Makale

Gün Ağarmadan

Abdulbaki İŞCAN

Gün Ağarmadan…

Eskiden beni inciten sözler simdi artık acı vermiyor, yalnızca düşündürüyor ve bu düşüncelerle yüzümün çizgileri gün geçtikçe derinleşiyor, otuzunu da altmışını da gösteren işaretler haline geliyor. Kahkahalar ise anlaşılmaz bir hüzün ile çoktan çekildi sahillerimden. Seherden sonra gözümü uyku tutmuyor artık, yorgun fakat umutla bakıyorum gün ışığına.
Etrafımda meydana gelen olaylara eskisi gibi ilgisiz değilim artık. Karın yağısı, yağmurun çiseleyisi eskisinden başka şeyler anlatıyor sanki. Gülün kokusunu da, bülbülün ötüşünü de bir başka şekilde hisseder oldum. Uzun zamandır göremediğim bir dostumdan bir haber alsam, o günüm nese ile geçiyor. Hiç tanımadığım, yüzünü dahi görmediğim birilerinin hastalıklarını ya da ölümlerini işitsem, ölümün soğukluğu ensemde beliriyor. Doğum ile ölüm arasındaki, şimdilere kadar pek umursamadığım mesafe, o andan itibaren en kıymetli hâzineleri dahi hurda haline getiriyor.
Ben artık yaslandım diyorum kendi kendime. İncitici sözlerden, kibirli bakışlardan çekinmiyorum. Eskiden hemen karşılık verdiğim kışkırtıcı hareketler, sinirlendirici naralar artık bende bir tepki meydana getirmiyor. Birisi incinecekse o ben olmalıyım, kimse benden incinmemeli diyorum. Bir hata yapacaksam bu kendi hatam olmalı. Kimseyi hatama ortak yapmamalıyım, kimseyi hatalarımdan dolayı suçlamamalıyım. Sevgiden dem vurmalıyım sözlerimde, askı bulmalıyım hikayelerde, şiirlerde.
Fakat yine de haykırışlarla doluyor iste içim. Feryadın son gücüyle bağırmak istiyorum.
"Birbirinizi sevmedikçe mü’min olamazsınız." Gülün dikenine yaslanmış bir bülbül gibi acılı, içli ve bir o kadar da tatlı, sevgi dolu nağmeler söylemek geliyor içimden. Sevgiye aska seslenmek istiyorum:
Ey Sevgi!
Senin peşinden nasıl koştuğumuzu görmez misin? Sana ulaşmak için ne çileler çektiğimizi duymaz mısın? Senin kıymetini bilmeyen insanlardaki mutsuzluğu, huzursuzluğu, hırçınlığı hissetmez misin?
Senin bulunduğun yerden ne kokular gelir bir bilsen. Tıpkı bir al gülün kokusu gibi kokun.
Senin konakladığın mekandan ne besteler yükselir bir işit- sen. Tıpkı bağrı yanık küçük bülbülün sesi gibi sesin.
Senin, her gözün göremediği ziynet eşyalarınla süslü insanlardaki çekiciliği bir görsen. Tıpkı algüllerle dolu bir bahçe gibi her yanın.
Ey Aşk!
Senin için neler düşündüğümüzü bir bilsen. Senin için ne şiirler okur ne hikayeler yazarız bir farketsen.
Yaşlandım ben artık diyorum kendi kendime. Saçımdaki aklar sayıca siyahları geride bıraktı sanki. Yaşlılığın getireceği yalnızlıktan, belki bana reva görülecek sevgisizlikten, ilgisizlikten de korkmuyorum artık. Hem geçmişte okuduğum şiirlere, hikayelere tekrar göz attıkça, onları şimdi daha da iyi anlıyorum. Oscar Wilde’nin Bülbül- Gül hikayesini ilk okuduğumda hissettiğim duygulardan çok daha başka şimdiki duygularım. Dünya edebiyatının en çok sevilen hikayecilerinden biri olan Wilde bu hikayesinde, bülbülün aşk ve sevgi konusundaki duyarlılığı ile insanın o derece duyarsızlığını konu ediyor.
Hikaye bir felsefe öğrencisinin sevdiğini memnun etmek için bir al gül arayışını ve bülbülün bu arayışa yardımını anlatıyor. Bülbül genç öğrencinin kederindeki sırrı anladığı halde, diğer canlılar öğrenci ile alay ediyorlardı. Onun gözyaşlarına "Ne gülünç şey, hepsi bir al gül için mi?" diyorlardı.
Bülbül ise "işte aşk bu, benim şakıdıklarımın acısını o çekiyor, bana heves ona yas" diyordu. Bu yüzden öğrenciye bir al gül bulmaya karar vermişti. Ona "Bir al gül istiyorsan onu ay ışığında, musikinle, kendi vücudunun kanıyla boyayacaksın. Kalbini dikene dayayıp, güle şarkılar okumalısın" diyorlardı.
Bir al gül için ölüm çok yüksek bir paha değil miydi? Yeşil korularda oturup güneşi, ayı seyretmek; yasamak ne güzeldi.
Fakat aşk hayattan üstündü.
Gökyüzünde ay görününce bülbül gül fidanına gidip, göğsünü dikene dayadı. Can kanı vücudundan güle akmaya başladı. Bütün gece göğsü dikende olduğu halde şakıdı durdu. Fakat gül fidanı bülbüle; "Dikene daha sıkı yaslan küçük bülbül, yoksa gül bitmeden gün doğacak" diyordu.
Ve gülün yaprakları kırmızı yakut gibi kızardı. Fakat bülbülün rengi soldu, sesi hafifledi. Gül dalından yaprağına kadar daha bir canlılık kazandı. Ama bülbülün kanatları titredi ve son bir şarkı şakıdı güle. Al renkli gülün dikeninde bülbül, cansız bir şekilde kalakaldı.
Genç öğrenci kırmızı gülü görünce dünyalar onun olmuştu sanki. Ani bir hamle ile topraktan koparıp aldı onu. Sevdiğine sunmak için vargücuyle koştu. Ve dünyanın en güzel al gülünü, sevdiğine, yakasına takması için uzattı. Fakat o "mücevherler güllerden çok daha pahalı" diyerek al gülü reddetti. Sonra gül, genç öğrenci tarafından sert bir hareketle sokağa fırlaltıldı. Solması, kuruması, ezilmesi için.
Evet aşk hayattan üstündü. Hatta dünyadaki herşeyden üstündü. Sevgi kıymetliydi, hem de herşeyden kıymetliydi, bunu bülbül de gül de hakkıyla biliyordu. Ama insan ne garip yaratıktı.
Eskiden okuyup da umursamadığım bazı hikayeler simdi daha başka anlamlar kazanıyor. Buna bağlı olarak sorular dört bir yandan yükleniyor.
Daha çok sevmeyi mi düşünür insan, yoksa sevilmeyi mi? Sevmek mi bağımlı kılar insanı, yoksa sevilmek mi? Mutluluk hangisinde bulunur, sevmekte mi sevilmekte mi? Her ikisinin birden olma ihtimali yok mu?
Ya acı! Sevmekte mi saklıdır yoksa sevilmekte mi? Mutluluğu yakalamak mutlaka acı çekmekle mi oluyor?
Çoğu yönleri ile sevilecek yanları olan birini bazı kusurlarına rağmen sevemez miyiz? Se- vebilmemiz için insanın mutlaka kusursuz olması mı gerekiyor? Bizi seven birinin kötü olduğunu söylediği yanlarımızı, bizden ayıklamak için verdiği çaba, neden bizi memnun etmiyor da gururumuzu okşayan, duymaktan son derece memnun olduğumuz cümleler bu derece hoşumuza gidiyor?
"Dikenime daha sıkı yaslan küçük bülbül. Yaslan ki gül, al kanınla daha da allansın" diyordu gül, aşığı bülbüle.
İnsan ise çeşitli vesilelerle, onu aradığını, onu istediğini, kendileri için onun ne kadar gerekli olduğunu duygu yüklü sözlerle, şiirlerle anlatmasına veya anlatmaya çalışmasına rağmen sevgiden, aşktan ne kadar uzaktı...
Yunus’u Mevlâna’yı herkese okutmalı bence. "Sevginin, askın yanında bir kus kalbinin ne önemi var!" diyen minik bülbülü herkese tanıtmalı ve insanlara sevgiyi, askı, tattıran bir dünya oluşturmalı. Gülün, ucuz pahaya değiştirilmediği, insanın gelip geçici güzelliklerin peşine düşüp gerçek sevgiyi ve aşkı terketmediği, bülbülün de her dem mutluluklar sunan şarkılar söylediği bir dünya.
Vakit çok geç olmadan, gün ağarmadan, belki bülbülün güle yaslandığı gibi teslim olmalıyız sevgiye.