Makale

ANADOLU’DA YAZMA ESER VE KÜTÜPHANELERİN ÇOK OLUŞUNUN SEBEPLERİ

ANADOLU’DA YAZMA ESER VE KÜTÜPHANELERİN ÇOK OLUŞUNUN SEBEPLERİ

Y. Doç. Dr. Mehmet ŞEKER

1947 yılında İzmir’de doğdu. İlk, orta ve yüksek tahsilini İzmir’de tamamladı. Manisa İmam-Hatip Lisesi’nde meslek dersleri öğretmenliği, İzmir Atatürk Lisesi’nde Din Bilgisi Dersi Öğretmenliği yaptı. 1975 yılında Milli Eğitim Bakanlığının açtığı imtihanı kazanarak Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü İslam Türk Medeniyeti Tarihi Öğretim üyeliğine başladı. 1978 yılında İslam Kurumları Tarihi dalında doktora yaptı. 1979’da İzmir Yüksek İslam Enstitüsü İslam Türk Medeniyeti Tarihi öğretim üyeliğine tayin edildi.

Mehmet ŞEKER halen Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde İslam Tarihi Ana bilim Dalı Başkanlığı görevini yürütmektedir.

GİRİŞ

Anadolu, özellikle Güneydoğu Anadolu, İslam’ın zuhurundan ve ilk yayılma yıllarından beri Müslümanların temasta bulundukları bir bölge olmuştur. İslam ordularının Bizans’la mücadeleleri uzun zaman sürmüştür. Hatta, Hulefây-ı Râşidîn zamanında Anadolu’nun doğusundaki yerlerde terk edilen ve ıssızlaşan yörelere, Emeviler devrinde Müslüman Araplar yerleşmeye ve Rumların tahrip ve terk etmiş oldukları şehirleri yeniden güzelleştirmeye başlamışlardı. Bu hudut arazisi, Abbasilerin ilk dönemine kadar Suriye’de teşkil edilen beş Cünd (askeri mıntıka) den en kuzeyine düşen “Cündü Kinnasrîn”e bağlı bulunuyordu. Harun, h. 170/m. 786’da bu bölgeyi el-‘Avâsım olarak müstakil bir idari bölge haline getirdi. Bir sınır bölgesi olarak bu bölgenin yeniden tahkim edilmesi, bu bölgelerde h. IV./m. X. yüzyılın ortasına kadar Müslümanların akınlarına imkan vermiş bulunuyordu.

Fakat, IV (?) X. yüzyılın ortasından itibaren Nikephoros (963-969) devrinde Ceyhan, Adana, Tarsus dahil bütün Avâsam bölgesi Rum hakimiyetine geçtiği gibi, bir çok sugûr vilayeti de mukavemet göstermeden Bizans’a tabi ve Suriye, Mezopotamya ve Doğu Anadolu bölgelerinde geniş arazi parçalarına sahip oldu(1).

Selçuklu devletinin kurulması (h. 429/m. 1038) ile Malazgirt zaferi arasında (h.464/m. 1071) geçen otuz yıllık bir devir boyunca Türkmenler, yani Müslüman Türkler daimi bir akış halinde Anadolu hudutlarına girmiş; bu ülkenin doğu ve iç kısımlarına yayılmışlar ise de, bu toprakları henüz kendileri için emin bir yurt olarak kabul edememişlerdi. Fakat Malazgirt zaferinden sonra, artık Bizans’ın ordusu ve mukavemeti kalmadığı için Türkmenlerin Anadolu’ya muhacereti devamlılık arz etmeye başlamıştı. İslam ülkelerinde yurt bulamayan Türkler artık bu yeni vatanlarına koşuyor; saltanat davası güden Kutalmış(2) ve oğullan feodal siyasi hakimiyete göre, kendilerine, Selçukluların yerleştiği bölgelerde vilayetler verilmediği için, isyan eden şehzadeler ve başka beyler de kendi boyları ile göçüp kendileri için Anadolu’yu sığınacak bir yer olarak görmüşlerdi. Kutalmış oğlu Süleyman Şah (1075-1086) m. 1075 yılında İznik’i fethedip Türkiye Selçukluları devletini kurması da Anadolu’ya yapılan bu büyük muhacerette daha geniş bir hüviyet kazandırmıştı (3). Böylece Süleyman Şah, bu yeni devleti kurmak suretiyle hem Anadolu’ya göçmüş Türkmenleri birleştirdi; hem de göçebe Oğuzların daha büyük kitleler halinde bu ülkeye gelmelerine imkan hazırladı (4). Bu yüzyılın sonlarında vuku’ bulan Birinci Haçlı seferleri yüzünden Selçuklular Anadolu’nun orta yaylalarına çekilerek Konya’yı başkent yaptılar. Boğazlardan Suriye’ye kadar hemen hemen bütün Anadolu’ya hakim olan Süleyman Şah’ın ölümünden sonra bazı karışıklıklara rağmen on yedi sultanın bazan Konya’da, bazen da Sivas’da hükümet ettikleri görülmektedir (468-708/1075-1308). Bu zamanlarda, Erzincan ve Divriği yörelerinde Mengücekoğullarının (464?-650?/1071?-1252?), Erzurum’da Saltukoğullarının (464?-598/1071?-1201) ve Sivas ve Malatya yörelerinde de Dânişmendîlerin (464?-570 veya 573/1071 ?-1174 veya 1177) hakim oldukları bilinmektedir (5).

Birinci Haçlı Seferinin neticesinden ümitlenen Bizanslılar harekete geçmişler, ancak, 1176 yılında Kumdanlı (Myrikephelon)’da II. Kılıç Arslan (1153-1192) tarafından büyük bir bozguna uğratılmışlardır. Bu zaferle Bizans’ın Anadolu’yu geri almak umudu kırılmakla kalmamış, aynı zamanda ona, yani Bizans’a ağır bir darbe de indirilmişti. Kılıç Arslan’ın bu zaferi ile Anadolu, siyasi istikrara kavuşarak medeni ve kültürel gelişmelere imkan veren çalışmaların yapılması için gerekli ortam hazırlanmıştır denilebilir.

XIII. yüzyıl ortalarında vuku bulan İlhanlı-Moğol istilası sonucu zayıflayan Anadolu Selçuklu devleti yerini mahalli beyliklere bırakmıştır. XIV. yüzyılın başlarından, XVI. yüzyılın başlarına kadar süren dönemde Anadolu’nun siyasi birliği bozulmuş ve memleketin her bölgesi, bir beyliğin, yani küçük bir devletin yönetimine geçmiştir. Bu devletçiklerin sayısı ondan fazla idi. Bu beyliklerden Osmanoğulları bütün diğer beylikleri yıkarak Anadolu’da birliği yeniden kurmayı başarmıştı (6).

Bu kısa girişten sonra Anadolu’daki kültür ortamına da kısaca göz atmak gerekir. Zira burada doğan İslam fikir hayatının böylece anlaşılmasından sonradır ki bu ortamda yazılan eserleri, yazan müelliflerin yetiştikleri muhiti tanıma imkanını elde etmiş olalım.

I. ANADOLU’DA KÜLTÜR ORTAMI

Yukarıda da belirtildiği gibi Anadolu, Selçukluların idaresine geçtikten sonra Türk ve dünya tarihinin Önemli bir kültür hadisesine şahit olmuştur. Bu olay Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasının aynı anda vuku bulmasıdır. Zira 1071 Malazgirt zaferinden itibaren Türkmenlerin Anadolu’ya sevki işi Büyük Selçuklu Sultanlarının değişmez bir politikası olmuştur(7). Böylece kısa zamanda Türkleşen ve İslamlaşan Anadolu’da, Büyük Selçukluların İslam, ülkesinin diğer bölgelerinde kurup geliştirdikleri kültür müesseseleri, birbiri ardından kurularak Anadolu’daki bu yeni kültür ortamının oluşmasını sağlamıştır. Anadolu’da kurulan ilk eğitim müesseselerinden medreseler II. Kılıç Arslan (1153-1192) döneminde başlamıştır. Daha Önce sadece Danismendli hükümdarı Yağı Basan (537-560/ 1142-1164)’ın Tokat’ta ve Niksar’da yaptırmış olduğu medreseler (1157-58) ile Diyarbakır’daki Zinciriye (1198) ve Mesudiye (1198) medreselerinin mevcudiyeti bilinmektedir. II. Kılıç Arslan, biri Konya, diğeri Aksaray’da iki, emirlerinden Altun Aba da yine Konya’da bir medrese yaptırmıştır. (1196’dan önce). Daha sonra Konya’da Sırçalı (1242-1243), Karatay (1251), Atabekiyye (1251) İnce Minareli (1252); Kayseri’de Hunat Hatun (1237-38), Sâhibiye (1267-68), Sivas’ta Gökmedrese (1271), Bürûciye (1271-72), Çifte Minare (1271), Kırşehir’de Cacaoğlu (1271) medreseleri tesis olunmuştur(8).) Beylikler döneminde de medreselerin kurulduğu bilinmektedir. Nitekim Osmanlı Sultanlarının İznik, Bursa, Edirne ve İstanbul gibi şehirlerde yaptırdıkları medreseler Anadolu’da ilmi faaliyetin ne kadar yaygınlaştığını ve devamlılık arz ettiğini göstermektedir (9).

Bütün İslam dünyasında olduğu gibi, Osmanlılarda da eğitim ve öğretim genel manada medreselere dayanmaktaydı. XV-XVI. asırlardaki Osmanlı medreselerinin sayısının, tapu ve evrak kayıtlarının incelendiğinde, Osmanlılardan önce yapılmış olup bu devirde aynı maksatla kullanılanlarla birlikte, bine yaklaştığı söylenebilir(10). Ancak medreselerin dışında da bazı yerlerde, muhtelif seviye ve sistemlerde eğitim öğretim faaliyetlerinin yürütüldüğü görülmektedir. Saray içinde şehzadelerin yetiştirilmelerine gösterilen itina; mülki, idari ve diğer bazı elamanların yetiştirildiği Enderun-ı Hümâyun(11) (Enderun Mektebi), Kapıkulu askerlerinin yetiştirildiği Acemi Oğlanlar ve Yeniçeri ocakları (12), saray dışında medreselere temel eğitim görevi yapan Sıbyan mektepleri (13) ile her sınıftan halkı tarikat disiplini altında yetiştirmeyi hedef alan tekkeler de Osmanlı sınırları içinde ve özellikle Anadolu’da eğitim Öğretimin yürütüldüğü müesseselerdir. Ancak, konumuz eğitim Öğretimin nasıl yürütüldüğü olmadığından, bu müesseseleri kitapların ve kütüphanelerin çoğalmasına katkılarından söz edilmekle yetinilecektir.

1. Medrese Kütüphaneleri

Medreselerde İslami ilimler yanında riyaziye, hey’et, tıp ve felsefe gibi akli ilimlerin okutulması için mevcut ilim adamlarından faydalanıldığı muhakkaktır. Zira, bu gelenek Nizamiye medreselerinden itibaren devam etmektedir. Büyük Selçuklularda her medresenin bir kütüphanesi ve şehirlerin de umumi kütüphaneleri bulunmaktaydı (14). Bu geleneğin Anadolu’da devam ettiğini söylemek mümkündür. Büyük bilgin ve mutasavvıf Sadreddin Konevi (1210- 1274)’nin Konya’da kurduğu kütüphane günümüze dek kültür hizmetini sürdürmüştür denebilir. Konya’da ilk kütüphaneyi 1201 yılında Şemseddin Altunaba’nın İplikçi Medresesinde kurduğu ihtimali üzerinde durabiliriz (15).

Sahip Fahrettin Ali’nin Sivas’taki meşhur Sâhibiyye medresesine ait önemli vakfiyesinden medresenin bir kütüphanesi olduğu anlaşılmaktadır. Yine Sivas’taki Bürûciye medresesinin vakfiyesinden alınmış küçük kitabesinin de gösterdiği üzere bunun da bir kütüphanesi ve bir kütüphane memuru vardır (16).

Medreselerin müştemilatı arasında kütüphanelerin de yer aldığını söylerken, her şeyden önce bu müesseselerin ilim öğreten veya bir başka ifade ile kitaplar okutan müesseseler olduğunu belirtmek gerekir. Bu bakımdan medreselerdeki öğretim metoduna kısaca işaret etmekte fayda mütalaa etmekteyim.

Bu konuda bize kendi hayatı hakkında bilgi verirken okuduğu dersleri de belirten Taşköprülüzâde Ahmed İsâmü’din Efendi’nin (v. 968/1561) eş-Şakâiku’n-Nu’mâniye’sinde verdiği bilgilere göz atalım, Taşköprüzâde, Kur’ân’ı hatmettikten sonra Bursa’ya gitmiş orada babasından Arapça ile ilgili dersler okumuştur. Babası İstanbul’a giderken oğlunu Alâuddin Yetim’e teslim etmiştir. Ondan da sarftan; Maksud, ‘Izzi ve Merah, nahivden de; Avâmil, Misbah ve Kâfiye ile bunun şerhlerinden Vâfiye, Haruniye ve Elfiye’yi okumuştur. Bundan sonra amcasından sarf, nahiv ve lügatle ilgili yukarıda, geçen eserlerin daha şümullüsü olan (Dav’ül-Mısbâh)’ı baştan sona yazmak suretiyle okuyup yanlışlarını düzeltmiştir. Mantıktan (İsaguci) ile yine mantıktan Husam ve Şemsiye şerhlerini okumuştur. Öğrenimi sırasında Akâid ve Kelâm’a dair eserleri şerhleriyle birlikte okuyup Kelâm’dan Hâşiye-i Tecrîd’i dayısından ve Miftah şerhini Fenârizade Muhyiddin Çelebi’den, Mevâkıf şerhini Seydi Muhyiddin Efendiden gördükten sonra Tunuslu Şeyh Muhammed el-Meğuşî’den hadisten Sahihi Buhari ve yine hadisten Kâdı ‘Iyaz’ın Şifâ’sından bazı bölümleri okuyarak, münazara ilminden Cedel ve Hılâf derslerini de aldıktan sonra Tefsir’den Keşşâf’ı, Ali Kuşçu’nun Astronomi’ye dair kaleme aldığı Fethiye’yi okuyup bunlardan icazet almıştır(17) . Taşköprülüzâde okuduğu kitapların çoğunu baştan sona tamamen okuduğunu, bazılarının da bazı konularını mütalaa ettiğini kaydetmektedir. Bir kısımlarını da yazarak okuduğunu belirtmiş olması ilgi çekicidir (ı8).

Bu anlatılan öğretim tarzı İslam dünyasındaki klasik medrese öğretim metodunun şeklini bize göstermesi yanında, medreselerde bir konuya dair kitabı baştan sona öğrendikten sonra, söz konusu ilim dalları ile ilgili diğer eserlerin de gözden geçirilmesinin daha sonraki safhalarda takip edilen bir yol olduğu da anlaşılmaktadır. Her öğrencinin bu yolu takip ettiği düşünülürse, bu öğrencilerin kitaba olan ihtiyacı ortaya çıkar. Böylece en azından her medrese de bir kitap bulunması gerekir. Kaldı ki her öğrenci bu kitaplara ihtiyaç duymaktadır. Şu halde Anadolu’da bulunan medreseler için ya ortak bir kütüphane kurulacaktır ya da öğrenciler ayrı ayrı bu kitaplara sahip olacaklardır.

Nitekim, Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’da Sahn ve Tetimme medreselerini yaptırdığı zaman orada talebelerin istifadeleri için bir de kütüphane yaptırmış ve buraya günde altı akçe ile bir hâfız-ı kütüb tayin etmiş ve bundan başka bu kütüphaneden müderris ve talebelerin ariyet olarak alacakları kitapların listesini tutmak üzere bir de katip görevlendirmişti. Yine bunun gibi 928 h./1521 m. de Çoban Mustafa Paşa tarafından Gebze’de yaptırılan cami, imaret ve medresenin yanında iki kütüphane de vücuda getirerek, bu kütüphanede tefsir ve şerhleri olmak üzere 46 cilt ile 17 fetva; kelam ve diğer konularda da 47 ve başka ilim dallarına ait kitaplarla beraber toplam 165 kitap vardı (19). Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Fakat her medresenin kitaplıklarındaki kitapların en azından bu sayılara ulaştığını söylemek mümkün olabilir.

2 — Umumi Kütüphaneler veya Vakıf Kütüphaneleri

Medreselere ait olan kütüphanelerden başka hem medrese talebelerinin faydalanabilecekleri, hem de araştırma ve inceleme ile meşgul olanların tetkikleri için tesis edilmiş kütüphaneler vardır. Bunlar umumi kütüphaneler olarak mütalaa edilebilirler.

Büyük Selçuklu devletinin kuruluşundan beri meliklerin merkezi ve Sultan Sancar (1118-1157) ‘ın baş şehir olarak oturduğu Merv, devrin muazzam bir medeniyet ve kültür şehri haline gelmişti. Saraylar, köşkler, camiler ve medreselerle dolu olan bu büyük kültür merkezinde birçok kütüphane vardı. 12000 cilt kitap bulunan ve beheri 200 dinar değerinde olan kütüphaneler mevcuttu. XIII. asrın başlarında eserlerini bu kütüphanelerde hazırladığını söyleyen Yâkut, şehirde Nizâmü’l-Mülk, Mustavfî Şerefü’l-Mülk, vezir Mecdü’l-Mülk, iki Sem’âni ailesine ait, Hatuniye, Kemâliyye, Amidiyye adlarını taşıyan on kütüphane bulunduğunu ve çoğundan rehinsiz kitap alınabildiğini kaydetmektedir (20). Türkistan ve Harizm kütüphaneleri de pek eski ve zengin idi. İbn Sina, Buhara’da Sâmâni hükümdarının, kimsenin görmediği kitaplarla dolu bir kütüphanesinde incelemelerde bulunmuştu, Şahâbeddin Hayrakî’nin Harizm (Ürgenç) de, Şafiî Camii yanında, tesis ettiği kütüphanenin ise eskiden olduğu gibi gelecekte de, benzerinin görülmeyeceği rivayet edilmektedir. Moğol istilası önünde kitapların ancak en kıymetlilerini götürebilen Şahabeddin ölünce onlar da zamanın kargaşalığında sokak takımı eline düşmüş ve mahvolmuştu. Hülâgu ile birlikte Bağdat ve Suriye seferlerinde bulunan Nasîruddin Tûsî, bu istilalar esnasında, yağma edilen kitaplardan Merâga’da büyük rasathanesi yanında büyük bir kütüphane meydana getirdi kİ burada 400.000 cilt yazma eser toplanmıştı. Kirman Hükümdarı Mehmed, medrese, cami, zaviye ve kendisine türbe inşa edip bir imaret vücuda getirirken burada kurduğu kütüphane (Dâru’l Kütüb)’ ye her ilme ait 5000 kitap vakf eylemişti (21).

Kervansaraylarda ilim ve kültürlü insanlar için kütüphane kurulması ve diğer yolcular için de satranç takımları bulundurulması devrin kültürü ve medeniyet anlayışı bakımından dikkate şayandır (22).

Genellikle cami, medrese ve kütüphaneler bir arada yapılıyor, kitapçı çarşıları, sahaflar (Sûku’l-Kütüb), kağıt, kalem ve mürekkep satan dükkanlar (Sûku’l-Varrakîn) da bunlara bitişik ve kültür merkezlerinde bulunuyorlardı. Esasen orta-çağ şehirleri cami, medrese, kütüphane, hamam, imaret gibi külliyeler etrafında teşekkül ediyordu. Anadolu Selçukluları da Büyük Selçuklu devletinin batıda teşekkül etmiş bir kolu olması bakımından da, gerek imar ve gerek kültür eserlerinde aynı geleneğin onlarda da devam ettiği görülmektedir.

Nitekim 566 h./1170 m.’de II. Kılıç Arslan tarafından yeniden kurulduğu bilinen Aksaray’da kendisine bir saray, askerlerine meskenler inşa ederken şehirde camiler, medreseler, ribat (hâviye) lar ve çarşılar yaptırmıştır (23). Bu müesseselerin, geleneğe uyularak bir külliye halinde yapılmış olduğunu, bu külliyelerde kütüphanelerin de bulunabileceğini söylemek hatalı olmasa gerektir. Zira, II. Kılıç Arslan’ın oğlu Süleyman-Şah zamanında yapılan 598h./ 1202 m. tarihli Altunaba vakfiyesinde medreselerin kütüphaneleri ile bunların çalışma tarzları hakkında kayıtlar bulunduğunu Osman Turan’ın neşrinden öğreniyoruz (24). Aynı geleneğin Sultan Alâeddin Keykûbad (1220-1237) ‘ın on sekiz yıllık saltanatı sırasında görüldüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira, Alâeddin Keykûbâd ilim, kültür ve sanat mensuplarını himayede meşhur olduğu gibi kendisi de yüksek bir kültüre sahip bulunuyordu. Bu bakımdan yaptırdığı eserler arasında medrese, zaviye, kervansaray, hastahane, köprü ve diğer hayır müesseseleri bulunduğu gibi(25) bu müesseselerin ilgili olanlarında da kitaplıkların tesis edilmiş olması son derece normal bir vaka olarak görülebilir. I. Alâeddin Keykûbâd zamanında, 623 h./ 1231 m. yılında amcası Tuğrul Şah’ın kızı Melike-i Âdile adına Uluborlu’da inşa olunan büyük cami ve yanındaki kütüphane ile Kılıç Aslan ve Kargılalı medreseleri zamanımıza kadar gelmişlerdir (26).

Anadolu Selçukluları döneminde, Moğol istilasına karşı akıllıca bir siyaset takip ettiği için devrine adını yazdıran Vezir Muineddin Süleyman Pervane (1262-1277)’nin himaye ettiği ilim adamları yanında, bu dönemde yapılan mimari eserlerin kütüphanesiz olamayacaklarını düşünmek yanlış olmasa gerekir. (27). Bu dönemde büyük bilgin ve mutasavvıf Sadreddin Konevî (1210-1274)’nin Konya’da kurduğu 256 kitaplı kütüphane (28) günümüze kadar hizmeti görülen umuma ait kütüphanelerden biri olarak gösterilebilir.

“Anadolu Selçukluları Zamanında Kütüphaneler" başlıklı makalesinde Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver; “Anadolu Selçukluları zamanında umumi ve hususi kütüphaneleri yüze çıkarabildim" (28/1) dedikten sonra; “bu yüz kadar kütüphaneye ait temellüklü ve bugün bütün devrin hususiyetleri ve güzellikleri ve orijinallikleri ile elde bulunan kitapların bize tam olmamakla beraber; her bir Anadolu Selçuklu Hükümdarının bir hususi kütüphanesi, bazı Anadolu Selçuklu Devlet adamlarının, emirlerin, alimlerin, hekimlerin ve şeyhlerin, hatta; Selçukî, cami ve medrese ile hânkâhlarından bazılarının elimizde bulunan kitaplarıyla dolu kütüphaneleri bulunduğunu öğretiyor.” (28/2) diyerek, yirmi beş yılda elden geçirdiği 50.000 yazma kitabı inceledikten sonra bu görüşe vardığını belirtiyor.

Bu ilgi çekici makalesinde merhum Prof. Ünver; Anadolu Selçuklu hükümdarı ve vezirleri ile Karamanoğulları kütüphaneleri yanında muhtelif hususi kütüphanelere ait temellük kayıtları bulunan, fakat günümüzde memleketimizin muhtelif kütüphanelerine dağılmış olan birçok yazma eserin kısmi listesini yapmayı denemiştir (28/3). Bu kitapları gözden geçirirken gerek cilt, tezhip ve hat özelliklerini, gerekse devrinin kültürünü tanımamıza yardım edecek çok değerli vesikalar olduklarına dikkat çeken yazar, bu eserlerin bulunduğu kütüphanelerin daha da artabileceğini belirterek, bu incelemelerin devamını temenni etmektedir.

Beylikler devrinde hükümdar ve beyler kurdukları kütüphanelere ileride temas edileceği için burada Osmanlıların zamanındakilere yer vermek istiyoruz. Küçük çapta da olsa umumi kütüphanelerden sayılabilecek olanların tesisi XV. yüzyıl ortalarından itibaren görüldüğü üzerinde durulabilir. Bu umumi kütüphanelerden biri Fatih Sultan Mehmed’in Eyüp Camii içinde ihdas etmiş olduğu küçük bir kitaplık dolabı ile Tİmurtaş Paşazade Umur Bey’in Bursa’da kendi cami yanındaki kütüphanesidir. Umur Bey’in kütüphanesine koyduğu kitapların isimleri Bursa’da Uluçarşı kütüphanesindeki (Enfüsü’l-Cevâhir) isimli kitabın baş tarafında yazılıdır; bu eser 831 h./1427 m.’de Umur Bey namına telif edilmiştir. Umur Bey adına “Müfredât-ı İbn Baytar tercümesi vardır; bu vakfiyenin kitapları arasında hadise dair Sahih-İ Buhari’den başkasının Türkçe oluşu dikkat çekicidir.

864h./1458m. tarihinde Kutbüddin Çelebi isminde bir zat İstanbul’da umuma ait olmak üzere kitaplarını vakf etmiştir ki kitapları sonradan umumi kütüphaneye intikal etmiştir. Hızır Bey oğlu Müftü Ahmed Paşa ile Gedik Ahmed Paşa’nın daha sonraları kurdukları kütüphaneleri de bu umumi kütüphaneler arasında zikretmek gerekir( 29).

Fatih devrinde (1451-1481) İstanbul’da ve devletin diğer şehirlerinde kurulan kütüphaneler arasında Fatih Medreseleri ve Camii Kütüphanesi, koleksiyonunun zenginliği ve teşkilatı itibarıyla dikkat çekicidir. Semaniye Medreselerinde kurulan bu kütüphane üç yüz civarında kitap koleksiyonunu muhtevi idi. Daha sonra Fatih Camii’ ne nakledilen bu kitapların sayısı, Fatih’in sonradan yaptığı bağışlarla sekiz yüzü aşmıştır. Bu kütüphanenin Kanuni Sultan Süleyman zamanında Semaniye müderrislerinden Hacı Hasanzâde tarafından hazırlanan kataloğunda; Fatih kütüphanesinin kuruluşu hakkında şu bilgiler verilmektedir:

“İlmi eserlerle ilgilenip onlara itina etmek, bulundukları yeri araştırıp toplamaya gayret göstermek, onları kendi hallerine bırakıp yok olmaları için değil, okunup ihya edilmeleri için uğraşmak bize gerekli olmuştur. Bu gayret dini ihya etmek olduğu için, sevabı çok ve mükafatı hesapsızdır. Böylesine güzel bir iş yapmak ve pek çok sevap elde etmek için her müminin salih amellere özenmesi icap eder. Bu işin ehemmiyetini kavrayan; zeki, anlayışlı, son derece akıllı ve saf bir gönle sahip olanlardan biri de mes’ud ve şehid Sultan oğlu Sultan, Sultan Murad Han oğlu Sultan Mehmed Han’dır... (Onun) şeriatı yaşatmak için hudutsuz bir gayreti vardı. Bu sebeple pek nefis nice eserleri, çeşitli ilimlere dair nadide kitapları çok az insana nasip olacak şekilde topladı ve onları İstanbul’da yaptırdığı caminin kütüphanesine koydu ve benzerini kimsenin duymadığı kendi eseri olan Semaniye medreseleri talebelerine vakfetti. Kıymetli işler yapan ve övgüye değer hususiyetleri olan Sultan’a bu güzel işinde tabi olan hayır sahibi ve iyi işler yapmak isteyen bazı kimseler de Kıyamet Gününde sevaba ortak olmak düşüncesiyle kitaplarını bu kütüphaneye koydular. Böylece kitapların sayısı çoğaldı ve halkın istifadesi arttı (30).

İkinci Bâyezıd (1481-1512), Yavuz Sultan Selim (1512-1520) ve Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) zamanlarında da medreselerin müştemilatından sayılan kütüphanelerin kurulması geleneğinin devam ettiğini ve ayrıca camilerde, tekkelerde de kütüphaneler kurulduğunu görmekteyiz.

İstanbul’da bağımsız olarak umuma ait kurulan kütüphaneler arasında ilklerinden sayılan kütüphane, Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa (1635-1676) ’nın 1661’de kurduğu Köprülü Kütüphanesidir. Büyük bir devlet adamı ve komutan olduğu gibi, aynı zamanda bilgin bir zat olan Köprülü Fazıl Ahmet Paşa, babasının ilk kütüphane kurma teşebbüsünü, sonradan geliştirmiş ve kendi kitaplarını buraya vakfetmiştir. Köprülüler ailesinin vakfı olan bu kütüphane, İstanbul’da Divan Yolu’ ndaki zarif binasında değerli kitap koleksiyonlarıyla günümüzde bile umuma hizmet vermektedir (31).

3. Hükümdar ve Şahıs Kütüphaneleri

Kütüphanelerin, şahısların bizzat kendilerine mahsus olmaları kadar tabii bir durum yadırganamaz. Zira ilimle, okuma ve araştırma ile meşgul olanların elleri altında eser bulundurmadan, ya da daha önce yazılmış bilgileri bilmeksizin yeni eserler vücuda getirmeleri düşünülemez. Bu bakımdan adı tarihe geçmiş her alimin kendine mahsus bir kütüphaneye, en azından bir dolap kitaba sahip olduğu akla uygun gelmektedir.

Anadolu’ya gelen bilginler arasında en erken dönemlerden itibaren adı bilinen din alimleri bulunmaktadır. 1108’de Abbasi halifesine elçi olarak gönderilen Herat fakihinden (32) önce, 475/1082’de Tarsus’u fetheden Süleyman Şah’ın, Trablus’ Şam’ ın hakimi kadı İbn Ammar ’a elçi gönderip kendisinden bu yeni fethedilen şehirler için kadı ve hatip talep ettiğine dair (33) rivayetlerin bulunuşu daha bu tarihlerde devlet adamlarıyla ilim adamlarının münasebetlerinin varlığını bize gösteren tarihi olaylardır. Bu tarihlerden itibaren ilim adamlarının varlığı, daha sonra Anadolu’da tesis edilen huzur ve emniyeti duyarak buraya göç eden birçok bilgin şahsın gelirlerken yanlarında kitaplarıyla birlikte geldiklerini görmekteyiz. Yukarıda, Moğol istilasından kaçan alimlerin kitaplarından bir kısmını da yanlarına aldıklarını görmüştük. Buna ek olarak meşhur alim ve mutasavvıf Mevlana Celaleddin’ in babası Baha Veled, h. 605/ m. 1208-1209 yılında Belh’ten göç ederken üç yüz deve yükü kıymetli kitabın bulunduğu bir kervanda kırk müftünün varlığını (34) haber veren kayıtlar mübalağa da olsa, kitapların çokluğuna kinaye olduğunu göstermektedir.

Gelecek sayfalarda örneklerini vereceğimiz; Sultanlara eser sunan ilim adamlarının Anadolu’ya yerleşmiş yazarlarla, bunların arasında görülmeye başlanan yerli yazarlar olduklarını belirtmek gerekir. XII. yüzyıl Anadolu’sundaki müslüman şehir merkezlerinde aydın bir çevrenin varlığını ve halk üzerinde büyük tesirleri olduğunu anladığımız bu kişilerin bilgilerini okudukları kitaplardan aldıklarına şüphe yoktur (35). Bu sebeple de XI. ve XII. yüzyılda Anadolu’da yerleşmiş alimlerin kütüphanelerinin varlığından bahsedildiği gibi, daha sonraki dönemlerde özellikle beylik ve sultanlık yapanlar arasında kütüphane kurmuş olanlardan burada birkaçının adını anmakla yetineceğiz.

XIV. yüzyılın son yarısında, siyasi alanda olduğu gibi ilmi eserleri ve Türkçe, Arapça, Farsça şiirleriyle büyük şöhret sahibi olan Kadı Burhaneddin Ahmed (V. 800/1398), muharebeden el çektiği kış gecelerinde (...) adlı eserini yazmış ve

Sa’düdin Taftazâni’nin Usul-i Fıkıh’tan (...) adlı eserini tenkit ile ona (...) isimli bir telifiyle mukabelede bulunmuştur. Bu büyük alim hükümdarı, İslam alemi, Hanefi mezhebinin yüksek fakirlerinden biri olarak kabul etmektedir. Burhaneddin’in güzel bir kütüphanesi olduğu ele geçen muhtelif eserlerin başlıklarından veya bu eserlerdeki kayıtlardan anlaşılmaktadır (36).

Aynı asırda Amasya Beyi Hacı Şadgeldi Paşa (V. 783/1381) ile oğlu Emir Ahmed’in kütüphaneleri (7), Kastamonu beyi Candaroğlu İsmail’in Kastamonu’da h. 85S3/m. 1454 tarihinde yaptırdığı cami, medrese, imaret, türbe ve kütüphanesi (35) ile Saruhanoğullarından İshak Bey’in oğlu Hızırşah Bey (h. 813/m. 1410) de babası gibi zaviye ve cami yaptırdığı gibi müellifi meçhul olup üzerinde “Hızır bin İshak bin İlyas bin Saruhan” tuğrası bulunan (...) ın ya kendi adına yazıldığı ya da kütüphanesine ait olduğu (39) düşünülünce XIV. ve XV. yüzyıllarda kütüphane tesis etme geleneğinin devam ettiğini söylememize imkan vermektedir. Aslında bey ve sultanlara ait örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak biz burada, Osmanlılar dönemine ait Fatih Sultan Mehmed’in kurduğu kütüphaneden bahsederek hükümdar kütüphaneleri için verilen örnekleri tamamlamış olacağız.

Fatih Sultan Mehmed’e ait kitapların bir kısmı şehzadelik zamanlarına ait ve Manisa’da toplanmış olanlar, diğerleri de saltanat devrine ait bulunanlardır. Bu kitaplar Manisa’dan Edirne’ye ve Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra (29 Mayıs 1453) da İstanbul’da Eski Saray’a daha sonra da Yeni Saray’a (Topkapı Sarayı) nakletmiş olduğu kendi hususi kütüphanesine ait kitaplardır. Bu kitaplara basılan mühürlerde, şehzadelik dönemine ait olanlarda, “Mehmed bin Murad Han” şeklinde yazıldığı, saltanat dönemlerine ait olanlarda ise “Mehmed İbnü Murad Han el-Muzaffer dâima” ibaresinin yer aldığı (40) görülmektedir. Fâtih kütüphanesinde muhtelif ilim dallarına ait kitaplardan başka, kendisine ithaf edilmek üzere hazırlanmış orijinal yazma, eserler de bulunmaktadır. Bunlar arasında Yunanca ve Latince olanları da vardır. Kristovolos’un tarihi bunlardan biridir. Bu kitapların cilt, tezhip ve yazılarına gösterilen itina ayrıca bir özellik arz etmektedir. Bu kitaplarla, 1575-1593 yıllarında Sultan III. Murad zamanında Dominico ilgilenmiş ve incelemelerde bulunmuştur. Bu yazma eserlerden bazılarının son asırlarda yabancı devletlere hediye edildiği vakidir. Bugün mevcut olanlar 1932 yılında Prof. Deissmann tarafından tetkik edilerek bir kataloğu da neşredilmiştir. Bunlar arasında XII. asırdan başlamak üzere pek nadir ve bazıları minyatürlü yazmalar, müteaddit İncil nüshaları, riyaziye ve coğrafyaya ait çeşitli eserler yanında yazı, resim ve minyatür gibi pek zengin sanat eserlerinin de toplandığı görülmektedir(41).

Fatih vakfiyesi adıyla, Tahsin Öz tarafından, İstanbul Arkeoloji Enstitüsü yayınları arasında neşrolunan Arapça vakfiyede kütüphaneler bakımından dikkate değer bir taraf, kütüphanenin hâfız-ı kütübüne verilmiş olan görevin açıkça belirtilmiş olmasıdır. Kitaplar “yararlı ve kitapların adlarını bilen “hafız-ı kütüp tarafından müderrislerle öğrencilere nöbetleşe olarak ödünç verilecek ve maiyetinde bulunan bir kâtip de bütün kitapların adlarını bir deftere kaydettikten sonra, onlan muhafaza ve hatta bir kitabın yapraklarından birinin kaybolmamasına dikkat eyleyecektir. Vakfın nazırı yahut kâimmakâmı her üç ayda bir kere kitapları teftiş etmeye mecbur tutulacaktır.” (42)

Hükümdarların şahsi kütüphanelerinden başka, hemen her millette bulunan şahıslara ait hususi kütüphanelerin, sonradan umumi kütüphanelere vakıf olarak intikal etmek suretiyle hem bu kitapları derleyenlerin adlarını yaşatan hem de okuyanların istifade etmelerini mümkün kılan, müesseseler oldukları görülmektedir. Mesela, meşhur alim Molla Fenârî (V. 834/1430-31) ‘nin hususi kütüphanesinde on bin cilt kitabı bulunuyordu (43). Alim ve şair olan Şehzade Korkud (V. 1513) ’un muazzam bir kütüphanesinin varlığından bahsedilir ki bir yerden başka bir yere taşınırken bu kitap yüklerini deve katarları götürürlerdi (44). II. Bayazıd ve Sultan I. Selim devirleri alimlerinden Amasyalı Müeyyedzâde Abdurrahman Efendi (V. 922/1516) mükerrerlerinden başka pek çoğu nadir eser olmak üzere yedi bin ciltli bir kütüphaneye sahip bulunuyordu (45). XVI. yüzyılın şöhretli vezir-i azamlarından Rüstem Paşa (V. 968/1561)’ nın da beş bin cilt kitabı bulunan bir kitaplığa sahip olduğunu tarihçi Mustafa Ali’den naklen Prof. Uzunçarşılı kaydetmektedir (44). XVI. asrın sosyal hayatı hakkında ilgi çekici bilgiler bulduğumuz ‘Ali’nin “Kavâ’idü’l-Mecâlis”inde vakıf eserlerinden özellikle medreseler ile tekke bina ettirenlerin halk için kitaplık kurduklarını belirtmesi oldukça dikkat çekici bir durumdur (46/1).

Buraya kadar Anadolu’da vücut bulan bu kültür ortamında tesis olunan kütüphanelerden birkaçının nerelerde ve kimler tarafından kurulduğunu belirterek örnekler vermeye çalıştık. Bu misallerde görüldüğü gibi Anadolu’da çok sayıda kitabın var olduğu anlaşılmaktadır. Daha matbaanın bilinmediği veya Anadolu’ya gelmediği bir dönemde bu kadar çok, binlerce kitabın burada nasıl toplandığı sorusunu cevaplayabilmek için, bu bölgedeki alimlerin eserlerini nasıl, neden ve niçin yazdıklarını ve kendilerini teşvik edenlerin bulunup bulunmadığını araştırmak gerekir. Ayrıca sadece müelliflerin değil, kendilerinden yıllarca önce kaleme alınmış yüzlerce eseri kopya eden müstensihlerin de bu konudaki katkılarını göstermek suretiyle, istinsah edilen veya tercüme edilerek bu bölgeye getirilen eserlerin Anadolu’daki günümüz kütüphanelerine kazandırdıkları Önemi anlatmaya yardımcı olacağını zannediyoruz.

II. KİTAP VE KÜTÜPHANELER YÖNÜYLE HÜKÜMDAR VE ULEMA MÜNASEBETLERİ

1. Hükümdarların İlmi ve Alimleri Himayeleri

Büyük Selçuklularda olduğu gibi Anadolu Selçuklularında da ilim adamlarına karşı alakanın başlangıçtan beri devam ettiğine daha yukarıdaki sayfalarımızda değinmiştik. Burada bu konuya birkaç misalle de olsa temas etmek suretiyle devlet adamlarının ilme bakışlarını ve kitaba olan alakalarının ne derece fazla olduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır sanırım.

Anadolu Selçuklu Devletinin kurucusu Kutalmış oğlu Süleyman’ın babası Selçuklu hanedanından Kutalmış’ın “nücum ilmini” çok iyi bildiği gibi, “kavimler ilmini (beşeri coğrafya)” de bildiğini ve kendisinden sonra ,bu ilimleri oğullarına öğrettiğini el-Kâmil yazan haber vermektedir. Aynı haberde, Kutalmış’ın ilim erbabına yakınlık duyduğunu da yazmaktadır (47). Nitekim, Kutalmış oğlu Süleyman’ın yeni fethedilen yerlere kadılar istemesi (48) yanında oğlu I.Kılıç Arslan’ın da nücum ilmine alakasının devam ettiğini (49) görüyoruz. Kılıç Arslan’ın dini ve felsefi mevzulara alakası yanında İslam hukukunda geniş bir anlayışa sahip olduğu, içtihad müessesesini geliştirmek istediği görülüyor. Gerçekten huzurunda yaptırdığı dini ve hukuki bir münakaşada Şa’rânî, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin bütün müçtehitlerin isabet ettiklerini söylediğini ileri sürüyor; Alâeddin Kâşâni ise Ebu Hanife’nin müçtehitlerin hata ve sevap işleyebilecekleri tezini müdafaa ediyordu. Kılıç Arslan içtihat müessesesini işleterek dini-hukuki nassların yorumunu genişletmek maksadıyla birinci fikri benimsiyordu (50). Sultan Kılıç Arslan oğullarını ileri bir kültür ile yetiştirebilmiş ve bunların bir kısmı da şair olmuştu (51). II. Kılıç Arslan, diğer oğullan gibi, Gıyaseddin (1205-1211)’e atabeyler ve muallimler tayin ederek onun iyi bir tahsil ve terbiye ile yetiştirilmesine ihtimam göstermişti (52). Sultan İzzeddin Keykâvus (1211-1220), babası ve diğer Selçuklu sultanları gibi, yüksek bir kültüre sahipti ve bizzat Farsça şiir de yazardı. Alim ve şairleri çok himaye ederdi ki bunların başında kendisinin yetişmesine çok emek vermiş bulunan ve meşhur Sadreddin Konevi’nin babası olan Şeyh Mecdeddin İshak bulunuyor; ona son derece hürmet gösteriyor; Halifeye elçi olarak bu mümtaz insanı gönderiyordu. Şairleri himayesinden dolayı da Selçuklu Türkiyesi dışında da Sultana kasideler yazıyor ve gönderiliyor; o da bu şairlere büyük ihsanlarda bulunuyordu(53).

Alâeddin Keykûbad (1220-1237) ilim, kültür ve sanat mensuplarını himayeye düşkün ve kendisi de yüksek bir kültüre sahipti. Türkçeden başka, Arapça, Farsça ve Rumca da biliyor ve bu son iki dilde de konuşabiliyordu. Onun meclislerinde siyasetten başka ilim ve kültür meseleleri de tartışılabiliyordu. Rivayete göre Malatya’da Süryani (Yakûbî) tabib İbn Keraya sultanın yakın dostu idi. Tıpta çok iyi bilgin olmadığı halde; hükümdarların hayatı, devrin şahısları hakkında bilgisi, güzel sohbetleri ve iyi Rumcası sebebiyle Alaeddin Keykûbad onu yanından ayırmazdı. Sultan örnek İslâmlâm (?) hükümdarları gibi tarih ve siyaset kitaplarına meraklıydı. Sultanın okuduğu kitaplar arasında; Nizâmü’l-mülk’ün “Siyâsetnâme”si, Gazali’nin “Kimyây-ı Saadet” ve “Kabus-nâme” nin adlarını verebiliriz. Ermeni Vakayinamecisi Sempad’ın, Sultan Aleeddin’in alim ve nücum ilmine meraklı olduğunu yazdığını Prof. Osman Turan bildiriyor. Ayrıca sultanın ilim adamlarım himayede çok ileri gittiğini biliyoruz. Zira, o, Moğol istilası önünde kaçan Türkistanlı, irşadı ve başka yerlerden gelen alim, şair ve sanatkarlara Türkiye’de bir sığınak ve himaye sahası açmakla memleketin kültürünü daha fazla artırma ve zenginleştirme imkanım temin etmiş oluyordu (54).

Böylece Sultanın Türkiye’yi bir emniyet ve medeniyet ülkesi haline getirmesi, Moğollar önünde kağan Türkmen göçebeleri gibi, ilim ve sanat sahiplerini de bu topraklara gelmeye cezbetmişti. Bunlar arasında, Horasan’dan kalkıp birçok memleketi dolaştıktan sonra, Sultan Alâeddin’in daveti ile Konya’da yerleşen Mevlana Celaleddin’ in ailesinin Mevleviliğin Türk kültür ve sanatında asırlarca süren büyük hizmetlere vesile oldukları bilinmektedir. Zira, onların zaviyelerinin Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde birer kültür, medeniyet ve sanat ocağı olduğu görülmektedir. Mevlânâ’nın babası Bahaeddin Veled’in Karaman’dan Konya’ya getirilmesi, sultanla münasebetleri ve ölümünden sonra da onun ruhaniyetine bağlılığı hakkında Mevlevi kaynaklarında mevcut hikayelerin bulunması, Keykûbad’ın alimlere ve şeyhlere hürmetini gösteren rivayetler olarak kaydedilebilir (55). Devrin “Melikü’ş Şu’ara”sı olan Kâni’ı, Türkistan’dan gelerek, Alâeddin Keykûbad’ın himayesine sığınıp kendi rivayetine göre otuz ciltlik bir Selçuklu Şehnamesi yazarlardandır (54).

Selçuklularda ve Beylikler devrinde ilim adamlarından ve mutasavvıflardan vergi alınmayarak, kendilerine muafiyet tanındığı görülmektedir. Mesela meşhur mutasavvıf Şeyh Sadreddin Konevî ve dervişleriyle, Mevlânâ Celâleddin ve evlatları gibi muhterem zevattan vergi alınmaması bir muafiyetin var olduğunu bize göstermektedir. Aynı muafiyetin Karamanoğulları ile Osmanlılarda da devam ettiği bilinmektedir (57).

Anadolu’da teşekkül eden Beylikler döneminde, bir taraftan ilim adamlarını getirerek onları ihsan ve iltifatlarıyla teşvik eden, ilmi sohbet ve tartışmalara önem veren Anadolu beylerinin, diğer yandan da onların bilgilerinden faydalanıp talebe yetiştirmelerini temin için, günümüze kadar gelebilen medrese, kütüphane, imaret, kervansaray ve benzeri eserler tesisine önem verdikleri görülmektedir (58). Bunların tek tek sayılıp ilim adamlarıyla münasebetlerinin zikredilmesi sayfalar dolusu bilgi vermeyi gerektirir. Bu bakımdan Osmanlı beyliğinin ilk dönemlerinden birkaç misalle bu konuyu tamamlayalım.

Zengin Anadolu Selçuklu medeniyetinin varisleri olarak, Osmanlı Beyliğinin ilk korucuları olan Ertuğrul (V. 1281) ve Osman (1281-1326) Beyler bütün yönetim ve siyaset usullerine vakıf birer Selçuklu taşra devlet adamı (Uç Beyi) idiler. Yerleşik hayatın içinde bulunan Osmanlı ailesini kısa zamanda, büyük bir devlet haline getiren güç, onların temsil ettiği ve sahip oldukları şehir hayatı ve yüksek kültürdür. Bununla birlikte, Osmanlı devletinin ilk devirlerinde ilim adamları ile idare adamları, şair, edip ve sanatkârlar, daha çok diğer Anadolu Selçuklu beyliklerinden olan Karamanlı ve Germiyanlı idiler. Daha, Osman Bey zamanında Şeyh Edebâli, Dursun Fakih ve Molla Rüstem ile başlayan Karaman etkisi XVI. yüzyıla kadar sürmüştür (59). Bu mutasavvıf ve ilim adamları, beyler nezdinde itibar görmüşlerdir. Dursun Fakih’i Orhan Bey (1326-1359) İznik’te kurduğu Medresenin başına getirmiştir. İznik Osmanlı devletinin kuruluşu devirlerinde olmak üzere uzun müddet “bilginler yuvası’" olmaya devam etmiştir (60).

Osmanlılardan önce Selçuklular devrinde, daha eski devirlerde gerek Türkistan, Horasan ve İran’da, gerek Anadolu’da ilim müesseseleri ile bu müesseseleri besleyen alimlerin varlığını biliyoruz. Osmanlı devleti kurulduğu zaman Anadolu’daki bu müesseseler yalnız hocaları ve talebeleriyle değil, aynı zamanda kitap telif ve istinsah geleneği ile birlikte yavaş yavaş bu yeni devlete geçmiştir. İznik’ten sonra Bursa, Edirne ve diğer Anadolu beyliklerine merkezlik etmiş Manisa, Amasya, Sivas, Konya, Tokat, Kayseri gibi şehirlerde ilmi faaliyetlerin devam ettiği medreselere yenileri ilave olunmuştur, İstanbul’un Osmanlı devletinin başkenti olması üzerine, bu şehirde de büyük medreseler inşa edilmiştir. Bu medreseler arasında Fatih Sultan Mehmed (1450-1481) ve Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) tarafından yaptırılan medreseler önemlidir (61). Sultanların Osmanlılar devrinde de ilim adamlarını himaye ettiklerini, onları ilme teşvik etmekle kalmayıp aynı zamanda kendilerine ihsanlarda bulunduklarına dair birçok örneği sıralamak mümkündür. Kanuni’nin Şeyhülislam Ebussuûd Efendi (V. 1574) ’nin tefsirini padişaha takdimi üzerine kendisine verilen hediyeler, sadece müfessire takdimle kalmamış, eserin getirilmesi sırasında emeği geçen görevlilerin de yararlanmalarına vesile olmasına (62) kadar pek çok örnek görülebilir.

2. Telif ve İstinsah (Kopya) Edilen Kitapların Beylerle Sultanlara İthafları Meselesi

Türkiye kütüphanelerinde bulunan yazma kitapların tamamı hâlâ tespit edilebilmiş değildir. Eğer bu yapılabilse bu eserlerin hangi maksatla kaleme alındıkları veya istinsah edildikleri anlaşılabilir. Ancak, tasnifleri yapılabildiği kadar ile bu kitapların bir kısmının bizzat müellifi tarafından yazıldığı, bir kısmının da istinsah edilmek suretiyle çoğaltıldığı görülecektir. Ayrıca, istinsah edilen eserlerin de bazılarının Anadolu dışında yazılan kitaplar olduğu, diğerlerinin ise duyulan ihtiyaçtan dolayı çoğaltılmak maksadıyla diğer nüshalarının istinsah edilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Bunlara, geçmiş sayfalarda örneklerini gördüğümüz gibi, Anadolu’ya dışarıdan getirilenleri de ilave etmek suretiyle bugüne intikal eden kütüphanelerdeki kitapların yazılış ve geliş yollarını kısaca anlamış oluruz.

Kısa araştırmamızın bu bölümünde konunun daha açıklığa kavuşması bakımından Anadolu’da görülmeye başlayan telif ve istinsah geleneğinin en erken örneklerinden bazılarını kronolojik sıra ile vererek bu eserlerin yazılış sebeplerine de kısaca temas etmek istiyoruz.

a) Anadolu Selçuklu Devri Eserleri

Fuat Köprülü “Türk Edebiyatı Tarihi” adlı eserinde; Türklerin Anadolu’ya ilk gelişlerinde fetihler ve haçlılarla muharebe halinde bulunduklarından ilmi ve edebi, gelişmeye imkan bulamadıklarını belirterek, Hicri VI./(m. XII) asrın son yarısından itibaren siyasi huzur ve sükun teessüs edince buna paralel olarak ilim ve edebiyatla meşgul olmaya başladıkları kanaatini ifade etmektedir (63). Ahmed Ateş ise, II. Kılıç Arslan’a sunulan Hubayş (Huseyn) b. İbrahim et-Tiflîsî (V.629/1231-1232) ’nin “Kâmilu’t-Ta’bîr” (64) adlı Farsça eserini veya aynı müellifin “Kitâbu Vucûhi’l-Kur’ân” ının, 24 Safer 558/1 Şubat 1163’de telifi sebebiyle (65), Anadolu’da ilk telif edilen eserler olduğu görüşündedir. Mikâil Bayramda, İbnu’l-Kemal İlyas b. Ahmed’in "Keşfu’l-Akabe” adlı Farsça risalesinin, Kayseri’de Dânişmend oğlu Melik Ahmed Gazi (964-498/1071-1105)’nin saltanatına rastlayan yıllarda onun adına ithaf edildiğini ileri sürerek, Anadolu’da telif edilen ilk eserin bu olabileceği görüşünü ortaya atmış bulanmaktadır (66). Her halükarda en erken tarih olarak görülen beşinci hicri asrın ikinci yarısında, yani Anadolu’da Türk hakimiyetinin teessüs ettiği yıllarda ilmi faaliyetlerin de beraberce başladığı rahatlıkla söylenebilmektedir. Bu faaliyetler cümlesinden olmak üzere telif eserlerin yazılmış olması gayet normal karşılanmalıdır. Bu bakımdan Anadolu’da bu dönemden sonra kaleme alman eserler ve müelliflerinden birkaçını örnek olarak sıralamak suretiyle bu dönemin bugün tespit edilebilenlerle bile zengin bir kültür hayatına sahip olduğunu söyleyebilmemiz mümkün olacaktır.

1. Nizami-i Gencevî (takriben h. 535-597/1140-1200)’nin Mahzenü’l-Esrâr’ının Mengücekoğulları hanedanının en büyük ve en meşhur siması olan ve altmış sene hükümdarlık eden Fahreddin Behramşah’a (565-622/1160-1225) ithaf etmesine karşılık, kendisine "500 dinar ile ester-i rahvan” ihsan ve hediye olarak verilmiştir. (67)

2. Hürput Emiri ‘Imâdeddin Kara Arslan nâmına, “Kitabu’l- elvahı’l’Imâdiye’yi yazan Suhreverdî-i Maktûl’ün II. Kılıç Arslan’a (551-588/1156-1193) bir kitap ithaf etmiş olduğu üzerinde durulmaktadır (68).

3. “Mürşidü’l-Küttab”, “Ravzatu’l-Küttab ve “Berîdü’s-Sa’âde” adlı eserlerin müellifi olan Muhammed b. Gazi (V.h. 607/m. 1210- 1211?)’nin Ravzatu’l-Küttâbı’nı Rükneddin Süleyman Şah’a (593-600/ 1196-7-1203-4) takdimden aldığı câize ve malların dokuz yıl sonra mevcut bulunduğunu, Keykavus b. Keyhusrev (601-607/1204-1211) için yazdığı Beridü’s Sa’âde’sinden öğreniyoruz (69).

4. Üç sultana hizmet edip methiyeler yazan şair Kâni’î’nin “Kelile ve Dimne”si ile otuz ciltlik bir Selçuklu Şehnamesi yazmış (h. 658/m.l260) olması dikkate değer bir husustur (70). “Mirsâdü’l-Ibad" müellifi Necmüddün Dâye (v. 654/1256) Mevlânâ ve Sadreddin Konevi ile görüşmüş ve eserini Sivas’ta bitirmiştir (71).

XII-XIV. (h. VI-VII) asırlarda Anadolu’da kaleme alınan Farşça eserler üzerine bir tetkik yayınlayan Ahmed Ateş, bu tetkikinde kırka yakın eseri ve müellifini tespit etmektedir (72). Aynı yüzyılın Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları üzerinde ilk defa durarak, kaynak değerlendirmesi yapan M. Fuad Köprülü de, bulunan ve bulunamayan vakayinamelerden onunun müellifi ve eserini tanıtmış (73), fetihnamelerden ve kanunnamelerden bahsederek (74) ; Mümşeat mecmuaları, istifa kitapları, Evliya Menkıbeleri ile Dâniş- mendnâme ve Saltuknâme gibi tarihi romanlardan söz ederek (75) ilmi ve edebi eserlerle Mesnevi ve Divanları ele alıp (76) birçok kitabı ve yazarını bize tanıtmaktadır. Tanıtılan bu kitapların pek çoğu bugün muhtelif Kütüphanelere dağılmış orijinal eserler olarak mevcut bulunmaktadır. Bu eserler, devrin siyasi tarihi bakımından olduğu kadar; ilimler tarihi, iktisadi, içtimai, dini ve kültür tarihi açısından da döneminin incelenmesi için kaynak niteliği arz eden mahiyette eserlerdir. Bunlara klasik İslam ilimlerine dair kaynakların da yaygın olduğunu ilave etmek gerekir. Zira bu eserler İslam temel eğitiminde vazgeçilmez kitaplar kabul edilip okuna gelmişlerdir. Buna misal olarak, Sadreddin Konevî’den, Nasıruddin Tûsî’den tahsil gören Kutbuddin Şirazi (1236-1311) ‘yi verebiliriz. Zira o, İbn Sinâ’nın "KANUN” ve “ŞİFA”sı ile Zemahşerî’nin “KEŞŞAF”ını okutuyor; yılda otuz bin dirhem maaş alıyor ve çoğunu da talebelerine dağıtıyordu (77).

b) Anadolu Beylikleri Devri Eserleri

XII. ve XIV. (VII-VIII. hicri) yüzyıllarda Anadolu’da Türkiye Selçuklularının siyasi hakimiyetinin zayıflaması sonucu, uç bölgelerinde ve hudutlarda yerleşmiş olan boy ve aşiretlerin mahalli idareler kurdukları görülmektedir. Eski tabirle kendilerine “Tavâif-i Mülûk” denilen, Karaman, Germiyan, Eşref, Hâmid, Menteşe, Candar, Pervane ve daha sonra Osmanoğulları ile Aydın, Saruhan, Karesi, Ladik, Karahisar (Afyon), Ahiler, Dulkadir ve Ramazanoğullan, Ladik, Kadı Burhaneddin Ahmed, İzmiroğulları ve Alâiye Beylikleri bulundukları bölgelerde sadece siyasi hakimiyeti kurmakla kalmamış aynı zamanda fikri, idari ve iktisadi hayatı da tanzim etmek için tedbirler almışlardır (78). Her beyliğin başında bulunan idareciler, siyasi güçleri yanında ilmi ve fikri faaliyetleri de teşvik etmek suretiyle manevi otoriteyi tesis etmeye çalışmışlardır. Böylece her beyliğin çevresine bir ilim muhiti oluşmuş ve bir alimin kendi bölgesinde meşhur olup, komşu beyliklerden de birçok talebeyi bölgesine çekmeye imkan hazırlamıştır. Beylerin bir kısmının aynı zamanda bizzat kendileri de bu ilmi faaliyete iştirak etmek suretiyle kitapların nüshalarının çoğaltılmasına yani istinsahına veya yeni eserlerin kaleme alınarak kendi adlarına itilafına da önem verdiklerini, müstensih ve müelliflere yaptıkları ihsan ve bağışlardan anlamaktayız.

On dördüncü yüzyılda Anadolu’da her beyliğin himayesinde değerli ilim adamlarının bulunduğu görülmektedir. Bunların arasında bir beye gücenip bir diğerinin yanına giderek büyük saygıya mazhar olanları da vardır. Mesela Osmanlı beyine gücenip Karamanoğlunun yanına giden Molla Fenâri (751 h./1350 m. -h. 834/m. 1431) bunlardan biri olarak gösterilebilir. Karamanoğlu, günde bin akçe ve talebesine beş yüz akçe tahsis etmiştir. Daha sonra Osmanlı Sultanı II. Murad, Karaman beyinden Fenâri’yi göndermesini istemiştir, o da eski görevine dönmüştür. Anadolu beylerinin bu hareketleri, alim ve mütefekkirlere verdikleri ehemmiyeti göstermektedir. Böylece Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde tıp, heyet (astronomi), riyaziye, edebiyat, tarih, tasavvuf ve diğer İslami ilimlere dair eserler yazan alim, arif, edip ve şairler hemen daima bulunmuştur (80).

Bu devirde yazılmış eserlere dair birkaç örnek verdikten sonra İ. Hakkı Uzunçarşılı’nın “Anadolu Beylikleri”nde çeşitli ilim dallarına göre XIII-XV. asırlarda yazılmış eserleri gösteren cetvelden örnekler vermekle yetinmek istiyoruz. Zira, binlerce kitap ismini sıralamak konumuzun dağılmasına, sadetten uzaklaşmaya sebep olur.

1. Tıp dalında yazılmış eserlerden en Önemlisi olarak kaydedilebilecek olanı "Müntehâb-ı Şifâ-i Tıb (Hulâsatü’t-Tıb) ‘dır. 1389 yılında Gerede kalesi civarındaki Argıt (Ant) dağında bulunan otların tıbbi özelliklerine dair olan bu eserin yazan İshak b. Murad’ tır (81). Burada, Ali b. Abbas b. el-Mecusî (V. 384/994)’nin özel doktoru olduğu Büveyhi hükümdarlarından Alâuddevle’ye ithaf ederek yazdığı meşhur “Kâmilü’s-Sınâ’atü’t-Tıbbiye” adlı eserin Bergama kadısı (?) tarafından XIV. yüzyılda Türkçeye çevrildiğini de kaydetmek gerekir (82). 1380’de Aydınoğlu İsâ Bey adına “Gifâu’l-Eskâm” isimli kitabın yazan Hazı Paşa’nın bir de “Müntehâb-ı Şifâ”sı vardır (83). Şâir ve alim Germiyanlı Ahmedi’nin tıbba dair kaleme aldığı “Tervîhu’l-Ervâh” isimli manzum eserini Yıldırım Bayezıd’e ithaf ettiğini görüyoruz (84).

2. Astronomiye dair Allâme Şirazlı Mahmud tarafından Kastamonu Beyi Hüsâmeddin Çoban’ın oğlu Muzafferüddin Yavlak Arslan (öl. 1292)’a ithaf edilen “İhtiyârâtül-Muzafferi”yi zikretmekte fayda vardır (85).

3. Eşrefoğullarından Mübârizüddin Mehmed b. Süleyman namına Şemseddin Mehmed Tüşteri tarafından felsefi mahiyette yazılan "el-Füsûlü’l-Eşrefiye” adlı eserin,h. 710/m. 1310’da Konya’da istinsahı yapılan nüshanın Ayasofya Kütüphanesinde 2445 no. da kayıtlı olduğunu Prof. Uzunçarşılı haber vermektedir (86).

On üçüncü asırdan on beşinci asır ortalarına kadar Anadolu’da gerek hükümdar ve beylerin namlarına ve gerek müstakil olarak telif ve tercüme suretiyle meydana konmuş olan eserlerden bugün elimize geçmiş olanlarının muhtelif ilim ve fenlere göre bir cetvel denemesi yapmış olan Uzunçarşılı’nın cetvelinden (87) bir kaç örnek:

TEFSİR

Cevâhirü’l-’esdaf (Müfessiri meçhul)...

Takşirü’t-tefsir (Karamanlı Hamza)...

Fatiha tefsiri (Molla Fenari) bu tefsir dolayısıyla..

FIKIH-HUKUK

El-mesailü’l-’mensure (Hacı Şad geldi paşa)

Kitabü’d’Dürer’ ül-Mensure (İzzeddin Ahmed)

Tercihu’t-‘Tavzih (Kadı Burhaneddin)

TASAVVUF (Manzum ve Mensur)

Hadîkâtü’l-’Maarif (Şücaüddin Kirmâni)

İksirü’s-’Seâdât (Kadı Burhaneddin Ahmed)

Mahzenü’l-Esrar (Nizamüddin Gencevî)

Mirsaü’l-’Ibad (Necmüddin Ebûbekir Dâye)

Mîyarü’l-’Eşrar ve-l’ahyar (Haliloğlu Yûnus)

TARİH ve MENÂKIB

Bedi’u’z-‘Zaman fi kıssatı Hay ibni Yakzan (Fazlullah bin Ruzbehan)

İşraku’t-Tavarih (Kara Yakub)

Enisu’l-Kulûb (Burhaneddin Anevi)

Menâkıbü’l-Ârifîn (Ahmed Eflaki)

TIB ve HIFZISSIHHA

Hulâsatü’t-tıb (İshak bin Murad)

Miftahü’n-Nûr ve Hazâinü’s-Sürür (Halil oğlu Mümin)

Teshil (Hacı Paşa)

Şifâü’l-eskem fi Devâi’l-âlâm (Hacı Paşa)

MEVIZA - AHLÂK ve SİYASET

Kıstâsü’l-Adâle (Mahmud oğlu Hatib Mehmed)

LİSAN - ŞİİR ve EDEBİYAT

Nüzhetü’l-Küttab (Abdül’mümin oğlu Hasan)

Ravzatü’l-Küttab (Sadrı Mütetabbib)

Varaka ve Gülşah (Mevlevî Yusuf)

Şerh-i Kâfiye

FENNÎ ESERLER

Nihayetü’l-İdrak fi Dirayeti’l-eflak (Allame-i Şirazi)

-

LÜGAT

Mecmuu’l-Lûgat (Şinasi ve Cafer)

KELÂM ve FELSEFE

Fevâid (Ahmed bin Yusuf)

El-Füsûlül-Eşrefiyye

c) Osmanlılar Devri Eserleri

Eser toplama, yazdırma ve yazılan eserlerin müelliflerine ihsanlarla taltif etme geleneğinin Osmanlılarda da devam ettiğini söylemek eldeki eserlerin incelenmesi sayesinde, rahatlıkla mümkün olabilir. Bu konuda, sadece Taşköprülüzâde (V. h. 968,/m. 1561) ‘nin “eş-Şakâ’iku’n-Nu’mâniye fî Ulemâid-Devleti’l-Osmâniye” (87/1) adlı eseri incelenince bile görülecektir ki, müellifin kendi devrine kadar tespit ettiği Osmanlı Ulemasının sayısı beş yüzü geçmektedir. Bu alimlerin bir kısmının ilim tahsili için kendi ülkelerinin dışına gittikleri görüldüğü gibi (83) Anadolu’da Bursa, Konya, Kastamonu, Kütahya ve Manisa gibi muhtelif şehirlerdeki medreselerde ve özellikle Edirne ile İstanbul’un fethinden sonra da İstanbul gibi merkezlerde ilim tahsilinde bulundukları kaydedilmektedir. Bu alimlerin hayat hikayeleri anlatılırken eserlerine de yer verilmiş bulunmaktadır. Bunların sadece telif ettikleri (89) değil, aynı zamanda başka kitapları da istinsah ettiklerine dair dikkate şayan bilgiler veren Taşköprülüzâde, Molla Hüsrev (V. h. 885/m. 1480) ile ilgili olarak: “...öğretim işleriyle meşgul olduğu gibi, her gün kendinden önce yazılmış kitaplardan iki varağı da istinsah ederek yazıyordu. Yazısı güzeldi ve ölümünden sonra kendi el yazısıyla çok sayıda kitap bıraktı. Seyyid Şerif’ in el-Mevâkıf’ının şerhinden kendi yazısı ile iki nüshası bulundu ve bu ülkenin alimlerinden bazısı onları altı bin dirheme satın aldılar.” (90) demektedir. Müellifimizin verdiği bilgiler arasında kitapların muhafazasına gösterilen itinayı haber veren ilgi çekici şu rivayet de yer almaktadır: “Sultan Mehmed Han (Fâtih) bir gün alimlerden, kitaplarının bulunduğu yere güvenilen birini istedi. Molla Lütfi (V.h. 900/m. 1494) bu göreve getirildi” (91). Eser veren veya ilimle meşgul olanların hemen hepsinin ya kadı, ya da müderris olarak görevlendirildiklerini Taşköprülüzâde’nin verdiği bilgilerden anlamaktayız. Bu bilgiler, bize ilim adamına olduğu kadar, kitaba da saygı gösterildiğini açıkça bildirmektedir. Taşköprülüzâde’nin "Miftâhu’s-Sa’âde ve Misbâhu’s-Siyâde” (92) si ilim ve fen konuları ile bu sahalarda eser verenleri bildirmektedir. Bu eser, konusunun en güzel ve en derli toplularındandır. Oğlu Kemâleddin Mehmed Efendi tarafından "Mevzuatu’l-Ulûm” adıyla Türkçeye tercüme edilmiş ve I. Ahmed’e takdim olunmuştur.

Nitekim, kitap yazmak için "İlim Çin’de olsa bile, oradan gidiniz, alınız” (93) prensibi gereğince, bir kitabı yazmak için Mısır’ a kadar giderek onu yazıp gelen Hasan Çelebi el-Muhaşşi (V.h. 886/ 1481)’nin Fâtih Sultan II. Mehmed ile arasında geçen şu rivayeti "Konumuz bakımından da ilgi çekicidir : "Hasan Çelebi, Sultan Mehmed Han’a gelerek; Mısır’da duyduğum Mağribli bir zâtâ ait Nahv’ e dair olan “Muğni’l-Lebib” adlı kitabı okumak için Mısır’ a gitmek istiyorum” dedi. Bu kitabı Sultan da tanıyordu ve ona izin verdi. Sonra, O Mısır’ a gitti ve “Muğni,l-Lebib”in tamamını yazdı ve bunu Mağribli üstattan okudu ve mukâbele etti. Mağribli Üstat, kitabın sonuna da kendi eliyle icazet verdiğini yazdı. Ayrıca, Hasan Çelebi, Sahih-i Buhârî’yi de okuyarak, hadis rivayetinde de icazet alarak, hac vazifesini de yapıp İstanbul’ a dönmüştür. “Muğni’l-Lebib” adlı kitabı Sultan Mehmed Han’a takdim edip Sultanın gönlünü almış, hatta, bu davranışı sebebiyle İznik Medresesine müderris olarak görevlendirilmiştir (94).

Söz Fatih’ ten açılmışken, yukarıda da bahsettiğimiz Fatih’ in kurduğu kütüphanedeki birkaç kitap üzerinde durmak istiyorum: Bugün Fatih’ in Kütüphanesinde aslı, Ayasofya kütüphanesinde de kendi emriyle yapılan tercümesi bulunan Batlamyus’ un coğrafyası, padişahın emriyle tercüme edilmiş eserlerdendir(95). Yine Batlamyus’ un, astronomi ile ilgili eseri “Elmacesti” yanında, İskenderiyeli Theon ve Dappos taraflarından yapılan açıklamalarıyla Bizans Proclos’un açıklaması ve Johannes Philopones’in usturlab kullanma usulüne dair eseri, Geminos’un astronomiye, Apolanyos’un “Konika” adında konilere dair eseriyle Serenos’un yine matematiğe dair eserinin şimdi kütüphanede mevcut olduğunu, Deissmann’ dan yararlanarak Prof. Adıvar kaydetmektedir(96). Bu kitaplardan bir kısmı İstanbul’un fethinden sonra toplanmış olması muhtemeldir. Bu tarihi yazmalar arasında, Fatih’in sarayında katibi gibi yaşayan İmroz adalı Kritovolos’un Fatih’in hayatı üzerine yazdığı Rumca tarihi dünyadaki tek nüsha olan ile Karolidi Efendi’nin çevirdiği Türkçe tercümesi, bize sarayda yabancı dil bilen tercümanların kullanıldığını da göstermektedir (97). Hatta Fatih’in ilmi himaye konusundaki ünü o kadar yayılmıştır ki, Floransalı Francesco Berlinghieri’nin Batlamyus coğrafyasına yaptığı İtalyanca manzum tercümeyi önce Fatih’e, onun ölümü üzerine oğlu, II. Bayezıd’e ithaf ederek göndermesi oldukça dikkat çekicidir (58).

Aslında Fatih’in İslam dinine ait konular dışında, gerek Hıristiyanlığa, gerekse felsefi konulara dair eserlerle de meşgul olmuş ve matematik, fizik ve tıpla ilgili eserleri söz konusu kütüphanesinde toplamış olduğunu kaydetmiştik. Fatih’in kütüphanesindeki eserler üzerine çalışan Deissmann, bu kütüphane hakkındaki şu görüşlerini açıkça söylemekten kendini alamamıştır : "Nihayet bu saray kütüphanesini, dünya tarihinde bir dönüm noktası yarattıktan sonra, Doğu ve Batının kapısında durarak, bu iki alemin kültürünü kendinde toplayan laik bir insanın mirası gibi saymak lazımdır” (99).

İslam kültür tarihinde muhtelif ilimlere, muhtelif telif ve müelliflere dair bilgi veren ilk kitap olarak kabul edilen İbnü’n-Nedim’in h. 377/m. 987 tarihinde telif ettiği “Fihristü’l-Kütüb” adlı kitabının benzeri ve bu geleneğin Osmanlılarda da devam ettiğini gösteren eserler vardır:

Osmanlılardan Abdurrahman Bestâmî (V.h. 858/m. 1454) yÜz ilmi ihtiva eden bir “Mevzûatü’l-U lûm” yazmıştır. Yine Osmanlılardan adı daha önce geçen Fatih’in "hâzin-i kütüb”lüğünü yapan Molla Lutfi (V.h. 900/m. 1494) ’nin de Sultan II. Bayezıd’a ithafen yazmış olduğu “el-Metâlibü’l-İlahiye” adlı eseri de aynı cins eserlerdendir. Muhammed Emin b. Sadrüddin-i Şirvâni de (V.h. 1036/m. 1626) Osmanlı Sultanı I. Ahmed’e ithaf ettiği el-Fevâidü’l-Hâkâniye”sinde mevzûatü’l-ulum’u işlemiştir. Yukarıda da kaydettiğimiz gibi Osmanlılardan Taşköprülüzâde’nin (V.h. 968/m. 1560) beş yüz kadar ilmi ve bu ilimlere dair kaleme alman eserleri ve bunların müelliflerini ihtiva eden “Miftâhu’s-Sa’âde” si de konusunun en gelişmiş örneklerinden biri olduğuna işaret etmiştir (100). İşte bu geleneğin eserlerinden biri de Kâtib Çelebi (Hacı Halîfe) nin "Keşfü’z-Zûnun ‘An Esâmi’ul-Kütüb ve’l-Fünûn” adlı eseridir. Kâtib Çelebi sadrazamlardan Yassı Taban Mehmed Paşa (sadareti: 1632-1637) ile Bağdat seferinden (1635-1636) dönerken kaldığı Halep’te; “şehrin sahaf dükkanlarının kitapları görülüp, Allah’ın izniyle bu kitapların adları yazılmaya başlandı” (101) diyerek tespit ettiği ve satın alınan kitapları daha sonra da okuduğunu da belirtmektedir. Böylece hazırlığına başladığını öğrendiğimiz "Keşfü’z-Zünûn” da, kitapların alfabetik harf sırasına göre düzenlenerek, müelliflerinin vefat tarihleri, eserlerin telif tarihleri, babları ve fasılları ile başlangıçları gösterilmiş bulunmaktadır. Bu düzenleme ilk olarak Katip Çelebi tarafından yapılmıştır. Eserde on beş bine yakın kitap ve risale adı sayılmış ve on bin kadar da müellif ve şârih’den bahsedilmiştir. Üç yüzden fazla ilmin konuları bildirilmiştir (102). Bu çok şöhretli eserin daha fazla üzerinde durmak yerine, XVII. yüzyıl Osmanlı kültürünün kitap ve sahip olunan kütüphane bakımından ne kadar zengin olduğunu söylemenin yanında, özellikle İstanbul’daki ve Türkiye’nin diğer şehirlerindeki kütüphanelerde bulunan eserlerin tamamının incelenerek, yazanların, istinsah edenlerin ve vakıf yoluyla bunları bırakanların tespit edilmesinin gerektiğini de belirtmek icap eder. Zira, yalnız Anadolu’da telif olunmuş eserlerin değil, aynı zamanda, burada istinsah yapılmış olanlarla, bunları kopya eden kimselerin, kopya ettikleri tarih ve yerlerini bildirdikleri oranda bir listesini yapmak mümkün olabilse; bu eserlerin çoğunun, Orta Asya kökenli oldukları, ya da Irak, Suriye ve Mısır’da istinsah yoluyla veya satın alınmak suretiyle kazanılmış oldukları görülecektir (103).

SONUÇ

İlimler tarihi alanındaki araştırmaları ile ün kazanan Prof. Dr. Aydın Sayılı’yı; “Türkler, İslam dünyasında ilk kitap dostları ve kitaplık kurucuları arasında yer almış görünmektedir” (104) tarzındaki kanaatine götüren faaliyetlerden bir kısmını, buraya kadar özetle ele almaya çalıştık. Bu araştırmamızda, Türkiye’nin her yerine dağılmış bulunan kütüphanelerin kuruluşunda rol oynayan sebepler üzerinde dururken V-XI/XI-XVII. yüzyıllarda Anadolu’da devamlılık arz eden bu faaliyetler sonucunda ortaya çıkan manzarayı, kronolojik olarak ortaya koymaya gayret ettik. Bunun sonucunda da, medreselerle diğer vakıf kütüphanelerinin günümüz umumi kütüphanelerine dönüştüklerini ve şahıs kütüphanelerinin en erken devirlerden bu yana yaygınlaşarak devam etmekte olduklarını gördük.

1071 tarihinden sonra Anadolu’da kurulan huzur ve sükun ortamının Anadolu’ya cezbettiği Türkmenler, Anadolu Selçukluları ile diğer Türk beylikleri ve Osmanlıların güttükleri politika sayesinde bütün Anadolu ve Rumeli’ye yerleştirilmişlerdi. Moğol istilası sebebiyle Herat, Buhara, Semerkant gibi Horasan ve Mâverâünnehr’in önemli şehirlerinde ayrılarak Anadolu’ya sığınan birçok alim, şair, edip, şeyh ve mutasavvıfın, geldikleri bu yeni vatanı benimsemeleri sonucunda oluşan kültür ortamında, tabiatıyla yeni yeni müesseseler kurmalarına ve eserler vermelerine imkan bulmuşlardır.

Bilindiği gibi Anadolu Selçuklularının zayıflayan merkezi otoritesinin yerini alan ve Anadolu’nun her tarafına yayılan mahalli beyliklerin himaye ettikleri alimlerle çevrelerinde oluşan ilmi muhit başta alim hükümdarlarla hem bir ilmi tartışma ortamının doğmasına yol açmış, hem de mütefekkir ilim adamlarının yeni yeni eserler yazmalarına imkan hazırlamıştır.

Hükümdarlar, ister bey olsun, ister sultan, bu mahalli yöneticiler, siyasi hakimiyetlerine paralel olarak, ilmi ve fikri faaliyetlere bizzat iştirak etmekle kalmamış, ilim adamı ve mutasavvıf şeyhlerle sanatkarları himayelerine almak suretiyle de manevi otoritelerini devam ettirmek istemişlerdir. Bu sebeple, cami, medrese, tekke, imaret, han, hamam ve dâru’ş-şifâ gibi vakıf eserleri kurmak suretiyle, buralarda vücuda getirilen kütüphanelerde de kitapların çoğalmasına yardımcı olmuşlardır.

Hatta açık ve seçik olarak görüldüğü gibi göç eden ilim a- damları, yanlarında getirdikleri eşyaları arasında yüklerle yüzlerce kitabı beraberlerinde getirmiş olmaları bu kurulan kütüphanelerin zenginleşmelerinde çok önemli bir unsur olmuştur denebilir.

Gerek bu gelen kitaplarla, gerek telif ve istinsah yoluyla sayılan günden güne artan kitapların korunabilmeleri için de hem saraylarda, hem de cami, medrese ve tekkelerde kitaplıkların tesis edilmiş olduğu görülmektedir. İslam dünyasının eski ilim merkezlerinde olduğu gibi Mısır’dan da ihtiyaç duyulan eserlerin istinsahlarının gerçekleştirilmiş olması Anadolu’daki kütüphanelere kitap temin etmenin önemli bir yolu olduğu söylenebilir. Bu faaliyet Anadolu’da oluşan yeni ilim merkezlerinin sayısını artırmakla kalmamış, aynı zamanda iktisadi bir faaliyet sahası da açmıştır. Sahaf dükkanları ile kağıt ve mürekkep satan çarşılar bu faaliyetin sonucunda ortaya çıkmıştır.

İstinsah usulüne gösterilen itina, hem güzel yazı yazmak gibi bir sanatın yaygınlaşmasını, hem de bir çok eserin çoğaltılmasını sağlamıştır. Kütüphane personelinin kitaptan anlayan ve onları koruyan insanlardan seçilmiş olmaları da bu kitapların bize kadar ulaşmalarını mümkün kılmıştır.

Kitaba önem veren Selçuklu ve Osmanlı Türkleri, kervansaraylarda bile kitaplıklar tesis ederek, kitap okumak isteyen yolcuların vakitlerini değerlendirmelerine imkan hazırlamışlardır.

İlmi tecessüs ve merakını tatmin etmek için ilim adamlarının ya ilmi araştırma gayret ve niyetiyle, ya da aradıkları kitapları bulabilmek için uzak diyarlara seyahat etmekten çekinmedikleri görülmektedir. Bu seyahatte elde ettikleri kitapları ya satın almak veya istinsah etmek suretiyle, bulundukları bölgelere kazandırmışlardır.

Ne yazık ki, bazı yazma kitapların kıymetinin bilinmemesi yüzünden, bugün Anadolu’dan çok uzaklara kaçırılmalarına sebep olmuştur. Kültürsüzlükten ve değerlerimize sahip çıkma anlayışından mahrum oluşumuzdan dolayı pek çok el yazması eserin, ya kaçırılmak, ya da yok pahasına satılmak suretiyle yabancıların eline geçmiş olması bu zengin koleksiyonlarımızdan pek çok hazinenin eksilmesine yol açmış bulunmaktadır.

DİPNOTLAR

(1) Streck, ‘Avâsım, İslâm Ansiklopedisi, H, 19-20; George Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi (Terc. Prof. Dr. Fikret Işıltan), Ank., 1981, 269.

(2) Kutalmış, Selçuk şehzadelerinde ve kendilerine Selçuklu topraklarında hisse ve hakimiyet verilmediği düşüncesi ile başkaldıranlardan biridir. Geniş bilgi için bkz. Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, İst., 1969, 95.99.

(3) Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İst,, 1971, 37.

(4) Mehmet Şeker, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması, Ank., 1985, 53 vd.

(7) Mehmet Şeker, a.g.e,, 69-81.

(8) Metin Süzen, Anadolu Medreseleri, Selçuklu ve Beylikler Devri, I, İst., 1970, 5, 103; II, İst., 1, 85; Hüseyin Gazi Yurdaydın, a.g. makale, 266.

(9) Osmanlı Medreseleri için bakınız. Mustafa Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, İst., 1984; Cahit Baltacı, XV. ve XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İst., 1980.

(10) Cahit Baltacı, a.g.e., 19.

(11) ismet Parmaksızoğlu, Enderun Mektebi, Türk Ansiklopedisi, XV, 193.

(12) İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, Ank., 1945, 304 vd.

(13) İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, Ank., 1983, 583.

(14) Yakûtî, Mu’cemü’l-Büldân, I, 10; IV, 144; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, 259.

(15) Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 524, 555; Mahmut Gündüz, İslam’da Kitap Sevgisi ve İlk Kütüphaneler, Vakıflar Dergisi, XI Ank., 1976, 181.

(16) Osman Turan, Selçuklu Devri Vakfiyeleri, I, Belleten, Ank., 1947, XI, 42.

(17) Taşköprülüzâde ‘Isâmu’d-din Ebu’l-Hayr Ahmed, eş- Şakâ’iku’n-Nu’mâniye fî ‘Ulemâ’i-d-Devleti’l-Osmâniye, (Neşre hazırlayan Ahmed Subhi Fırat) İst., 1985, 553-555; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ank., 1965, 40.

(18) eş- Şakâ’iku’n-Nu’mâniye, 554.

(19) İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 643.

(20) Mu’cemu’l-Büldân, Beyrut, 1977, V. 114; Osman Turan, Selçuklular Tarihi, 259.

(21) Osman Turan, Selçuklular Tarihi, 259-260.

(22) İbnü’l-Esîr, el.Kâmil fi’t-Tarih, XII, Kâhire, ?, 94; Osman Turan, Selçuklular Tarihi, 260.

(23) Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 233.

(24) Altun-aba Vakfiyesi, neşreden: Osman Turan, Belleten XL.II, Ank., 1947, 223-235.

(25) Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 392.

(26) Osman Turan, a.g.e., 373, dipnot. 78.

(27) Osman Turan, a.g.e., 524-554.

(28) Besim Darkont, Konya maddesi, İslam Ansiklopedisi, VI, 851; Mahmut Gündüz, a,g, makale, 181.

(28/1) Süheyl Ünver, Anadolu Selçukluları Zamanında Kütüphaneler, Atatürk Konferansları, II, (1964-1968), Ank., 1970, 5.

(28/2) Süheyl Ünver, aynı makale, 6.

(28/3) Süheyl Ünver, aynı makale, 8-21.

(29) İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 643.

(30) Topkapı sarayı Arşivi, D, 9559; İsmail E, Erünsal, Osmanlılar’da Kitap ve Kütüphane Geleneği, Lâle Dergisi Sayı: 3, Kasım 1985, 16.

(31) İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, III./2, 420; M, Tayyib Gökbilgin, Köprülüler, İ. A., VI, 903.

(32) Adı geçen Heratıl Fakîh için bakınız: Claude Cahen, OsmanlIlardan önce Anadolu’da Türkler (Pre-Ottoman Turkey), Terc, Yıldız Moran, İst, 1979, I, 245, 247.

(33) Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 64, 69.

(34) Ahmet Eflâkî, Menâkıbu‘l-Arifin I (Terc. Tahsin Yazıcı), İst., 1973, 113/6; Metin, Ankara, 1976, I, 14/; Mevlâna’nın bir gün babasının kütüphanesine girdiğini kaydeden rivayet için aynı eserin 110/5 paragrafa bakılmalıdır.

(35) Claude Cahen, a.g.e., 248.

(36) İ. Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, Ank., 1084, 217-218.

(37) İ. Hakkı Uzunçarşılı, Aynı eser, 218.

(38) Aynı eser, 138, 221.

(39) Aynı eser, 223.

(40) Süheyl Ünver, Fatih Külliyesi ve İlim Hayatı, İst., 1946, 44.

(41) Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde tüm, İst., 1970, 28-38; Tahsin öz, Topkapı Sarayında Fatih Sultan Mehmet II’ye ait Eserler, Ank., 1953, 20. Bu eserlerden bazılarının bugün pek çok kütüphaneye dağıldığını görmekteyiz. Hatta Kahire’ de Dârü’l-Kütübi’l-Mısriyye’de bunlardan on bir tanesinin bulunduğu bilinmektedir (İsmail Baykal, Fatih Sultan Mehmed’in Hususi Kütüphanesi ve Kitapları, Vakıflar Dergisi, IV, Ank., 1985, 79).

(42) Adnan Adıvar, a.g.e., 39.

(43) eş-Şakâ’iku’n-Nu’mâniyye, 25.

(44) İ. Hakkı Uzunçarşılı, Oamanlı Tarihi, II. 644.

(45) eş-Şakâ’iku’n-Nu’mâniyye, 294.

(46) İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 11, 644.

(46/1) Mustafa ‘Alî, Kavâ’idül’l-Mecâlis, İst. Üni. Kütüphanesi Nu: 3543, v, 25b.

(47) İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, Beyrut 1386/1966, X, 37.

(48) Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 69.

(49) Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 232.

(50) Osman Turan, Aynı eser, 231.

(51) Osman Turan, Aynı eser, 334.

(52) Osman Turan, Aynı eser, 291.

(53) Osman Turan, Aynı eser, 320-21.

(54) Osman Turan, Aynı eser, 391-392; Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, İst., 1980, 209.

(55) Eflâki, Menâkibu’l-Ârifîn, I, Metin 25-29, Ter. 122-123 vd.; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, 393.

(56) Fuad Köprülü, Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları, Belleten, Ank., 1943, C. VII, S. 27, (?) 393-394; Claude Cahen, a.g.e., 253.

(57) İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, 148.

(58) İ. Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, 211-223; Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Bey pek mükemmel bir idare ve askerlik teşkilatı vücuda getirdiği sırada memleketinde İlim ve fennin yayılmasına da çok ehemmiyet verdiğinden her tarafta medrese, imaret vesaire gibi hayır müesseseleriyle şehirleri ihya etmekte; İran, Irak ve Maveraünnehir ile Tür- kistan’ın alim şair ve ediplerini davet ederek etrafında toplamaktaydı. Bunlara örnek olarak Ali Kuşçu için bakınız: İ. Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Kitâbeleri, 225.

(59) Hüseyin Gazi Yurdaydın, İslam Tarihi Dersleri, Ank., 1971, 68.

(60) Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, 12.

(61) Mustafa Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, İst., 1984; Cahit Baltacı, XV- XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İst., 1976.

(62) Gelibolulu Mustafa Alî, Mevâ’ıdü’n-Nefâis fi Kavâ’ıdı’l-Mecâlis, Tıpkı basım, İst., 1956, 210.211; Mehmet Şeker, Gelibolulu Mustafa Âlî ve Mevâ’idü’n-Nefâis fî Kavâ’ıdı’l-Mecâlis” Adlı Eseri, Doktora Tezi, Erzurum, 1978, 285,

(63) Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, İst,, 1980, 208-209.

(64) Ahmed Ateş, Hicrî VI-VIH (XII-XIV), Asırlarda Anadolu’da Farsça Eserler, Türkiyat Mecmuası C. VII-VIII, İst., 1942, Cüz II, 97-98.

(65) Ahmed Ateş, Anadolu Kütüphanelerinde Mühim Yazmalar, Tarih Vesikaları, İst., 1955, I, 141-172; Mikâil Bayram, Anadolu’da Telif Edilen İlk Eser Keşfu’l-Akabe, Konya, 1981, 8.

(66) Mikâil Bayram, a.g.e., 8-12.

(67) Ahmed Ateg, Hicrî VI-VIII (XII-XIV) Asırlarda Anadolu’da Farsça Eserler, 102.

(68) Ahmed Ateş, Aynı makale, 103.

(69) Ahmed Ateş, Aynı makale, 104-105.

(70) Ahmed Ateş, Aynı makale, 111; M, Fuad Köprülü, Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları, 393-395.

(71) Ahmed Ateş, Aynı makale, 110; M. Fuad Köprülü, a.g. makale, 447.

(72) Ahmed Ateş, a,g. Makale, 94-135.

(73) M. Fuad Köprülü, a.g. makale, 385-400.

(74) M. Fuad Köprülü, a.g. makale, 401-411.

(75) M. Fuad Köprülü, a.g. makale, 411-441.

(76) M. Fuad Köprülü, a.g. makale, 442-458.

(77) Osman Turan, Selçuklular Tarihi, 259.

(78) Halil Edhem, Duvel-i İslamiye, 269-320; t. Hakkı Uzungarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri, XI—XII.

(79) eş-Şakâıku’n-Nu’maniye, 26. Simavna Kadısı Şeyh Bedreddin’in hikayesinde anlatıldığına göre Anadolu’nun bir çok yerini dolaşan Şeyh, Mısır, İran ve Rumeli’ye seyahatlerde bulunmuştur. Bak. Eş-Şakâiku’n-Numaniye, 50-52.

(80) İ. Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, 211-212.

(81) Adnan Adıvar, a.g.e., 16; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, 212.

(82) Adnan Adıvar, a.g.e., 17.

(S3) Adnan Adıvar, a.g.e., 17; Hikmet Akın, Aydınoğulları Tarihi Hakkında Bir Araştırma, İst., 1946, 232.

(84) İ. Hakkı Uzunçargılı, Anadolu Beylikleri, 212,

(85) İ. Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, 212.

(86) İ. Hakkı Uzunçarşılı, Aynı eser, 213.

(87) İ. Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Kitabeleri, 259-262.

(88) eş-Şakâiku’n-Nu’mâniye’de pek çok alimin hayat hikayesinde ilim tahsili İçin Kahire’ ye yani Mısır’ a ya da Herat gibi Acem şehirlerine gittikleri belirtilmiştir, Bk. 48, 84, 181 v.d.

(89) Telif ettikleri eserlere dair hemen her şahsın hayatı anlatılırken bilgi verilmektedir. Bk. 115, 119, 206, 553-555’te de bizzat Taşköprülüzâde’nin kitap istinsah ettiğini öğrenmekteyiz,

(90) eş-Şakâıku’n-Nu’maniye, 118. (...)

(91) eş-Şakâıku’n-Numâniye, 174.

(92) Keşfu’z-Zunûn, H. 1762.

(93) İsmail Muhammed b. Aclûni, Keşfu’l-Hafâ., I, Kahire, ?, 154.

(94) eş-Şakâıku’n.Nu’mâniye, 185-186.

(95) Adnan Adıvar, a.g.e., 27-30.

(96) Adnan Adıvar. a.g.e., 30.

(97) Adnan Adıvar, a.g.e., 26.

(98) Adnan Adıvar, a.g.e., 31.

(99) Adnan Adıvar, a.g.e., 37.

(100)Şerafeddin Yaltkaya, Keşfu’z-Zunûn, Türkçe Mukaddime, 8-9.

(101) Kâtip Çelebi, Mizânu’l-Hak fi İhtiyaru’l-Ahakk, (Hazırlayan: Orhan Şâik Gökyay) İst., 1972, 113.

(102) Şerafetttn Yaltkaya, Keşfu’z-Zunûn Mukaddimesi, 9.

(103) Claude Cahen, a.g.e., 249-250.

(104) Aydın Sayılı, Contribations to Scientific Work in Islam, Türk Tarih Kurumu, Belleten XLII, 172 (Ekim-1979), 717-718.