Makale

MİLLETLERİN KOLLEKTİF HAFIZASI TARİH

MİLLETLERİN KOLLEKTİF HAFIZASI TARİH

Dr. Emin Işık
M. Ü. İlahiyat Fakültesi

Millet olmamızda tarihî değerlerin yeri ve önemi inkâr edilemez. Denilebilir ki, millet varlığı, vatan denilen coğrafya tarlasında tarih süreçlerinden geçerek yetişen bir bahçedir. Din, bu bahçeyi sulayan ve onun yeşerip gelişmesini sağlayan temel rahmet unsurudur. Başta dil olmak üzere, gelenekler, örf ve âdetler diğer kültür ve medeniyet eserleri, bu bahçenin îmar ve ihyası uğrunda verilmiş hizmetlerdir. Hepsi önemlidir ve tahmin edilemez ölçüde değerlidir.
Hiç şüphesiz Kur’an bir din kitabıdır. Ancak o kitap bize dinle ilgili bilgileri ve yapmamız gereken görevleri sunarken, birtakım kuru talimatlar şeklinde şunları yapacaksınız, şunları da yapmayacaksınız diyerek bir liste halinde sunmuyor. "Sizden öncekilere şunu emrettik, şöyle yapmalarını istedik, onlar peygamberlerini dinlemediler, iyilik ve doğruluk yolundan saptılar, birbirlerine zulüm ve haksızlık yaptılar, sonuçta kendi azgınlıkları ve taşkınlıkları yüzünden birbirlerine düştüler ve parçalanıp yok oldular" şeklinde, uzun ve ibretli misaller getirerek bizi önce inandırmaya ve ikna etmeye çalışıyor. Rabbimiz, bizden istediklerini, inanmış bir gönülle severek ve isteyerek yerine getirmemizi istiyor.
Yine Kur’an, bize uzak ve yakın tarihten bir takım örnekler sunuyor: Âdem aleyhisselâmın tövbesinden, Nuh, Hûd, İbrahim, Musa, Zekeriyya, İsa gibi peygamberlerin duâlarından, insanları ikna yolunda verdikleri mücadelelerden ve bu yüzden uğradıkları sıkıntılardan çok çarpıcı misaller getiriyor. İçimizde derin ve engin bir din kültürü ile köklü bir tarih şuurunun meydana gelmesini sağlıyor. Gerek Allah’a karşı, gerek birbirimize karşı yerine getirmemiz gereken kuralların, ne kadar kadim ve köklü ilkeler olduğunu vurguluyor. Bu ilkelerin birer tabiat kanunu gibi şaşmaz ve eskimez sağlam ilkeler olduğunu bilmemizi ve onlara güvenmemizi sağlıyor. Bir çok âyette bize şu tarz uyarılarda bulunuyor: " Yer yüzünde gezip dolaşın, sonra da görün bakalım hakikatleri inkâr edenlerin âkıbetleri nasıl olmuştur?"(Enâm, 11), Kanunları çiğneyen ve suç işlemekten korkmayan o kavimlerin, nasıl helâk olup gittiklerini "gezin de görün!"(Neml, 69).
Bu uyarılarda âhiret hayatındaki cehennem azabından söz edilmiyor. Toplumun kanun ve kurallarına uymayan, millet olmanın kendilerine yüklediği sorumlulukları ve görevleri yerine getirmeyen kavimlerin, tarih sahnesinden nasıl silinip gittiklerini görmemizi ve onlardan ibret alarak, bizi millet yapan değerlere sıkı sıkıya sarılmamızı vurguluyor.
Bizi millet yapan, yani öteki milletlerden farklı kılan şey, kendimize mahsus olan dilimiz, tarihimiz, dinimiz, geleneklerimiz, mimarîmiz, musikîmiz, folklorumuz, yemek çeşitlerimizden eğlence anlayışımıza kadar her türlü özelliğimizdir. Biz millet olarak bunları tek tek ya da toptan kaybettiğimiz zaman Türklüğümüzü de kaybederiz. Nitekim başka diyarlara gitmiş ve başka kültürlerin içinde dillerini ve geleneklerini kaybetmiş , sonuçta o milletten olmuş çok sayıda Türk boyları ve oymakları vardır: Rus Çarlarının hizmetine girmiş ve belli bir süre sonra Ruslaşmış Türk ve Tatar oymaklarının beş yüzden fazla olduğu tespit edilmiştir. Üstelik bunların çoğunun aile soyadları Mehmedof, Ahmedof ve Muradof gibi İslâmî döneme âittir. Halep ve Şam’dan Yemen’e, Mısır’dan Fas’a kadar pek çok Arap şehirlerinde kökeni Türk olan, fakat artık şimdi, "Benim de büyük annem Türk imiş, benim de büyük dedem Konyalıymış" diyen pek çok insanla karşılaşırsınız.
Önce dil unutulur, arkasından şarkılar, türküler, ninniler ve mâniler unutulur, ondan sonra da töre ve gelenekler unutulur ve topyekün kültür değerleri ile birlikte milliyet,yani Türklük kaybolur gider.
Yirminci asır, milletlerin kimliklerini arama, ya da kendilerine kimlik arama çağı olduğu söyleniyor. Bu tespit doğrudur. Ancak milletler kendilerine kimlik ararken, başka bir şey daha yapıyorlar: Kendi ülkelerinde yaşayan azınlıkların tarih ve kültür miraslarını ortadan kaldırmak ve yok etmek suretiyle o azınlıkları asimile etmek de istiyorlar. Balkanlarda ve özellikle Bulgaristan’da Karpatlar’da göçe zorlanarak, yerinden yurdundan edilmiş pek çok Türk köyünün mezar taşlan üzerindeki Türk isimlerini kazıyıp, üstüne Bulgar adları yazılmıştır. Böylece o köyün öteden beri bir Bulgar köyü olduğu gûya tescil edilmiş olacaktır. Daha dün denilecek yetmiş seksen sene önce kaybettiğimiz Balkanlarda yirmi bin kadar olan mîmarî eserlerimizden günümüze ancak beş bin kadarı gelebilmiştir. Bu eserler, eskiyip de kendiliğinden yıkılmış değil, pek çoğu devlet eliyle ve bir kültür ve tarih mirasının imhası kastıyla yıkılmış eserlerdir. Ohri meydanındaki Kasım Paşa Camii gibi. Dünyada bir eşi daha bulunmayan Mostar Köprüsü ve Mekke Kalesi gibi.
Tarihin korunması demek, yalnızca tarih kitaplarında yazılı olması ve o bilgilerin ezbere bilinmesi demek değildir, daha ziyade tarih eserlerinin ve mirasının ayakta tutulması ve korunması demektir. Bir insan için hafıza ne kadar önemli ise bir millet için de tarih o kadar önemlidir. Tarihi yok ettiğiniz, ya da unutturduğunuz zaman milleti de yok etmiş olursunuz. Tarih bir milletin millet olmasının temel şartlarından biridir. Köklü bir geçmişe sahip olmayan ve tarihte kayda değer başarıları bulunmayan toplumlar, bunun eksikliğini hep hissettikleri için daima köklü tarihe sahip olan milletleri kıskanırlar. Ve o kıskançlık yüzünden isterler ki, öbürleri de kendileri gibi tarih fakiri ve yetimi olsunlar. Kenya Müslümanlarının lideri Ali Süneyda İstanbul’u ziyareti sırasında (1963) bir kıskançlık eseri olarak değil, fakat bir imrenme ve takdir ifadesi olarak şunu söylemişti: "Biz çok az zaman önce Müslüman olduk (I880). Bizim İslâmiyet adına yaptığımız büyük hizmetlerimiz ve iftihar edebileceğimiz eserlerimiz yok. Fakat sizin o kadar çok ki, yalnızca İstanbul’da gördüğüm bu muhteşem camiler bile milletinizin adını ve şanını kıyamete kadar yaşatmaya yeter. Hatta yıkılıp yerle bir olsalar bile, harabeleri dahi yine yeter." demişti. Kuzey Yemen İmamı ( Kralı) da şöyle demişti: "Ben Newyork’a, Paris ve Londra’ya gittim, dünyanın bir çok büyük şehrinde en güzel eserleri ve müzeleri gördüm. Şimdi de Moskova’dan geliyorum. Oradaki mabetleri ve sarayları görünce, içimden hep geçirirdim, bu milletlerin ne güzel ne muhteşem tarihî eserleri var, bizim böyle muhteşem eserlerimiz yoktur, diyerek üzülürdüm. Fakat İstanbul ve Bursa’daki camileri gezip görünce, o karanlık düşüncelerden kurtuldum. Demek ki, bizim onlardan da güzel eserlerimiz varmış, dedim. Sizin atalarınız bu eserleri yapmakla yalnızca Türk milleti olarak sizin onurunuzu kurtarmakla kalmamışlar, bütün Müslüman milletlere iftihar edecekleri bir tarih mirası bırakmışlar." Milli kültür ve medeniyetimizin büyük şairi Yahya Kemal, tarih mirasına sahip çıkmak ve ata yadigârı olan eserleri korumak konusunda çok titiz davranılması gerektiğini şöyle vurguluyordu: " Bir kırık mezar taşını bile emaneti mukaddese gibi korumalıyız. Bunu yapamazsak yalnızca tarihi değil, vatanı da elimizde tutamayız" diyordu. Tarihini ve vatanını kaybeden millet, belki nüfus olarak büsbütün helak olup gitmez, ama mutlaka başka milletlerin ayaklan altında sürünmeye mahkûm olur.
Yeryüzünün en pahalı coğrafyasında, uğruna en çok şehit verilmiş bir vatanında yaşıyoruz. Aslında vatan tarihin ve millî kültürün mührünü taşıyan topraklardır. Bu anlamda biz Anadolu Türkleri, dünya tarihinde hem çok uzun bir geçmişe, hem de millî kimliğini koruma sürekliliğine sahip bir milletiz. Orta Asya’dan getirdiğimiz töremiz ve ırkî özelliklerimiz, bu vatanda İslâm inancıyla yoğrulmuş ve yeniden şekillenmiştir. Burada kendimize mahsus bir kültür ve çok özgün bir medeniyet meydana getirmişiz. "Her büyük medeniyette olduğu gibi, bunda topraklarımıza katılan ve komşu olunan ülkelerin kültürlerinden de bir şeyler almışız. Ancak bu alıntılar söz konusu gerçeği değiştirmez."
Yani, şu veya bu komşu ülkeden bazı unsurların alınmış olması, bu medeniyetin orijinal bir Türk medeniyeti olduğu gerçeğini gölgeleyemez. Birçok camimizde Rum ve Ermeni ustaların emeği de vardır. Bu doğrudur. Fakat Süleymaniye ve Sultanahmet Türk eseridir.
Çünkü ne Selçuklu, ne de Osmanlı döneminde, ne de ondan daha önceki dönemlerde bu tarz ve üslûpta benzerleri olan bir tek Ermeni eseri yoktur.
Millet olmanın şartlarından biri de örf ve âdetlerimizdir. Dilimiz , dinimiz ve tarihimiz gibi onlara da sahip çıkmak mecburiyetindeyiz. Toplum hâlinde yaşamak, bir anlamda millet olarak yaşamak, birtakım geleneklere ve göreneklere bağlı olarak yaşamak demektir. Hayvan toplulukları iç güdüleriyle, insan toplumları da örf ve âdetleriyle birlikte yaşamayı öğrenirler.
Hayvanların tabiata ve topluluğa uyum (intibak) fonksiyonları, insanoğlununkinden daha sağlamdır. Onlar kendilerini koruyacak otomatik mekanizmalara sahiptirler, insanlar bundan yoksun doğarlar. Doğar doğmaz da ana-baba ve başkalarının ihtimamına muhtaç olurlar. Biz toplum halinde yaşamayı ve toplum hâlinde yaşamanın kurallarını başkalarından öğreniriz. Örf ve âdetler dediğimiz bu kuralların pek çoğu, zaten bütün dinlerin, yapılmasında ve uygulanmasında ittifak ettikleri temel ilkelerdir. Meselâ , ana-babaya ve aile büyüklerine saygı, fakire ve hastaya yardım, başkalarını rahatsız etmeme ve onlara zarar vermeme gibi pek çok insanlık görevi, aynı zamanda dinlerin, insan aklının ve toplum geleneklerinin ortak isteği olan güzel davranışlardır.
Gelenekler değişmez kurallar değildir. Ancak bu anlamda değişen şey ilkeler ve onların özündeki şekiller ve yöntemlerdir. Meselâ, ilkel kavimlerde biri hastalandığı zaman yakını hemen büyücüye haber veriyordu, ileri toplum- larda da hastaneye kaldırılıyor. Çünkü o hastaya gerekli yardım ancak böyle yapılabiliyor. Eskiden gelin duvak giyer ata binerdi. Gideceği yer isterse komşu kapısı olsun, mutlaka ata biner, davul zurna ve seğmen eşliğinde köyün çevresinde dolandıktan sonra belli geleneklere göre attan inerdi. Bu tören, gelin olan kızı onurlandırmak ve ona değer vermek demekti. Şimdi gelinler süslü, koşumlu bir ata değil, fakat yine kordela ve çiçeklerle süslenmiş bir arabaya biniyorlar. Görüldüğü gibi burada değişen sadece araçlardır. Maksat gelini onurlandırmak ve sevindirmekse amaçta bir değişme yoktur.
Modern şehir hayatı, örf ve âdetlerin öğretilmesini gerekli kılıyor. Eskiden her şey herkesin gözü önünde ve kontrol altında idi. Herkes hangi şartlarda ne yapacağını, nasıl hareket edeceğini biliyordu. Şimdi göreneğe dayalı kendiliğinden öğrenme çağı sona erdi. Bu hızlı ve yaygın iletişim çağında ne aile, ne de okul, millî kültür ve gelenekler alanında fazla bir şey öğretemiyor. Bu da insanı kendi öz toplumuna yabancı bir kişi durumuna düşürüyor.
Kendi tarihini, dilini, dinî ve ahlâkî değerlerini, örf ve âdetlerini tam olarak bilmeden yetişen nesillerin, nasıl mükemmel bir Türk genci olabileceklerini anlamak mümkün değildir. Bu anlamda eğitim bütün toplumlar için ciddî bir meseledir.
1928 harf inkılâbı üzerine Topkapı Sarayı Müze Müdürü, "Bu harfler artık yasak oldu" diyerek, Hazine-i Evrak adı verilen devlet arşivini, yani altı asırlık Osmanlı devlet belgelerini yakmaya kalkmış, bazıları yakılmasın satılsın, demiş. Bunu haber alan Bulgar elçilik görevlileri, "Aman bu bizim de müşterek tarihimiz, bunları siz bize satın" demişler. Çok cüzî bir fiyata Bulgarlara satılmış.
Bunu bir rastlantı sonucu öğrenen meşhur Hoca Ali Rıza Efendi, doğruca postaneye koşuyor, satışın hemen durdurulması için Reisicumhur hazretlerine, Başvekile ve TBMM Başkanına birer yıldırım telgrafı çekiyor, Gazi Paşa’nın emriyle satış durduruluyor ve olay basına intikal ediyor. "Böyle şey olur mu? Arşiv tarih demektir, tarih satılır mı?" şeklinde yazılar yazılıyor. Gazi Paşa’nın müdahalesiyle satışın durdurulması memnuniyetle karşılanıyor. İşte bu olay üzerine Hamasî Şairimiz Mithat Cemal Kuntay şu dörtlüğü kaleme alıyor:
Bizden iki üç yüz sene evvel uyananlar,
Hâlâ uyuyanlardaki mahiyeti görsün.
Efsanesi kaybolsa kıyamet koparanlar,
Tarihini okkayla satan milleti görsün.
Millî tarihi ve tarih mirasını modernleşmenin önünde engel gibi gören ve göstermek isteyenler bu dörtlüğü ibretle okusunlar. Acaba yeryüzünde bizden başka tarihini bilmeyen ve bilmediği için de hor gören ikinci bir millet kalmış mıdır ?
Millî şairimiz M.Akif de şöyle diyor:
" Ey millet uyan, cehline kurban gidiyorsun !"