Makale

İnsan Hakları Beyannamesi ve İSLÂM'DA İNSAN HAKLARI

Cemal ANADOL
Gazeteci - Yazar

İnsan Hakları Beyannamesi ve
İSLÂM’DA İNSAN HAKLARI

Aralık târihi, 1948 yılında yürürlüğe giren "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin yıldönümüdür.
İkinci Dünya Savaşı sonrası, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nın kabul edip, ilân etmiş olduğu bu beyanname, dünya üzerinde insanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan haysiyetin ve bunların eşit ve devir kabul etmez haklarının tanınması hususunun; hürriyetin, adaletin ve dünya barışının temeli olması esâsına dayanıyordu.
İnsanlık âlemi, 20 nci yy’ı idrâk ederken, insan haklarının tanınmaması ve hor görülmesinin, insan vicdanını isyana sevkeden vahşiliklere sebep olmuş bulunmasına, dehşetten ve yoksulluktan kurtulmuş insanların içinde söz ve inanma hürriyetlerine sahip olacakları bir dünyanın kurulmasını en yüksek amaç olarak ilân etmiş bulunmalarına göre, bu beyannamenin kaleme alınması, artık kaçınılmaz olmuştu.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannâmesi, insanların keyfî idare ve baskılara karşı son çare olarak, ayaklanmaya mecbur kalmamaları için, haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasını sağlamak amacıyla hazırlanmıştı.
Üye devletler, bu andlaşma ile insan şahsiyetinin haysiyet ve değerlerine, sosyal ilerlemeyi kolaylaştırmaya ve daha geniş hürriyetler içerisinde, daha iyi hayat şartları kurmak üzere, insan haklarına ve ana hürriyetlerine bütün dünyaca gerçekten saygı gösterilmesinin temini için söz vermiş oluyorlardı.
İnsan Hakları Beyannâmesi; insanlığın çağımızda; dünya ölçüsündeki kültür mirasına belkide en büyük katkısıdır.
İnsan Hakları Beyannamesinin bir bakıma, insanlığın İkinci Dünya Savaşı’ndaki akıl almaz vahşetine karşı isyan olduğu söylenilebilir.
Ancak; 1948’den bu yana Kore’de, Afganistan’da, Vietnam’da, Kamboçya’da, Güney Afrika’da, Kırım’da, Türkistan’da, Macaristan’da, Çekoslovakya’da, Polonya’da, Güney Amerika’nın marksist ve faşist rejimlerinde, Bulgaristan’da, İran’da, Kerkük’te, Suriye’de, Beyrut’ta, Filistin’de insan hakları, defalarca ayaklar altına alınmıştır.
Târih, milletlerin biribirlerine karşı yaptıkları işkence, zulüm ve katliamlarla doludur.
Haçlı vahşetleri, Engizisyon mezalimleri, Katin Orma-nı’nda, Cezayir’de, Kıbrıs’ta, Anadolu’da, dünyanın dört bir bucağında zaman zaman ortaya çıkarılan toplu mezarlar; Sait Barthelmy, Kıbrıs, Bulgaristan katliamları insanın insana zulmünün, ibret verici sahneleridir.
Fakat, ne kadar hazin ve acı bir tecellidir ki, bu zulüm, işkence ve katliamlardan en çok zarar gören, İslâmiyet ve Türkler olmuştur.
Martin Luther, 1529 yılında verdiği savaş va’zında Türkleri, "İblis, zindandan salıverildi.." sözleri ile dünyaya, Cenâb-ı Hakk tarafından gönderilmiş bir bela olarak tasvir ederken, aynı târihte Türk Cihan Pâdişâhı’nın Avrupa’daki adamları, katoliklerin muhtemel bir çılgınlığına karşı, o reformater Hristiyanı gizlice koruyorlardı.
Hazreti Peygamber’in savaşlara girdiği bir gerçektir. Ancak, bu savaşlar, bazı hükümdarlarına gibi vahşice değildi. Onun savaşları, yalnız Allah’a (Celle Celalühû) eş koşanların zararlarını önlemek içindi. O Yüce Elçi’nin hedefi, Arabistan’ı birleştirmek ve insanlara her şeyin yaratıcısı olan Allah’a ibâdet etmeyi öğretmekti.
Müslümanlığı kabul edenlere, kardeş muamelesi yapılmasını emretmişti. Kur’ân-ı Kerîm’in hiçbir yerinde aslında bütün insanlığın uyması gereken adalet ve merhamet ideallerine aykırı, bir tek emir görülmez. Halbuki, bugün ellerde dolaştırılan Kitab-ı Mukaddeslerde, değiştirilmiş Tevrat ve Inciller’de, insanın insana zulmü için kışkırtıcı hükümler vardır.
Yüce İslâm Peygamberi, kendilerinden olmayanlara, karşı da, hoşgörü ile davranıl-masını tavsiye ve emretmiştir. İslâmiyet, bütün dünyaya işte bu yüksek duygularla yayılmıştır.
İslâmiyet’te insan, yaratılanların en şerefli varlığıdır. Onun da en şereflisi, Kâi-nat’ın Efendisi, Allah’ın Yüce Resulü, Sevgili Peygamberimiz’dir.
Hacc Sûresi’nin 30.cu âyetinde;
"Kim Allah’ın hürmet edilmesini emrettiği şeylere tazimde bulunursa, bu Rabbi katında kendisi için (mahz-ı) hayırdır." buyurulmuştur.
Yüce Allah (C.C), insanoğluna yaşama hakkı, ilim öğrenme hakkı ve hürriyeti eşit olarak vermiştir. Bir insana lâyık olan da budur. Fakat insanoğlu, bâzan yekdiğerinin üzerinde hâkimiyet kurarak, onu ezmek ve sırtından geçinmek fırsatını bulmuş, onu sömürmüş veya sömürmektedir.
İslâmiyet, şefkat, merhamet ve yardımlaşma dinidir. İslâmiyet, insanların can, mal, ırz, namus, hürriyet ve şereflerini, her türlü tecâvüzden uzak kalmasını emretmiştir.
İşkence, gelişmemiş kimselerin, sapık zihniyetlerini başkalarına kabul ettirmek için kullandıkları vahşi hareketlerdir. Tıp dilinde işkence, sadist ruhların eseridir.
İşkence, zâlimin silâhıdır. İnsanlara zulüm ve işkence yapanlar, inançlarını yaşayan ve düşündüklerini söyleyen kimseleri, zor kullanarak susturmak isteyenlerdir.
İslâmiyet’te zulüm ve işkencelere yer yoktur.
Bir hadîs-i şerife göre;
"Zulüm, kıyamet günü (sahibini saran) bir zulmet olacaktır."
Kur’ân-ı Kerîm’de İbrahim Sûresi, 42.ci âyetinde de;
"Zâlimlerin yapacakları şeylerden sakın. Allah’ı gafil zannetme. O, bunları ancak öyle bir gün için geciktiriyor ki, o (gün) gözler, dehşet içinde bakakalacaklardır" buyurulmuştur.
İslâmiyet’te; gayrimüslimlere de zulüm yapılamaz. Hişâm b.Hakim (Radiyallahu Anh), bir gün Şam’a uğramıştı. Güneşin altında tutulan bâzı kimselerin başlarına sıcak zeytinyağı döküldüğünü gördü ve ürpererek sormuştu:
"-Bu hâl nedir?.."
"- Haraç vergisini ödemeyen gayrimüslimler, işkenceye tâbi tutuluyorlar." demişlerdi. Bunun üzerine Hişâm;
"- Allah’a şahitlik ederim ki, Resûlüllah Aleyhisselam; (Dünya’da) insanlara işkence yapan kimseye, Allah, âhirette azap eder buyurmuştu" demişti.
Bütün dünyadaki insanlara hitap eden İslâmiyet, insanlar arasında barışın kurulmasına büyük önem vermiş, bütün insanların barış içinde ve kardeşçe yaşamalarını emretmiştir. Bunu kabul etmeyenler için, Bakara Sûresi 193.CÜ âyette;
"Fitne (kaynağı bulunan şirkten eser) kalmayıncaya ve din de, Allah’ın (dini diye tanınmış) oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse artık zâlimlerden başkasına hiç bir husumet yoktur." buyurulmuştur.
Hucûrat Sûresi’nin 9.cu âyeti ise, aynen şöyledir:
"Eğer inananlardan iki zümre biribirleriyle savaşırlarsa, hemen aralarını bulun. Eğer biri, diğerinin üzerine saldırırsa, tecâvüz edenlerle, Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın. Eğer Allah’ın emrine dönerlerse, aralarını adaletle bulun. Âdil hareket edin. Şüphesiz ki Allah, âdil olanları sever."
Ve "yetim", fakat, "Emîn" Muhammed’in risâlete namzet bulunduğu 20.ci "Fil yılında yapılan "Hılfü’l-Füdûl" yâni Mekke’li büyükler toplantısında alınan şu karar, bundan 44 yıl önceki "Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannâmesi"nden asırlarca eski, ondan hiç şüphesiz ki, fersah fersah daha değerlidir.
O gün "Mekke’li Büyükler" şöyle demişlerdi:
"Yerli olsun, yabancı olsun; zulme uğramış kimse bırakmayacağız... Zulme meydan vermeyeceğiz!... Mazlumlar, zalimlerden haklarını alıncaya kadar, mazlumlarla beraber olacağız!... Denizlerde su kalmayıncaya, Hıra ve Sevir dağları yerlerinden kopup, silininceye kadar sözümüzde duracağız.."