Makale

SALİH HOCA

EKREM GÜNEŞ
KONYA

SALİH HOCA

Ulu bir dağın eteklerinde kurulmuş iki yüz haneli şirin bir kasaba.
Yanık Kasabası, ilk bakışta fark edilen Ulu Camisi ve muhteşem kubbesiyle insanları kendine cezbeden güzelliktedir. Bu Kasaba’nın tuğladan ve iki katlı olan evleri, burada yaşayanların hayat seviyelerinin oldukça iyi olduğu izlenimini vermektedir.
Günlerden Cuma. Öğle vakti... Yanık Kasabası tam bir sessizlik i-çerisinde.. Sokaklarında birkaç başıboş hayvan ve üç-dört yaşlarında, topraktan ev yapmakla meşgul bir-iki çocuktan başka hiçbir kimse görünmüyor...
Ulu Cami’nin dış hoparlöründen yükselen ses, kasabada yankılanıyor:
"İslâm’ın insanlığa bahşettiği şeref.."
Herkes Cuma namazında... Bu kasabayı birkaç yıl önce ziyaret edenler bu değişikliği yadırgayabilirler, hatta "nasıl olur?" demekten kendilerini alamazlardı. Öyle ya-, insanların birbirleriyle boğaz boğaza girdiği, sokaklarında pislik içerisinde sarhoşların yattığı, kadınların terlik savaşı yaptığı, ağza alınmayacak laflar ettikleri Yanık Kasabası’na ne olmuştu?
İsterseniz birkaç yıl öncesine dönelim.
Yanık Kasabası Ulu Camii’ne yeni bir imam gelmişti. Kasaba halkı, beş-on senedir imamsız olan camiye hoca verildiği için sevinmişti. Salih Hoca sekiz senelik tecrübesi olan, bilgili, hoşgörü sahibi, iyi bir insandı. Üzerine düşen sorumluluğun bilincindeydi. Bildiklerini hayatına ve insanlara aktarmaya çalışıyordu.
Salih Hoca kasabaya çabuk ısındı. İnsanları iyiydi, ama farkında değillerdi. Onlara bir şeyler vermeli, İslamı anlatmalı, kurtuluşun, mutluluğun ancak onda okluğunu öğretmeliydi.
İlk günler, arkasında üç-beş ihtiyarla namaz kılıyor; gençlerin kahve köşelerinde, sokaklarda ömür tüketmesine üzülüyordu. Bir gün yatsı namazını kılmış, evine gidiyordu. Yalpalayarak gelen birisinin yoldan geçen bir aileye sarkıntılık yaptığına şahit oldu. A-dam, "Allah belânı versin!" deyip bir tokatta yere yıktı sarhoşu. Sarhoş adam, yerden kalkmak istiyor, ama bir türlü doğrulamıyordu. Salih Hoca koştu, koluna girdi. Perişan haldeki adamı evine götürdü.
Ertesi gün öğle sularında adam uyandı. Kafası müthiş şekilde ağrıyordu. Salih Hoca hazırladığı kahveyi ikram etti. Adam akşamki durumu açıklamaya çalışıyor ve teşekkür etmek için kelime bulmakta güçlük çekiyordu:
"Adım Ömer. Sizinkini öğrenebilir miyim?" dedi. Salih Hoca da kendisini tanıttı:
"Salih. Yanık Kasabası Ulu Camii imamı..."
Ömer şaşırdı. Ne diyeceğini bilemedi. Utanmıştı. İzin isteyip kaçarcasına evden ayrıldı. Doğruca kendi evine gitti. Sigara üstüne sigara yakıyordu. Bir türlü anlayamamıştı. Neden yardım etmişti sanki? Uzun uzun düşündü. Sonra da dışarı çıktı. Sokaklarda kendini bilmez halde akşama kadar dolaştı durdu. Ayakları onu birahanenin önüne getirmişti. I-çeri girdi. Her zaman olduğu gibi kafası önde kimseye görünmek istemezcesine köşedeki masaya oturdu. Garson hiçbir şey sormadan her zamanki alışkanlığı ile Ömer abisine birasını getirdi:
"Buyur, Ömer Abi, dedi. Ne o, gene düşüncelisin" Ömer kafasını kaldırmadı. Garson "Yine daldı..." deyip, çekti gitti.
Ömer’in masasında bira bardağı, kafasında ise Salih Hoca vardı. Niye "Allah belânı versin" deyip, bir tokat da o vurmamıştı?. Keşke vursaydı da o utancı yaşamasaydı? Eli birasına gitti. Fakat, kafasındaki Salih Hoca, sanki ona "içme!.." diyordu. Beyninde şimşekler çaktı. Birayı ağzına götürmek istiyor, bir türlü götüremiyordu. İçmek ya da içmemek arasında bir süre bocaladı. Bir anda ne olduysa oldu. Bira bardağını kaptığı gibi yere çarptı.
Herkesin bakışları ona çevrilmişti. Garson koşarak geldi ve "Ömer Abi’sine bağırmaya başladı. "Bırak, git başımdan!" dediyse de dinletemedi. Garson gençti, kuvvetliydi. Eliyle itti Ömer’i. Yandaki masanın ayağı başına gelmiş ve kanlar akmaya başlamıştı. Orada bulunanların yardımıyla doğruldu. Kapıya doğru yürüdü. Çıktı, gitti. Yine sendeliyordu. Bu seferki sendelemesi içkiden değil, kafasına yediği darbedendi. İşte yine düştü. Bu sefer kalkamayacağını anlayınca iyiden kendini koyuverdi. Yer sımsıcak gelmişti. Uyumak istiyordu. Bir sıcak el, tutup kaldırdı kendisini.
"Sen kimsin be" dedi. Lâkin verilen cevabı duymadı.
Sabah uyandığında başının ve vücudunun hemen her yanı ağrıyordu. Şöyle bir bakındı, eli başına gitti. Sarılı idi. Ama neredeydi? Bu sırada kapı yavaşça vuruldu. Gelen Salih Hoca idi. Yorganı üzerine çekti. Utancından ne yapacağını bilemiyordu.
"Ömer, konuşmak ister misin? Diye sorarak kanepenin üzerine oturdu Salih Hoca. "Anlat hele! Senin bir derdin var. Dertli olma-san bu hallere düşecek adama pek benzemiyorsun." Salih Hoca ısrar edince anlatmaya başladı:
"Mutlu bir evliliğim vardı. Bir akşam misafirliğe gitmiştik. İkram edilen içkiden çok değil iki kadeh içtim. Dönüşte arabamın önüne bir kamyon çıktı. Geçmek istedim. O sırada kamyon biraz yavaşlayınca frene basamadım. Sonrasını hatırlayamıyorum. Gözlerimi hastanede açtım. Hemen eşimi ve kızım Serpil’i sordum. Kızımın iyi olduğunu söylediler.. Ho-cam, frene basabilirdim, ama basamadım, basamadım?." Ağlıyordu. Salih Hoca yaklaştı. Ellerini tuttu Ömer’in:
"İçkiden, dedi. İçki reflekslerini etkilemiş, onun için.."
"Azıcık içmiştim, nasıl olur?" diye cevap verdi Ömer.
"Bir kadeh de içsen, reflekslerini etkiler."
Ömer, iki senedir kaçmaya çalıştığı gerçek yüzüne vurulunca çılgına dönmüştü.. Sakinleştiğinde Salih Hoca uzun uzun anlattı ve:
"İslâm’da bir kural vardır, Ömer. İçkinin azını da çoğunu da içmek haramdır.
İçki kötülüklerin anasıdır."
O günden sonra Ömer içkiyi bıraka. Buna en çok sevinen de, iki yıktır amcalarının yanında kalan ve babasının özlemiyle yanıp tutuşan Serpil idi....
Serpil babasına kavuştu. Muhteşem kubbeli Ulu Cami ise bir cemaat daha kazandı.