seyretmekten ve tiyatroya gitmekten hoşlanırım. Basını, ayırım yapmadan takip ederim. Roman, hikaye, piyes okurum. Şair değilim, ama şiirle ilgilenirim. Millî destanlarımızdan büyük heyecan duyarım. Hülasa bu cemiyetin içinde yaşamış ve bu cemiyetten biriyim. Kulaklarımı zamana kapamış, gözlerimi hayata yummuş ve gönlümü karartmış değilim.
Okuduğunuz gibi yazı dilim de bu.
Böyle yetişmiş olmama veya olmamıza rağmen, bizim şartlarımızda yetişenlerin bir kısmının konuşmalarını anlamıyorum. Yazılarını içime sindirerek okuyamıyorum. Bu durumu herhalde benim kültür geriliğime ve çağ dışılığı-ma hamledemezsiniz. Ne hazindir ki bazı kimselerin dilleri de kıyafetlerine benziyor. Kıyafet biçimi ve saç şekli bana ne kadar yabancı ise, dili de o kadar yabancı... Bazı toplantılarda kurumlardan gelen temsilcilerin konuşmalarını takipte ve anlamakta güçlük çekiyorum. Sanki benim kurumlarımın temsilcileri değiller gibi. Sanki aynı kültürlerin insanları değiliz. Birimiz şu yazarı okurken diğerimiz bu yazarı okudu. Okuduğumuz yazarlar da farklı kültür dünyalarının insanları idi. Birimiz tiyatroya giderken diğerimiz gitmedi. Birimiz Türk Dil Kurumu derken, diğerimiz Milli Dil Akademisi dedi. Böylece kültür dünyamızı tezatlar kapladı.
Aynı çevrede yetiştiğimiz, aynı okullarda okuduğumuz halde birbirimizi anlamakta neden güçlük çekiyoruz? Yoksa dilde varılmak istenen hedefe ulaşıldı da ondan mı?
Yıllar önce Bakü’de bir halı müzesini geziyoruz. Bir Azeri hanım rehberlik ediyor. Halıların renk ve desenlerini kitap okurmuş gibi bize anlatıyor. O kadar güzel anlatıyor ki Azeriler de anlıyor, biz de anlıyoruz. Tabirler anlatılmak istenen önemli noktalara öylesine oturuyor ki, ister istemez işte bozulmayan, öztürkçe-leştirme saldırısına uğramayan dil böyle olur ve böylesine ihtiyaca cevap verir demek zorunda kalıyorsunuz.
Gel bu tarafa. Topkapı müzesini anlatan rehberden aynı dil zevkini tatmıyor ve dinleme neşesini duymuyorsunuz. Çünkü o, Topkapı’daki kültür diliyle konuşmuyor. Uydurma kelimeleri, anlattığı değerlere yakıştırmakta güçlük çekiyor.
Aynı yaşta olduğumuz ve aynı kültürde yetiştiğimiz halde, neden birbirimizi anlamayan insanlar haline geldik? Diğer sayfalarımızdaki dil ile ilgili yazıları okuyunca bunu daha iyi anlayacaksınız. Dilimizi bozmak isteyenler öylesine sistemli ve ısrarlı çalıştılar ki, Türk Dil Kurumu aracılığıyla okullarımıza, basınımıza, tiyatro ve sinemamıza, radyo dilimize öyle sızdılar ki, büyük bir kesimi tesir altına alabildiler. Almaya da devam ediyorlar.
İstanbul Türkçesini halen okuyup yazanlar, konuşanlar mevcut. Bu kimseler kültür dünyamızdan çekildikleri zaman, öztürkçecilik gayretiyle uydurulan dilin ne büyük felaket olduğu daha iyi farkedilmiş olacak. Farkedilmiş olacak ama, o zamanda iş işten geçmiş sayılacak. İş işten geçtikten sonra düzeltmeye çalıştığımız konuları, eski haline getirmekte ne kadar güçlük çektiğimizin herhalde farkındasınız.
Bırakalım, lisanımız da medeniyetimiz gibi zengin, kültürümüz gibi engin kalsın!..