Makale

İslam'da Cihad, Gaza ve Fetih Ruhu

İslam’da/ Cİhad,
Gaza ve Fetih Ruhu

Prof. Dr. Bekir Karlığa
M. Ü. ilahiyat Fakültesi

İslâm, gerek kendinden önce Arap toplumu tarafından kullanılan bazı terimleri, gerekse ortak tevhîd kaynağından beslendiğini kabul ettiği dinî ve kültürel kavramları aynıyla kullanmayı sürdürürse de, kendine özgü kavramlar üretmeye de ayrı bir önem verir. Böylece alışılagelen ve çoğu zaman yanlış kullanımlar sonucu eskiyip pörsü- yen kavramların yerine, kendi sisteminin bütünlüğünü yansıtan yeni ve yıpranmamış kavramlar geliştirmeyi tercih eder.
Zaten bir kültürün zenginliği ve farklı bir uygarlık kurabilme yeteneği de sahip bulunduğu kavramsal yapı ile yakından ilişkilidir.
Bu nedenle İslâm, yabancı ülkelere saldırarak, vatandaşlarını öldürmeyi, topraklarını istilâ etmeyi, yer altı ve yer üstü zenginliklerine el koyup sömürmeyi amaçlayan klâsik savaş anlayışını ifade etmek üzere "Harb", "Kıtâl" ve "Ma’reke" terimlerini kullanırken, özünde insanın özgürleştirilmesini amaçlayan ve mecbur kalmadıkça zora başvurmayı hoş karşılamayan, çoğunluğu savunma amaçlı İslâmî girişimleri de "Cihâd", "Gazâ" ve "Fetih" kavramlarıyla ifade etmeyi yeğler.
İslâm’da, cihâd teriminin farklı anlamları bulunmaktadır. Kelime olarak cihâd, çaba, cehd, gayret, sınama, yıpranma, sütün yağını alma, yemeğe istek duyma gibi anlamlara gelir. Düşmanlarla savaşta var olan gücün kullanılması ve çabanın harcanması nedeniyle bu kelime savaş manasını da içermektedir.
Bu değişik anlamlar dikkate alındığında Cihâd’ın dört farklı boyutundan söz edebiliriz:
1- Savaş ve müdâfaa boyutu: Genellikle "Cihâd" "Gazâ-" ve "Harb" terimleriyle ifade edilir. Nitekim Cihâd kelimesi ve türevleri Kur’ân-ı Ke- rîm’de yaklaşık 34 kez tekrarlandığı hâlde sadece dört âyet-i kerîme’de (Tevbe, 4i, 73;
Tahrîm, 9; Furkân, 52) doğrudan savaş anlamı kastedilmiştir.
Ne var ki cihâd ile ilgili âyetlerin çoğu, genellikle savaş konuları içerisinde vârit olduğundan hep bu anlamı ön plâna çıkmıştır.
Hadislerde ise daha çok pratik nedenlerle cihadın savaş ve müdafaa boyutunun üzerinde fazlasıyla durulduğu görülür. Nitekim sahih hadis kitaplarında "Kitâbü’l-Cihad" ve "Kitâbü’s-Si- yeri ve’l-Mağazi" başlıkları altında toplanan bölümler geniş yer tutmaktadır.
2- Psikolojik boyutu: İslâm düşünürleri ve özellikle sufîler cihâdın ruhî ve manevî boyutunu ifade etmek üzere aynı kökten türetilmiş olan "Mücâhede" terimine ayrı bir önem atfederler ve bunu da üç farklı kategoride ele alırlar: Düşmanla mücâhedeye, "Cihâd"; şeytân ile mücâhedeye "Takvâ"; nefis ile mücâhedeye de "Riyâzat" adını verirler. Kur’ân-ı Kerîm’deki on âyet (Hacc, 78 ; Tevbe, 24, 88; Bakara, 218; Âl-i imrân, 143; Hu- curât, 15; Mâide, 35, 95; Ankebût, 6; Mümtahi- ne, 1) bu bağlamda değerlendirilmektedir.
Cihâdın psikolojik boyutuyla ilgili olarak birçok hadis bulunmaktadır. Biz bunlardan bir kaçını zikredebiliriz: Temel kaynaklarda yer almamakla beraber Uhud savaşından dönen Hz. Peygamberin; "küçük cihâddan büyük cihâda döndük" buyurduğu bildirilir. Kezâ "mücâhid, kendi nefsiyle cihâd edendir" buyurmuştur. (Tirmizî, Sünen, Kitâbu Fadâili’l-Cihâd, 2; Ahmed ibn Hanbel, el- Müsned, VI, 20-22)
3- Entelektüel boyutu: İslâm düşün- . ce ve hukuk literatüründe cihadın entelektüel boyutu "İctihâd" ve "Tefekkür" terimleriyle ifade edilir. Bu anlamda ictihâd: Meşakkatli ve külfetli bir şeyi elde etmek için olanca gücü harcamak demektir. Nitekim İslâm hukukçuları "İctihâd" terimini şöyle tanımlamaktadırlar: ikinci dereceden zanna dayalı konularda dinin hükmünü, açık delillerinden çıkarabilmek amacıyla fakîhin olanca gücünü harcamasıdır. Yani gerek dinî konularda, gerekse din dışı konularda Müslüman bilim adamının, sahip bulunduğu bütün entelektüel birikimlerini kullanarak görüş ortaya koymasıdır. Söz gelimi Tevbe Suresi (âyet, 122) bu mânâda kullanılmaktadır.
Cihâdın entellektüel boyutu (ictihâd) ile ilgili olarak, düşünmeyi, araştırmayı, dinde derin bilgi sahibi olmayı (tefakkuh) ve din dışı alanlarda bilgi edinmeyi teşvîk eden pek çok hadîs bulunmaktadır.
4- Sosyal boyutu: Çevreye hizmet ve haksızlıklarla mücâdeledir. Bu mânâda kelime, yakın çevrede bulunan insanlara hizmet etmek ve haksızlıklarla mücadele edip engel olmak anlamına gelir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de yedi ayrı âyette (Mâide, 54; Tevbe, 19; Enfâl, 72; Nahl, 110; Ankebût, 6, 8; Lokman, 15) bu manada kullanılmıştır.
Bu bağlamda pek çok hadis vardır. Bunlardan farklı boyutlardaki üş hadisi burada zikretmek istiyoruz:
"Resûlullah, cihâda gitmek isteyen birisine; annen baban sağ mı? diye sormuş, onun evet demesi üzerine: Sen, onlar için cihâd et (onlara hizmet et) demiştir." (Buhârî, Sahîh, Kitâbu’l-Cİ- hâd, 1 38; Müslim, Sahîh, Kitâbu’l-birr, 5; Dâri- mî, Sünen, Kitâbu’l-Cihâd, 31; Neseî, Sünen, Ki- tâbu’l-Cihâd, 5)
Keza: "Dullar ve miskinler için çalışan kişi, Allah yolunda cihâd eden kişiler gibidir" buyurmuştur. (Buhârî, Sahîh, Kitâbu’n-nefekât, 1;
Müslim, Sahîh, Kitâbu’z-zühd, 41; Tirmizî, Sünen, Kitâbu’l-birr, 44; Nesaî, Sünen, Kitâbu’z-ze- kât, 78)
Ayrıca: "Zâlim bir yöneticiye karşı hak (veya adâletli) bir söz söylemenin en değerli cihâd" olduğunu bildirmiştir.
Bu açıklamalar ışığında görülüyor ki: Kur’an-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber’in Sünnetinde cihâd kavramının, savaştan çok sosyal, psikoljik, entelektüel ve İnsanî boyutu ön plâna çıkarılmaktadır.
"Gazâ" ise bir şeyi istemek, talep etmek, kast etmek ve savaşa gitmek anlamlarına gelir. Hadislerde sıkça geçen ve övülen bu kelime daha çok "Allah yolunda savaş" anlamına kullanılmaktadır.
Başlangıçta savunma amaçlı savaşa "Cihâd", uzaktaki diyarlarda İslâm’ın egemenliğini sağlama amacıyla yapılan savaşlara da "Gazâ" tabiri kullanılırken, daha sonra bu iki terimin eş anlamlı olarak kullanıldığı görülmektedir. Gâzî: Allah yolunda savaşan kişidir. Kur’ân-ı Kerîm’de çoğul olarak "el-Guzzât" şeklinde iki kez (Al-i imrân, 156; et-Tevbe, 52) geçen bu kelime, daha çok şeref unvanı olarak kullanılmıştır. "Alp" veya "Alperen" teriminin de "Gâzî" anlamına geldiği sanılmaktadır. Selçuklulardan başlayarak Anadolu Beyliklerinde ve Osmanlılar’da bu unvan çok önem ifade ediyordu. Özellikle Anadolu’nun İslâmlaşmasında "Ahîyân-ı Rum", "Bâcıyân-ı Rum" ile birlikte "Gâziyân-ı Rum"un da büyük hizmetleri görülmüştür.
"Fetih" kavramına gelince, kapalı bir şeyi açma, yol gösterme, hüküm verme, yardım, imdat ve zafer anlamlarına gelir. Fethin biri maddî, diğeri manevî olmak üzere iki boyutu vardır. Kapı açma, ülkeler fethetme gibi "maddî fetihlerin yanı sıra, gönüllerin fethi, gam ve kederin ortadan kaldırılması gibi "manevî fetihlerden söz edilmektedir.
İslâm’da, "cihâd", "gazâ" ve "fetih"in ana amacı, ne toprak elde etmek, ne insanları zorla Müslümanlaştırmak, ne de başkaları üzerinde hegemonya kurmaya çalışmaktır. Asıl gaye; "i’lây-ı kelimetullah"tır. Yani Allah’ın sözünün ve buyruğunu üstün kılınmasıdır. Nitekim Hz. Pey- gamber’e: "Kim Allah yolundadır? Ganîmet elde etmek için savaşan mı? Şöhret peşinde koşan mı? Yoksa kabîle dayanışması içinde bulunan mı? Diye sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: Bunlardan hiçbirisi Allah yolunda değildir. Sadece "i’lây-ı kelimâtullah" (Allah’ın sözünün yüceltilmesi) için savaşan Allah yolundadır." (Buhârî, Sahîh, Kitâbu’l-Cihâd, 15)
Fethin asıl amacının insanları kılıç zoruyla Müslüman kılmak olduğu yönündeki Batılı yazarların iddiasının gerçekle ilgisi bulunmadığı gibi, İslâm fetihlerinin ganîmet elde etmek için yapılan bir talan olduğu iddiası da yalan ve kasıtlıdır.
Gerçek fetih, gönüllerin fethidir. Nitekim hicretin 6. yılında (Miladî, 628) Mekkelilerle yapılan Hudeybiye barış anlaşması Müslümanlar için ağır şartlar içerdiğinden Ashâb’ın büyük bir bölümü tarafından tepkiyle karşılanmış ve infiale kapılanlar olmuştu. Ne var ki savaşla elde edilemeyecek birçok şeyin barışla elde edileceğini pek iyi bilen Hz. Peygamber, ağır şartlarına rağmen söz konusu muahedeyi imzalamaktan kaçınmamıştı. Bunun üzerine ünlü Fetih Suresi’nin ilk âyetleri nazil olmuş ve: "Doğrusu Biz, sana apaçık bir fetih ihsân ettik" (el-Feth, 1) buyurularak yapılan antlaşma tasvip edilmiş ve "feth-i mü- bîn" olarak nitelendirilmişti. Bu antlaşma ile, Mekke’nin fethinden önce Mekke’lilerin gönlü fethedilmiş çok kısa bir süre sonra da "feth-i mü- bin" gerçekleşmişti.