Makale

Peygamberimiz Döneminde İslam kardeşliği

Peygamberimiz
Döneminde İslâm Kardeşliği

DOÇ. DR. İBRAHİM SARIÇAM
Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi

İslâm Dini bütün mü’minleri 1 kardeş ilan etmiştir. Kur’an-ı Kerîmde "Mü’minler ancak kardeştirler"(1) buyurulur. Hz. I Peygamberin de konuyla ilgili pek çok hadisi mevcuttur. Bu ayazımızda biz, İslâm’dan önce Arap Yarımadasındaki kardeşlik ve dayanışma anlayışına kısaca temas ettikten sonra; İslâm’ın getirdiği yeniliği ve bu yeniliğin tarihsel gelişimini, Hz. Peygamberin ve sahâbîlerin uygulamalarından örneklerle ortaya koymaya çalışacağız.
İslâm’ın doğduğu sırada Arap Yarımadasında, birleştirici unsuru kan akrabalığı olan kabile esasına dayalı bir toplum yapısı mevcuttu. Kabilenin fertleri karşılıklı dayanışma içinde bulunur, birbirini korur ve yardım ederdi. Bir kabile, ister haklı iste\haksız olsun, her iki durumda kendi mensubunu korumakla mükellef sayılırdı. Öyle ki kabile, üyesinin haklı veya haksız olduğunu sorma hakkına bile sahip değildi. Durum böyle olunca, kabileler arasında kan davaları da eksik olmazdı. İşte İslâm Dini, birleştirici unsurun kan akrabalığı olduğu kabile yapısına dayalı bir toplum anlayışının hakim 1^ olduğu, kanlı kabile kavgalarının cereyan ettiği, ayrıca hürler ve köleler arasında elerin bir uçurumun mevcut olduğu bir ortamda ortaya çıkmıştır.
Hz. Peygamber (S.A.S.) İslâm’ı ilk tebliğ etmeye başladığı andan itibaren bu dine girenleri hangi kabile, ırk ve ülkeden olurlarsa olsunlar eşit kabul etmiş, kabile dayanışmasının ve kardeşliğinin yerine çok daha kuvvetli İslâm kardeşliği ve dayanışmasını getirmiştir. Hz. Peygamber (S.A.S.) bir yandan insanlara Allah’ın varlığını ve birliğini anlatırken, diğer yandan bu inanç etrafında toplananları din kardeşliğinde birleştirip kaynaştırmıştır. Bu kardeşlik kabile kardeşliğini aşıyordu. Çünkü Habeşistanlı bir köle ile Kureyşli bir asilzade arasında fark kalmıyor ve bunlar kardeş ilan ediliyordu.
İslâm Tarihinin en eski kaynakları Hz. Peygamber (S.A.S.)’in daha Medine’ye hicretten önce, Mekke’de müslüman olanları hak ve eşitlik üzerine kardeşleştirdiği-ni kaydederler.(2)
Bu sistemde son derece manidar bir husus dikkati çekmektedir ki o da Kureyş’e mensup bazı müslümanların azatlı kölelerle kardeş ilan edilmesidir. Ünlü Tabakât müellifi Ibn Sa’d’ın(3) verdiği bilgilerle tarihçi ibn Ha-bib’in(4) kardeşleştirilen kimselerin isimlerini kaydettiği liste incelendiğinde şu azatlı kölelerle Ku-reyşlilerin kardeşleştirildiği görülmektedir: Hz. Peygamber (S.A.S.)’in azatlısı Zeyd b. Harise ile Hz. Hamza; Ebû Huzeyfe’nin azatlısı Salim ile Ebû Ubeyde b.el-Cerrâh; Hz. Ebu Bekir’in azat ettiği Bilâl b. Rebâh ile Ubeyde b. Haris.
Bu kardeşleştirme hadisesi yepyeni bir sistem olmasına rağmen müslümanlar üzerinde son derece etkili oldu. Öyle ki, bir müslüman, putperest kabileda-şıyla ve akrabasıyla ilişkisini kesip, aralarında kan bağı bulunmayan, başka bir kabile ve ülkeden olan veya köle olan bir müslü-manla maddi ve manevi dayanışma işine giriyordu. Nitekim Mekke devrinde Hz. Ebu Bekir gibi zengin müslümanlar, hiçbir karşılık beklemeden, işkence çeken müslüman köleleri para ile azad ettiriyorlardı. Müslümanlar din kardeşleriyle Habeşistan gibi bir ülkeye birlikte hicret etmişlerdir. Bu tür dayanışma örneklerinin sayısı pek çoktur.
Medine’ye hicretten sonra gerçekleştirilen Muhâcirîn-Ensâr kardeşliğine geçmeden önce, Medine’de oturan Evs ve Hazrec kabilelerinin İslâm’dan önceki durumuna kısaca temas etmek istiyoruz. Bu iki kabile aynı ailmeden türedikleri halde yıllardır birbiriyle savaşıyorlardı. Aralarındaki geçimsizlik Hz. Peygamber (S.A.S.)’in buraya hicretine kadar devam etmiştir. Birinci Akabe görüşmesinde (m. 620) İslâm’ı kabul eden Medineliler, Evs-Hazrec düşmanlığının ne derece vahim boyutlarda bulunduğunu ve Hz. Peygamber (S.A.S.)’den nasıl medet umduklarını şu sözleriyle dile getirmişlerdir:
"Milletimiz iç savaşlar sebebiyle çok kötü bir durumdadır. Cenâb-ı Hak senin sayende milletimizi savaştan, darmadağınıktan belki kurtarır ve onları birleştirir."(5)
Gerçekten Evs ve Hazrec arasındaki kan davaları o derece korkunç boyutlara ulaşmıştı ki, neredeyse bu iki kabile tarih sahnesinden silinecekti. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmiştir:
"Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirdi. O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan sizi kurtardı."(6)
Allah Teâlâ, Evs ve Hazrec’in müslüman olmadan önce içinde bulundukları durumu ateş çukuruna benzetmektedir. Ateş çukurunun kenarında bulunan kimseler ne ölçüde helak olmaya maruz ise, Evs ve Hazrec kabileleri de öyleydi; birbirine ateş püskürüyorlardı. Birbirine karşı kin ve nefret doluydular. Sanki nefret ateşiyle dolu bir çukurun kenarında bulunuyorlardı. Mahvolacakları, birbirini öldürmek suretiyle tükenecekleri bir sırada Allah, hidayetini lütfedip İslâmiyet sayesinde onları kurtardı ve kardeş haline getirdi. Bu suretle barıştılar ve birbirleriyle kenetlendiler. İslâm’ın birleştirici şemsiyesi altında "Ensar" adıyla, İslâm toplumunun şerefli bir ünitesini oluşturdular.
Hz. Peygamber (S.A.S.)’in hicretten sonra Medine’de gerçekleştirdiği faaliyetlerin başında Muhacirlerle Ensâr’ı kardeşleştirmesi (Muâhât) gelmektedir. Bu suretle yurdundan, yuvasından ayrılarak malını mülkünü terketmiş ve Medine’ye gelmiş olan Muhacirlerin garipliği, mahzunluğu giderilmiş ve maddi-manevi ihtiyaçları karşılanmış oluyordu. Böyle bir faaliyet, aynı zamanda, Muhacirlerle Ensâr’ı birbirine ısındırmak ve neticede tek vücut olarak kenetlenmelerini sağlamak amacına yönelik idi. Medinelilerin fedakârlığı o derece ileri gitti ki, hurmalıklarının Muhacir kardeşleriyle paylaştırılmasını bile teklif ettiler. Ancak Hz. Peygamber (S.A.S.) bunu uygun görmedi; beraber çalışmak suretiyle mahsule ortak olmalarını kararlaştırdı. Bu kardeşlik daha sonra genişleyerek, İslâm dünyasındaki tüm mü’minleri içine alan genel İslâm kardeşliğine dönüştü.
Hz. Peygamber (S.A.S.), kardeşlik müessesesini oluşturmakla yetinmedi; birliği bozucu davranışları da yasakladı. Bu yasakların başında kan davaları gelmektedir. Kardeşi kardeşe düşüren gıybet, yalan, kin, nefret, haset... gibi kötü huyları yasakladı. Öte yandan, hasta ziyareti, selamlaşma, davete icabet, cenazeyi uğurlamak, haksızlığa uğrayana yardım etmek, komşu haklarına riayet... gibi kardeşliği güçlendiren sosyal ilişkileri geliştirdi. Yardımlaşma müessesesi son derece mükemmel bir surette işletildi. Bunlar ilk bakışta günübirlik tedbirler gibi görünmekle birlikte sonuçları bakımından son derece olumlu, önemli ve kalıcı tesir bırakan hususlardır.
Böylece kan, dil, cins ve ülke gibi özelliklerin üzerinde, İslâmiyet etrafında birleşmiş yeni bir toplum doğmuş oldu. Bu toplumun temel özelliği, doğumla veya başka bir zorunlulukla değil, inançla ve şahsın kendi isteğiyle bir araya gelmiş olmasıdır.
Hz. Peygamber (S.A.S.) İslâm kardeşliğine dayalı bir toplum oluşturmayı ne ile başarmıştır? O, bunu malla, parayla veya zorla değil, iman gücüyle gerçekleştirmiştir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Allah onların kalplerini birleştirdi. Sen yeryüzünde bulunan herşeyi harcasaydın onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı."(7) Dolayısıyla ilk İslâm toplumu menfaatin ve kılıç zorunun bir araya getirdiği insanlardan değil, Allah’a imanın, Re-sulullah’a bağlılığın ve İslâm kardeşliğinin birleştirdiği kimselerden oluşuyordu. Zira bir menfaat üzerinde birleşmiş veya zorla bir araya getirilmiş bir topluluk başarıya ulaşamaz ve kısa zamanda dağılmaya mahkum olur. İlk İslâm toplumu o kadar zengin değildi; fakat ihlasla, samimiyetle birbirine bağlıydı ve mükemmel bir şekilde dayanışma içinde idi. İşte bu kardeşlik ve dayanışma ruhu ile Arap Yarımadasındaki putperestliğin kökü kazındı. Otuz yıl gibi kısa bir süre içinde tüm Arap Yarımadasının, Irak, Suriye, Iran, Horasan, Mısır ve Kuzey Afrika’nın fethi gerçekleştirildi. Bir başka ifadeyle tarihin akışı değişti. İslâm Medeniyetinin temelleri atıldı.
İslâmiyet, insanların gerçek yeteneklerinin ortaya çıkmasına engel olan kast, sınıf ve aristokrasi gibi hazır statüleri reddetmiştir. İslâm’a göre "Verilen" ya da "doğuştan geldiği kabul edilen" statüler değil, çalışmakla kazanılan ve ehliyete dayanan statüler önemlidir.(8) Şüphesiz, kişisel bir gayret sonucu belli bir noktaya gelebilmek, bir potansiyel eşitliğini gerekli kılar. Niceliğe değil, niteliğe bağlı bir eşitlik yolunun açılması son derece önemlidir. İslâm bunun için gerekli önlemleri almıştır. Bu bakımdan İslâm’da görevleri ehline vermek esastır. Hz. Peygamber (S.A.S.) bunun uygulamasını en güzel bir şekilde göstermiştir. Azatlısı Zeyd b. Hârise’yi ve onun oğlu Üsâme’yi içinde sahâbîlerin ileri gelenlerinin bulunduğu ordulara komutan tayin etmiştir. Bir başka azatlı Ammar b. Yâsir de Hz. Ömer tarafından Küfe valiliğine atanmıştır.
Burada şu hususu belirtmekte fayda görüyoruz: İslâmiyet kabile-ciliği yasaklayıp, kabile dayanışması yerine İslâm dayanışmasını ve kardeşliğini getirirken, kabilenin varlığını inkar etmiş veya tamamen ortadan kaldırmış değildir. Hatta Hz. Peygamber (S.A.S.) döneminde ve daha sonraki devirlerde, özellikle askeri alanda, kabile yapısından istifade bile edilmiştir. Hz. Peygamber (S.A.S.) 9. hicri yılda kabileleri adına Medine’ye gelen heyetleri kabul etmiştir. İlk karşılaştığı kimselere, tanışmak maksadıyla, hangi kabileden olduklarını sormuştur. Nitekim Kur’an-ı Kerimde "Birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık."(9) buyurularak kabilelere ayrılmanın hikmeti ve sebebi açıklanmıştır. Şu kadar var ki, bir kabileye mensubiyet, üstünlük sebebi olmaktan çıkartılmıştır. Kur’an-ı Kerim de "Allah yanında en değerli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır."(10) buyrul-muştur.
Görüldüğü gibi yirminci yüzyılda kendilerini medeni kabul eden ülkelerce dilden düşürülmeyen, ancak bir türlü uygulama alanına konulamayan eşitlik ve kardeşlik ilkeleri İslâm’da yapmacık olarak değil, ihlas ve samimiyetle kabul edilmiş ve uygulanmıştır. Camide namaz kılan iki müslümandan birinin siyah, ötekinin beyaz olması gayet doğaldır. Beyaz müslüman siyah müslümanın yanıbaşında namaz kılmasını yadırgamaz ve bundan en küçük bir rahatsızlık hissetmez. Bütün insanların atası Adem (A.S.) olduğuna göre cinslerin farklı oluşu öze taalluk eden bir durum değildir. Nitekim Mekke’nin fethinde Hz. Peygamber (S.A.S.) Kabenin damına ezan okuması için azatlı bir köle olan Bilal’ı çıkarmıştır. Bazı Mekkeliler bunu yadırgadılar. Onlara göre Bilal gibi Habeşli azatlı bir köle Kabe gibi mukaddes bir binanın damına nasıl çıkardı? Henüz o sırada İslâm’ı kabul etmemiş olan Süheyl b.Amr, Allah’ın buna öfkeleneceğini bile düşünmüştü.(11) Halbuki Bilal ’in Kabe damına çıkarılışı insanın rengi ile ve eski statüsü ile değil, imanıyla, aklıyla, zihniyle, ihlasıyla ve ahlakıyla mukaddes olduğunu ilandan ibaretti.
Sonuç olarak, İslâm toplumu nasıl ki ilk teşekkülünde İslâm kardeşliği ile oluşmuş ve hamuru İslâm kardeşliği mayası ile yoğrulmuş ise müslümanlar kıyamete kadar her yerde ve her zaman bu ruha muhtaçtırlar. Bu ruhla ayakta durabilecek, kişilik ve benliklerini koruyabileceklerdir. Bu bakımdan aramızdaki küçük kusurları bağışlamalı, kardeşlik havasını bozucu her türlü davranıştan uzak durmalıyız.

(1) Hucurât Sûresi, 10.
(2) Ibn Habib, Muhabber, tahkik: £ Lichten Stadter, Haydarâbâd 1943, s.70.
(3) Ibn Sa’d, Tabakât, Beyrut 1985, III, 9, 44, 293, 410.
(4) Ibn Habib, Muhabber, s.70-71.
(5) Ibn Hişam, Sîre, tahkik: Mustafa es-Sakkâ ve arkadaşları, Kahire 1955,1, 429.
(6) Al-i Imran Sûresi, 103.
(7) Eni’âl Sûresi, 63.
(8) Mustafa Aydın, İlk Dönem İslâm Toplumunun Şekillenişi, İstanbul 1991, s.246
(9) Hucurât Sûresi, 13.
(10) Hucurât Sûresi, 13.
(11) Vâkıdî, Meğâzî, tahkik: M. Jones, II, 846.