Makale

MİLLET KAVRAMI ve TARİH ŞUURU

MİLLET KAVRAMI
ve
TARİH ŞUURU

Prof. Dr. Mustafa Kafalı
A. Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi

"Sıçrayıp ufuk değiştirmek bile ancak bir zemine basarak mümkündür. Bu zemin geçmişimizdir; onunla kuracağımız sağlıklı ilişki geleceğimizi belirleyecektir." (A.Hamdi Tanpınar)

Millet; varolduğu günden itibaren dili, edebiyatı, sanatı ve sanatın her çeşidi (mimarî, musikî) örf ve adetleri, tarihi, inancı, hatta tavır ve hareketleriyle bir muhteva ve karakter kazanır ve millet hâline gelir. Milletler sahip oldukları kültürleriyle var olurlar ve yaşadıkları coğrafyalara göre şekillenirler. Bizim coğrafyamız, deniz coğrafyası olmaktan ziyade kara coğrafyası, step, bozkır, yayla coğrafyasıdır. Dolayısıyla yayla kültürü bizde çok güçlüdür. Bu coğrafya, kültür hayatımızı şekillendirmekte, dilimizdeki kelimeler de bu meyanda çeşitlenmekte ve zenginleşmektedir. Bu ölçülerde bakıldığı zaman aynı dinin mensubu olan milletler dahi düşünce yapısı ve karakter bakımından biribirlerinden farklı olabilmektedirler. Ahmet Yesevî’nin, Di- van-ı Hikmet’inde, Kur’an âyetlerinin ve Hz. Peygamber’in hadislerinin manzum hale getirilişi vardır. Ahmet Yesevî Hikmetinde "eline, diline, beline sahip ol" diyerek bir düstur ortaya koymuş ve bu düstur, erenlerinden Hacı Bektaş Veli tarafından Anadolu’da yaşatılmaya çalışılmıştır. Ancak, oradaki "el" devlet, "bel" vatan ve vatanın hudutları, "dil" de Türk dilidir. Filhakika bir milletin hayatında hangi kültür unsurlarının güçlü olduğunu görmek için onun lügatine bakmak önemli ip uçları verir.
Millet olmak; bir devlete sahip olmak, bir hukuka tâbi olmak ve medenîliktir. Orada hürriyetler ölçüsüz değildir. Küreselleşme bağlamında sıkça ifade edilen dünya vatandaşlığında ise; neyin ve kimin nizamına tâbi olunacağı konusunda bir karmaşa bulunmaktadır. Küreselleşmede nizamsızlık, kontrolden çıkış, kopukluk, hudut tanımayış ve millî hüviyetsizlik vardır. Bunları tanımayan yapıdan müspet netice çıkmaz. Halbuki devlet yapısında, millî yapıda kontrol mekanizmaları yer almaktadır. İlk bakışta sevimli gibi görünen küreselleşme, "kontrol edilemeyen bir güç ve güçlü olanın keyfine tâbi olma" tehlikesini de beraber getirmektedir.
Türk tefekküründe mutlaka bilinmesi lazım gelen çok sade bir felsefe vardır. O da; vatan, millet, devlet üçlemesidir. Devlet karakter olarak babadır, güven kaynağıdır. Vatan anadır, dolayısıyla bütün çocuklarını bağrına basar. Millet ise bu ana ile babanın evladı durumundadır. Bu üç değer birbirinden asla ayrılmaz ve hiçbirisi de feda edilemez.
Millet olarak yaşamanın teminatı, fertlerin mensubu olduğu milletlere karşı duydukları ruhî bağlılık hissi ve millet olma şuurudur. Bu şuurun gevşetilmesi, köreltilmesi ise milletleri izmihlâle götürür.
Millet olma şuurunun inanç boyutu da vardır. Türk milletinde millet olma şuurunu bu kadar yüksek tutan, ona ruh ve mânâ veren, onu güzelleştiren, his dünyasını ona göre meylettiren şüphesiz bu inanç boyutudur. Yakînen tanıdığım bir Türk anasının şu ifadelerini burada kaydetmek, meseleyi vuzuha kavuşturmak hasebiyle önemlidir. Gözlerinden iki damla yaş gelerek "oğul, 16 dal gibi yiğit Çanakkale’ye gitti ve künyeleri geldi..." Yıllar içinde duyduğum sadece bu sözlerdi. Bu, davranışın temelinde "acaba daha fazla konuşur da şehitlerin ruhunu mu- azzeb eder miyim" hassasiyeti vardır. Bu hadiseyi kendisi için bir övünç kaynağı olarak görmediği gibi "onlar vazifelerini yaptılar" demesi, inanç dünyasından kaynaklanan bir hususiyettir.
Tarih Şuuru:
Tarih milletlerin hafızasıdır. Zira, millet hayatı aynen insan hafızası ile mukayese edilecek ölçüdedir. Milletlerin hayatında acı-tatlı pek çok hadise vardır. Yaşanan acı hadiselerden de güven duygusu kazanılır. İnsanın, topluma, kendisine güven duyması çok önemli ve değerlidir. Güven duygusunun zaafa düştüğü dönemlerde ise sosyal çözülmeler başlar. İç ve dış tehlikeler baş gösterir.
Millet hayatımızda ibret dersi alınacak hadiseler olduğu gibi, öyle ihtişamlı hadiseler var dır ki onları bilmek bu mensuplarında hem kendine, hem milletine, hem de devletine karşı büyük bir güven meydana getirir. İşte o güven duygusu "ben bunu tekrar yaparım" hissiyatını verir. Dolayısıyla bu ruh, kimliği meydana getirir, tarih şuuru böyle teşekkül eder.
Tarih şuuru; mensubiyet duygusu, kimlik duygusudur. Bu şuuru, bir başka ifadeyle milletlerin hafızasını canlı tutmak, millî kültürle beslemek gerekir. Millî kültürün içinde dil, din, edebiyat, tarih, manevî değerler, inanç dünyası, örf ve âdetler vardır. Bizde vatan ve millet sevgisi gibi değerler inanç dünyası içindedir. Son derece kuvvetli olan bazı örfler ve âdetlerimizde vardır ki onları yaşatmak gerekir. Mesela bizde aile müessesesi çok sağlamdır, millet hayatının temelini teşkil eder. Bir müsteşrik "Türk toplumuna girdiğiniz zaman kimin kiminle ne derece akraba olduğunu hemen bilirsiniz. Fakat isimlerini bilemezsiniz" der. Akrabalık hem anne, hem de baba tarafındandır. Avrupa dillerinde ise ana tarafı ile akrabalık ifade eden (dayı, teyze v.b.) kelimeler yoktur. Bu kelimeler bize mahsustur. Son asrın başlarında İngiltere, Fransa gibi devletler olmak üzere kanunî anne, kanunî kız kardeş, kanunî erkek kardeş gibi terkipler meydana getirilmiştir. Ancak bunlar kelime değil, izah edici terkipler, dolaylı anlatımlardır. Halbuki bizim binlerce yıllık hayatımızda bu kelimeler vardır, zira büyüklere adlarla hitap edilmez. Binaenaleyh kültürler tamamen milletlerin nevî şahsına münhasırdır, yaşanır ve yaşatılmalıdır.
Filhakika tarih bir tevatür, kuru bir bilgiler yumağı değil, ruh veren bilgidir. Tarih bilgisi vermekle tarih şuuru oluşturduğumuzu söyleyemeyiz. Bir yabancıya tarih bilgisi verir gibi tarih okutmakla da tarih şuuru verilemez. İstanbul’un 1453’te fethedildiğini bilmekle birlikte aslolan, bu fethin manasını bilmektir. 150.000 kişilik bir kuşatma ordusu vardır. Edirne’ye de Avrupa’dan bir baskın sefer olmasın diye 50.000 kişilik bir Osmanlı ordusu konuç- landırılmıştır ve İstanbul bu ordu ile fethedilmiştir. Bu fetihten 20 yıl sonra 1473’te Otluk- beli’nde Akkoyunlu Muharebesinde ise Osmanlı kuvvetleri 70-80 bindir. Akkoyunlu kuvvetleri de bir o kadardır. İşte bu nokta çok mühimdir. Görülüyor ki İstanbul’un fethinde yalnız Osmanlı kuvvetleri değil Anadolu’da bulunan bütün beylikler "feth-i mübin" de bulunmak üzere gelmişlerdir. Bunu bilmez, bu manayı öğretemezseniz, İstanbul’un fethinin ruhunu açığa çıkaramazsınız. Yine İstanbul kuşatmasında, Sultan’ın bizzat mucidi olarak gösterildiği ilk havan topu kullanılmıştır. Devletin Sultan’ı genç ve bilgilidir. Bununla birlikte, 21 yaşındaki Sultan’ın etrafında İlmî bir heyet bulunmaktadır. O İlmî heyet "devletlüm bunun icabatı budur" diyor, işte bu idrakin, meşveretin önemini ortaya koymak lazımdır. Atatürk’ün Büyük Millet Meclisi de bu manada bir meşveret meclisidir. Meşveret, hem dinimizin icabatı, hem de kültürümüzün derinliklerinde vardır.
Mesela 1538 Preveze Deniz Muharebesini anlatırken 600 parçalık Avrupa donanmasına karşı en ufak telefatımızın olmamasını kuru bir kahramanlık olarak anlatmaktan ziyade Osmanlı’nın maneviyatıyla birlikte teknik donanımı ve bilgi üstünlüğü ile açıklamak lazımdır.
Maddî ve manevî inkişaf için milletlerin biribirleri ile kültür alış verişleri modern ilim ve yeni hakikatlere açık olma elzemdir. Ancak, milletin idamesi için de değerlere vukufiyetle, bilgiye ve ilme dayanan millî şuur, tarih şuuru da o kadar elzemdir. Atatürk’ün milletimizin geleceğini emanet ettiği gençliğe bu şuuru vermek ve onları her türlü vasıta ve tedbirlerle beslemek, millî şuuru uyanık tutmak, inkişaf ettirmek müşterek sorumluluklarımızdandır. Dilimiz, dinimiz, tarihimiz ve kültürümüzün bütün kökleriyle barışık olmak ve onları tanımak, hayatımızın temel değerleri haline getirmek, aynı zamanda dünyaya tanıtmak hedefimiz olmalıdır.