Makale

CAHÎLÎYE ARAP TOPLUMUNDA KADIN

CAHÎLÎYE ARAP TOPLUMUNDA KADIN

Doç. Dr. Ramazan Altıntaş*

"Cahiliye Arap Toplumunda Kadın" adını taşıyan bu tebliğimizde cahiliye kavramına açıklık getirdikten sonra, cahiliye toplumunda ve aile hayatında ka­dın sorununu değişik yönleriyle ele alıp tahlil edeceğiz.

A. CAHİLİYE VE CAHİLİYYE ÇAĞI NE DEMEKTİR?

Cahiliye özel bir terim olarak Arapların İslam’dan önceki ya da İslam’ın do­ğuşundan sonra müslümanlığı kabul etmeyenlerin dini ve sosyal hayat telakki­lerini, genel olarak da birey ve toplumların günah ve isyanlarını ifade eden bir nitelendirmedir.

Dilbilim açısından cahiliye kelimesinin semantik anlamı konusunda birçok sıkıntının ortaya çıktığım görüyoruz. Arap dilbilimcilerine göre "cehile" kö­künden gelen cahiliye, ilmin zıddı ve hafif meşreplilik gibi anlamlara gelmekte­dir.1 Isfehani (Ö.502/1108) cehlin belli başlı üç değişik anlamından söz ederken nefsin bilgiden yoksun olması tarzındaki ilk anlamın kelimenin asıl manası ol­duğunu ifade etmiş olsa da2 cahiliye mutlak cehl kelimesinden değil, Allah’ı ve Resulünü bilmemek/ tanımamak anlamından alınmıştır.3 Nitekim Philip K.Hit- ti’nin şu tanımı bunu doğrulamaktadır. Ona göre cahiliye, Arap yarımadasın­da İlâhi kanunların, Allah’tan vahiy alan bir peygamberin ve vahye dayanan bir mukaddes kitabın bulunmadığı devre manasına kullanıla gelmektedir. Çün­kü, yarımadanın güneyinde oturan Araplar tarafından geliştirilmiş kültür ve edebiyatı olan bir cemiyet için hiçbir zaman bilgisizlik ve barbarlık söz konu­su olamaz. ""Demek ki cehil, salt bilgisizlik manasına değil, asıl ma’rifetullab (Allah’ı tanımak) bilgisine ve imanına sahip olmamak anlamına gelmektedir. Bu bağlamda cahiliyenin okur-yazarlıkla bir ilgisi yoktur.

Cahiliyye kelimesi şekil bakımından ism-i mensup olup cahile ait, cahile öz­gü ve cahilce gibi anlamlara gelen cahili ve bunun müennesi olan cahiliyye sı­fat tamlamaları içinde kullanılır. Cahili ve cahiliyye, kelimenin nispet edilişin­den anlaşıldığı gibi, cahillik toplumuna mensup olan kişi anlamına gelir. Kur’- an’da cahiliyye sıfat tamlamaları şeklinde dört yerde geçer ve her biri de cahi­liyye milletine özgü temel vasıf ve şiarlardır. Bunlar, cahiliye zihniyetine ait olan fert ve toplumun Allah’ın gücünü ve kudretini sınırlamayı kastetme ma­nasında zannu’l-cahiliyye, 5 insanlar arasında mutlak adaleti gözetmeyen bir hukuk sistemi anlamında hükmü’l - cahiliyye,6 kadının sosyal hayatta olanca bir tutumla bedenini sergileyerek dişiliğini öne çıkarması teberrucü’l cahiliyye7 ve aklıyla hareket etmeyip hisleriyle hareket eden kimsenin tavrı manasına ha- miyyetü’l-cahiliyye8 tarzında kullanılır.

Cahiliye, Islami olana aykırı olma gibi bir anlam taşımasına rağmen, gerek Kur’an da ve gerekse hadislerde bireysel ve toplumsal cehaletin egemen olduğu İslam’ın doğuşundan önceki döneme ad olmuş ve İslam öncesi dönem cahiliy­ye ve cahiliyye çağı olarak isimlendirilmiştir.

Hadis literatüründen öğrendiğimize göre Hz. Peygamberin ashabı, cahiliye kelimesiyle İslam öncesini kastetmişlerdir. Onlar Müslüman olduktan sonra bu dönemle ilgili hatıralarını, inançlarını, tutum ve davranışlarını anlatırken veya Hz. Peygambere o dönemdeki yaptıkları işlerin İslam’daki hükmünün ne oldu­ğunu sorarlarken bu kelimeyi kullanmayı tercih etmişlerdir.9 İşte biz de evvela bu döneme ait kadının toplum içerisindeki konum ve değerini tahlil ederek sö­ze başlamak istiyoruz.

B. CAHİLİYE TOPLUMUNDA KADININ YERİ

a. Sosyal Hayatta Kadın

Babaerkil (patriarkal) aile düzeninin bütün yönleriyle hakim olduğu bedevi Arap toplumunda kadın, her ne kadar toplumun bir uzvu olarak kabul görme­ se bile, erkeklerden daha hareketli olup, onlardan daha çok çalışırdı. Cahiliye zihniyetinde ailede yemek hazırlamak, develeri sağmak, çocuklara bakmak, yünleri temizleyerek kullanılır hale getirmek, çamaşırları yıkamak, yakacakla­rı temin etmek ve benzeri işler, erkeklerden daha ziyade kadınlara ait bir görev olarak telakki edilirdi.10

Cahiliye Arap toplumunda, yani, sosyal hayatın değişik alanlarında başarı­lı olan, hatta etkinlik, itibar ve nüfuz kurma yönüyle erkeklerden daha ileri bir düzeye yükselebilmiş kadınların varlığı bilinmektedir. İslam’ın doğuşuna yakın olan cahiliyede kimi kadınların yöneticilik yaptığı da bir gerçektir. Mesela, ca­hiliye döneminde uzun yıllar amalika kabilesine mensup olan ez-Zebbâ isimli bir kadın yöneticilik, Lokman kızı Suhr isimli bir kadın ise, ordu komutanlığı yapmışlardır." Hatta İslam tarihine dair ilk dönem tarih kitaplarından öğren­diğimize göre kâhinlik/medyumluk yapan kadınlar vardı ki, kabileler nezdinde kâhinlik yapan kadınların mevki ve değeri yöneticilerden az değildi. Kâhinlik yapan kadınlar, insanların kendi aralarında çözemediği sorunları çözmede yar­gıçlık görevi de yaparlardı.12

Câhiliye Arap toplumunda kadınlar genel olarak iki sınıf teşkil ediyorlardı:

a. Hürler,

b. Cariyeler.

Hür kadınların durumu, cariyelerden çok farklı idi. Bilhassa Mekke, Yesrib (Medine) ve Taif gibi şehirlerin kabile reisi ve aristokrat ailelerin kadınları da­ha imtiyazlı bir konuma sahipti. Bazı soylu/aristokrat reislerin kızları birçok er­kekten etkin bir role sahip olmakla birlikte üstün tutularak değer verilirdi. Me­selâ Beni Adıyy b.Neccâr kadınlarından Ömer kızı Selmâ, Kureyş kadınların­dan Huveylid’in kızı Hatice, Utbe kızı Hind, Alkame kızı Imre, Yesrib (Medi­ne) kadınlarından Ka’b kızı Ümmü Umâre, Hâris kızı Ümmü Hakîm ile Arap şâiresi meşhur Hansa bu büyük yüksek kadınlardan olarak tarihte şöhret bul­muşlardır. 13Ama ne var ki, zengin ve hür kadınların toplum içerisindeki ağır­lığı ve saygınlığı birbirine denk değildi. Hiçbir zaman yoksul hür kadınlar, ge­rek aile içinde ve gerekse çevrelerinde hükmetme ve saygınlık görme bakımın­dan varlıklı hür kadınların derecesine yaklaşamıyorlardı. Bunun başlıca sebe­bi, başta zenginlik olmakla birlikte kabile üyelerinin az olmasından kaynakla­nıyordu. Cahiliye Arap toplumunda varlıklı ve yoğun kabile nüfusuna mensup olan hür kadınlar kendi konumlarını korumada bir ayrıcalığa sahip olmakla birlikte, ailede hükmedici bir pozisyona ve kararma başvurulan bir konuma da sahiptiler. Aynı konum toplum içerisinde de geçerli idi. Dolayısıyla o, aile ve toplumdaki nüfuz ve etkinliğini yukarıda söz konusu ettiğimiz aileyi kuvvetli kılan unsurlardan almaktaydı. Bu sebeple hür kadın, kocasının kendisine iş­kence yapmasına ve ezme girişimine engel olur ve böylece kendisini savunurdu. Geleneksel ve doğal olarak asil aileler kızlarını, şeref ve konum bakımından denk (küfüv) olan asil ailelerin erkekleriyle evlendirirlerdi.14

Cahiliye Arap toplumunda erkek-kadın ilişkileri gelişi güzel bir durum de­ğil, belli ölçü ve kuralların geçerli olduğu bir durum ve yapı arz ediyordu. Bu durum yazılı bir metne dayanmamakla birlikte toplumun vicdanında yer etmiş ve teamül hale gelmiş kurallar ve örfler bütünüydü. Özellikle aile içi ilişkilerde Arap erkekleriyle, kadınları arasında haremlik ve selamlık olmamasına rağ­men, bir erkeğin yabancı birisinin evinde örtüsüz bile olsalar kadınların yanın­da ahlâki bir norm haline gelmiş kurallara aykırı olarak çirkin konuşması, ka­dınlara ve kızlara kötü gözle bakması ev sahibi olan erkeğe bir hakaret sayılır­dı. Kadın-erkek ilişkilerinde iffete bir halel getirilmemek şartıyla yabancı veya yakın ayrımı yapılmadan, asil kadın ve erkeklerin beraber oturmaları sıradan ve olağan olmayan örfler olarak kabul görürdü.15 Gayet doğaldır ki bu durum, toplumsal ve değerler bazındaki değişimlere paralel olarak zaman içerisinde bir takım sosyal değişimleri de kaçınılmaz kılmıştır. Elbette toplumsal hayatta meydana gelen bu sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik değişimlerden kadın-er- kek ilişkileri de nasibini almıştır.

Diğer yandan toplumsal değişimi etkileyen faktörlerin başında, Arapların ticari ilişkilere, göç ve savaş gibi olgulara bağlı olarak başka milletlerle karşı­laşması ve karışması gelmektedir ki, bu durum karşılıklı etkileşimi doğurur. Bütün bu faktörler Arap toplumunda geçerli olan kadın-erkek ilişkilerini etki­ler. Örneğin, daha önce hiçbir sınır olmadan kadın erkek ilişkilerindeki serbest ortam, yerini kadın-erkek ilişkilerinde belli sınırların konmasına ve kayıtlandı- rılmasına bağlı olarak haremlik-selamhk uygulamasına bırakır. Bu değişimle de kalmayan şehirli kadınlar, özellikle büyük ailelerde evlerine hapis olma gibi yeni durumlarla da karşılaşırlar.16 Herhalde bundan maksat, ya aşırı derecede kıskançlık ya da saf Arap ırkını başka ırklara mensup halklarla karışımdan ko­rumak için bir tedbir olarak düşünülmüş olabilir. Çünkü, İslam öncesi Arap toplumunda ırkçılık yaygın bir karakter arz ediyordu. Zaman içerisinde bu ha­remlik-selamhk uygulaması, örf halini alarak varlığını sürdürmeye devam et­miştir.

Çöldeki kadınlara gelince, kadın ister yabancı ve isterse yakın akraba olsun, erkeklerle birlikte çalışmaya, oturmaya ve konuşmaya devam eder. Çünkü çöl çevresinin iyi komşuluk ilişkilerine dayalı şartlan ve tesis edilen insanlar arası güven ortamı, kadın-erkek ilişkilerinde bir ihanete uğrama gibi her türlü şüp­he durumlarını ortadan kaldırıcı bir özelliğe sahiptir. Çöl ve köy ortamlarında kız ve erkek çocuklar birlikte büyürler ve birlikte oynayarak yetişkinlik çağma birlikte adım atarlardı. Bu sebeple de çölde erkekle kadının arasını ayıran ya da sınırlayan haremlik-selamlık gibi bir teamül yok gibiydi.17

Her ne kadar varlıklı hür kadınlar sosyal hayatta söz sahibi olsalar da, ca- hiliye anlayışında kadın mefhumu muğlak bir anlam ifade ediyordu. Yani, ka­dın kimliği tanınmıyordu. Hatta Arap telakkisinde kadın, çoğu defa işi gücü er­kekleri kandıran ve baştan çıkaran potansiyel bir kötülük odağı olarak görü­lürdü. Dahası kadına, hüküm vermede, akıl ve zapt konusunda erkekten aşağı bir konum biçilirdi. Cahiliye Araplarının görüşüne göre herhangi bir konuda kadınların görüşüne başvurmak ahmaklık sayılırdı. Araplarda re’yü’n nisa ifa­desi, görüşte bir isabetsizlik, bir zafiyet ve düşüklük olduğu zaman kullanılır­dı. Bu sebeple cahiliye Arap toplumunda kadının değersizliğini anlatan, "ka­dınlarla istişare ediniz, fakat onlara muhalefet ediniz" ve "işini, kadınların gö­rüşüne dayandıran kimse zelil olmuştur" sözleri18 bir darb-ı mesel haline gel­miştir. Onlara göre kadın, aklıyla değil, sadece duygularıyla hareket eden bir varlıktı, işte bu açıdan genel manada herhangi bir konunun görüşülüp tartışıl­ma zorunluluğu ortaya çıktığı zaman kadının görüşü bir değer ifade etmediği yanılgısından dolayı dikkate alınmazdı. Bundan, yukarıda işaret ettiğimiz gibi hür, asil kadınların durumunu istisna etmek gerekmektedir. Cahiliyede erkeğe, hastalandığı, yaşlandığı, aklının zayıfladığı ve bunadığı zaman "el-fendü" de­nilirdi. Arapça’da el-fendü, görüş ve düşüncede hatalı olmak anlamına gelir. Kadına hiçbir zaman acûzün müfennedetün denmezdi. Çünkü kadının ebedi­yen herhangi bir konuda görüş ileri sürme ya da görüşüne başvurulma gibi bir yetkisi ve salahiyeti yoktu. Diğer bir anlatımla Arapların gözünde kadın, kafa­sı çalışmayan aklı kıt bir yaratık olarak değerlendirilirdi.19

b. Haklar Açısından Cariyelerin Durumu

Cahiliye Arap toplumunda hür kadınlar bir erkek çocuk anası olduktan sonra toplum katında itibar kazanmalarına rağmen, cariyelerin veya gazveler­de esir alınan kadınların hiçbir değeri ve itibarı yoktu. O bir meta muamelesi görürdü. Arap, cariyesiyle dişi devesini bir tutar ve hatta aralarında hiçbir fark da gözetmezdi. Bazıları genç ve güzel cariyelerini toplayarak bunları ticaret ser­mayesi yapmayı şerefsizlik saymadığı gibi, zorla fuhşa sürüklemekten de çekin­mezdi.20 Nitekim münafıkların önderi sayılan Abdullah b.Ubey cariyelerini fuhşa sürükleyerek para kazananlar arasındaydı.21 Ayrıca cariyeler sahibinin emrettiği her işi yapmakla zorunlu olduğu gibi, deve çobanlığından ev hizmet­çiliğine kadar bütün işleri yapmak mecburiyetinde bırakılırdı.22

Cahiliye çağında köle ve câriyelere son derece acımasızca muamele edilirdi. Bir köle veya câriyeye sahibi istediği davranışta bulunabilme özgürlüğüne haiz olmakla birlikte, isterse onu ölünceye kadar döver, elini, kulağını, burnunu ke­ser, gözünü çıkarır ve hatta öldürürdü, bundan dolayı da hiçbir zaman sorum­lu tutulmazdı.23 Zira, cariyeler hakkında teamül haline gelmiş kabile hukuk an­layışı bunu gerektiriyordu.

c. Meslek ve îş Hayatında Kadın

Cahiliye Arap toplumunda her ne kadar ekseri insanların zihniyetinde ka­dın, bir fikri temsil etmiyorsa da, hikmet ve akılla meşhur olan kendilerine de­ğişik konularda danışılan, meslek ve iş hayatında önemli mevkilere sahip ola­bilecek düzeyde müstesna kadınların varlığı da bir gerçektir.

Kadınlar savaşlarda erkeklerle birlikte bulunurdu. Savaşın şiddetlendiği es­nada, icadınlar, erkeklerin cesaret ve gayretini artırmak, yaralıları tedavi etmek ve savaşta susayanlara su taşımak gibi görevleri yerine getirirlerdi.24

Cahiliye Arap toplumunda şair ve şiire büyük değer verilirdi. Bir nevi şair­ler kamuoyunun sözcüsü konumunda sayılır, adeta çağımız medyasının rolünü ve işlevini yüklenmişlerdi. Sadece erkeklerden değil, kadınlardan da şairler var­dı. Mesela, başta Hansâ olmak üzere Harnek, Celile, Kebşe ve Anır b. Ma’di- kerb’in kız kardeşi bu meşhur kadın şairler arasında geliyorlardı. Bunlardan ayrı olarak şiir yazma ve okuma yarışmalarında jüri üyeliği yapan kadın şair­lerin varlığı da bilinmektedir. Örneğin, Divan sahibi Îmriü’l-Kays, şair arka­daşlarıyla hanımına başvurup hakemlik yapmasını isteyince, her iki şairi dinle­yen kadın, kocası Imriü’l-Kays’ın aleyhine karar vermekten çekinmez.25

Cahiliye Arap toplumunda değişik meslek ve iş hayatında önemli çalışma­lar yapan müteşebbis kadınların varlığı da bilinmektedir. Kureyş kabilesinin zenginlerinden ve Mekke’nin ileri gelen sayılı iş adamlarından olan Hz. Hati­ce, Şam gibi zamanının önemli ticaret merkezlerine mal mübadelesinde bulun­mak için kervanlar gönderirdi.26 Ayrıca cahiliye şairlerinden Züheyr, Ka’be’ye asılan bir şiirinde kozmetik ürünler satan ve de pazarlayan kadınların varlığın­dan bahseder.27 Bu kadınlar arasında Menşim isimli kadının kozmetik ürünler satmasından dolayı lâkabı "ıtr-ı Menşim" adıyla darbı mesel haline gelmiştir.28

Diğer taraftan değişik meslekleri icra eden kadınlar da vardır. Bunların ba­şında kuaförlük yapan kadınlar geliyordu. Mekke’de gelinlik kızların başlarını ve saçlarım yapan bugünkü manada kadın kuaförlüğünün karşılığı olarak el- Mâşita19 ve güzellik salonlarında kadınları süsleyen, güzelleştiren ve makyaj ya­pan adına da el-Minkaş demlen sanatkar kadınlar vardı.30

Bütün bu müteşebbis kadınlara ek olarak Mekke’de ekmek fırını olan ve bizzat ekmekçilikle uğraşan el-Havlâ isimli bir kadının da varlığı bilinmekte­dir.31 Verdiğimiz bu örnekler cahiliye Arap toplumunda kadınların değişik iş ve meslek hayatındaki çalışmalarına ışık tutacak nitelikte ve önemde olduğu söy­lenebilir.

C. AİLE HAYATINDA KADIN

1. Cahiliye Arap Kadının Giyim Şekli

insanlık tarihi boyunca giyinme bir ihtiyaç olarak görülmüştür. Kılık ve kı­yafetin şeklini ve biçimini belirlemede yaşanılan ülke ve bölgenin iklim şartla­rı etkili olduğu gibi, toplumların inanç, örf ve gelenekleri de etkili olmuştur. Giyinme güdüsü, insan doğasının/fıtratının bir gereğidir. Ulaşabildiğimiz kay­naklardan edindiğimiz bilgilere göre, cahiliye Arap kadınının giysileri hakkın­da bir takım bilgiler elde ettiğimizi söyleyebiliriz. Bu giysiler arasında şunlar sa­yılabilir:

a. Hımâr (Başörtüsü)

Arapça’da hamr, esasen örtmek anlamına masdar olduğu halde, çiğ üzüm şırasından sertleşmiş ve köpüğünü atmış olan şaraba isim olmuştur; zira şa­rap/içki, aklı bürüyüp örter.32 Yani, asıl anlamı örtmek olan ‘hamr’ sözcüğü, başörtüsü manasına da gelmektedir. Ayette bizzat "humurihinne" kelimesi kullanılmıştır.33 Cahiliye Arap toplumunda kahinler/medyumlar kehanette bu­lundukları sırada başlarını bir örtü ile örttükleri için kendilerine zü’l-hımar (ör­tü sahibi) denilirdi. Ayrıca cahiliye döneminde başörtülü kadınların varlığı bi­linmektedir.34 Kur’an’da, mümine kadınların ilk cahiliye kadınları gibi açılıp saçılmama uyarısında bulunan ayette geçen teberruc35 kavramının yorumunda da cahiliye kadınlarının başörtüsü kullandığı anlaşılmaktadır. İslam’ın erken dönemlerinin ünlü Kur’an yorumcusu Mukâtıl’a (Ö.150/767) göre teberruc, kadının örtüyü başına alıp bağlamadan onu bırakması, gerdanlık, küpe gibi takıların yerlerini, boyun ve boğazını açık bulundurması anlamına gelmekte­dir.36 Demek ki cahiliye kadınları da başörtüsü kullanıyordu. Fakat onlar bu örtüyü, kimi zaman enselerine bağlar, bazen arkalarına bırakır, yakaları önden açılır, ziynetleri (süs eşyaları ve yerleri) görünürdü. Yani onlar halaylık yapar­lardı.37 Cahiliye telakkisinde kadının saçı, dini bir boyutun ötesinde özel bir an­lam ifade ettiği için özenle korunup gözetilmesi gerekiyordu. Bunun sebebini makalemizin ilerleyen bölümlerinde anlatacağız. Elbette cahiliye devrinde örtü­lü kadınlar olduğu gibi örtüsüz kadınlar da vardı.38 Toplum her iki grubun var­lığını da hiçbir zaman yadırgamamıştı. ilk dönemlere ait tarih kitaplarında ör­tülü veya örtüsüz kadınların varlığının toplumda bir rahatsızlık meydana getir­diğine dair açıklayıcı bir bilgiye de sahip değiliz.

b. ed-Dır’ (Entari)

Arapça’da ed-dır’ savaşta, askerlerin vücutlarını korumak için giydikleri çe­lik yelek benzeri demirden yapılmış zırha dendiği gibi,39 insan bedenini soğuk ve sıcağın etkisine karşı koruyan ipek, pamuk ve yünden yapılmış giysilere de ed-dır’ denilmesi, anlam bakımından bir uygunluk oluşturmaktadır.40 Cahiliye Arap şairlerinden Imriü’l-Kays’ın şiirlerinden öğrendiğimize göre ed-dır’ ekse­riya yaşlı kadınların giydiği bir çeşit gömlek ve feracedir ki, bazen genç kızla­rın gidiği de olurdu.41 Yine Imriü’l- Kays’ın sevgilisini tasvir ettiği bir şiirinde

onun giyim olarak entariyi seçtiğini anlıyoruz: "Bu sevgili bugün, yaşını almış kadınların giydikleri ed-dır’ ile küçük kızların giydikleri micvel arasında salın­makta.. " 42 Bir başka cahiliye şairi olan Tarafe, şarkılar okuyarak kendilerini eğlendiren bir kızın uzun gömleği ve safrana boyanmış entarisinden bahseder ki, bu giysinin yeni ve yakası oldukça geniştir.43

Cahiliye Araplarında yaygın âdetlerin en önemlileri arasında kendi ölümle­rinden sonra ağıtçı kadınların nevha yaparak ağıt yakmalarını vasiyet etme ge­leneği gelmektedir. Cahiliye şairi Tarafe’nin ağıtçı bir kadına bu konuda yap­tığı vasiyetinde giysiye de şöyle değindiği görülür. “Ey ma’bed’in kızı, Ben öle­cek olursam, arkamdan sayıp dökeceğin vasıflarımla benim ölümümü herkese duyur ve yakanı yırt! "44 mısralarından da anlaşıldığı gibi, câhiliye kadınları ya­kalı ve cepli elbiseler giyerlerdi.

c. el-İzâr (Etek)

el-îzâr, insan vücudunun belden aşağısını örten giysiye denir ki, câhiliye ça­ğı Arap kadınlarının giysilerinden birisidir. îmriü’l- Kays’ın: "Devar adlı put çevresinde genç kızların siyah ve uzun etekleriyle döndüklerini" söylediği bir şi­irinden45 ve kadınların Kabe’yi tavaf esnasında yırtmaçlı etek giydiklerine dair rivayetlerden46 anlaşıldığına göre câhiliye döneminde değişik kadın giysilerinin varlığı bilinmektedir.

2. Cahiliye Arap Kadınının Takıları ve Süslenme Tarzı

Cahiliye Arap toplumunda özellikle şehirli kadınlar kendilerine bakma, te­mizlik ve süslenme konularında bedevi (göçebe) kadınlardan çok daha yetenek­li, daha duyarlı ve daha itinalı bir tutum sergilerlerdi. Bunun başlıca sebebi, şe­hirli kadının ekonomik gelişmişlik düzeyinin yüksek olmasından ve sosyal çev­renin farklılaşmasından kaynaklanıyordu. Şehirli kadın ziynet konusunda be­devi kadınların bilmediği kıyafetleri, bedenin değişik yerlerine takılan takıları ve her türlü güzellik nesnelerini biliyor ve tanıyordu. Elbette bunda yabancı memleketlerle olan sosyal ve ekonomik ilişkilerin katkısı büyük olmuştur. Alım gücü yüksek Arap sosyetesi, tekstil ve kozmetik ürünleri üreten ülkelerden; kı­yafet, çeşitli takılar ve güzel kokular/kozmetik ürünleri ithal ediyorlardı.47

Geleneksel anlamda Arap kadınının saç modeli, el-akîsa adı taşıyan ve saç­ların bükülerek topuz yapılması biçimiydi. Bazen de saçlar örülerek göğüslerin üzerine sarkıtılırdı.48 Cahiliye dönemi şairlerinden Îmriü’l-Kays, mısralarında o günün kadınlarına özgü saç modellerini şu şekilde tasvir eder: "Öndeki saç tu­tamlan yukarıya doğru kaldırılmıştı ve arkaya doğru olan saçlarının salıveril­miş örülmüş olanlarının içinde de tutam tutam saçlar kayboluyordu. "49 Bu mıs- ralardan kadınların saç modeli tarzları anlaşıldığı gibi başörtüsü takmayan ka­dınların varlığı da anlaşılmaktadır.

Cahiliye Arap telakkisinde kadının saçı çok değerli, övünülecek bir nesne olarak görüldüğü için özenle korunması gerekiyordu. Bu sebeple kadınlar saç bakım ve temizliğine azami derecede itina göstererek dikkat eder, onu güzelce tarar, başına bir felaket gelmedikçe kocasının veya bir yakınının ölümü gibi as­la tıraş etmezdi. Cahiliye örf ve geleneklerine göre kadın, kocası veya çok de­ğerli bir yakını vefat ettiği zaman üzüntüsünü ortaya çıkarmak ve fedakarlığın zirvesinde olduğunu kanıtlamak adına saçlarını el-hâlika adı verilen kadın ku­aförlere tıraş ettirir, sıfırlar, başına toprak saçar, kül dökerdi. Meşhur şaire Hansa bir şiirinde biraz da kadınların saçlarını tıraş ettirmelerini eleştirerek şöyle der: "Ben iki nalinden ve başı tıraş etmekten, sabretmeyi daha hayırlı gördüm. "50

Cahiliyede gereksiz yere kadının başını tıraş ettirmesi, uğursuzluk alametle­rinden sayılırdı. Olağanüstü haller müstesna, mesela, ölüm, savaş gibi bir mu­sibet isabet ettiğ zaman asil bir kadın saçlarını keser, ayağından iki nalinini de çıkararak kafasına vururdu. Aynı zamanda bu durum, kadının başına gelen bir felaketin de ilanı demekti. Yine kabileler savaşta düşmana karşı direnişi sür­dürmek ve zafere ulaşmak istediklerinde cesaret ve kavga gücünü artırmak için kadınlar toplum nezdinde en yüksek itibara haiz olan saçlarını tıraş ettirirler­di.51 Bu durum seçkin aile kadınlarının toplumsal hayatta çok büyük bir sosyal role sahip olduklarını göstermektedir.

3. Güzellik Araçları

Cahiliye Arap toplumunda kadının doğal yapısı gereği dişiliğini ve güzelli­ğini sergilemek için imkan ölçüsünde süslenir ve güzelleşmeye büyük önem ve­rirdi. Özellikle kadınlarda güzelliğini ortaya çıkarma tutkusu doğal ve içgüdü­sel bir devinim olarak görülürdü. Genelde Arap kadını süslenmede halhal, bi­lezik, yüzük, kaşlı yüzük, küpe, kolye gibi belli başlı takılar kullanmayı tercih ederdi. Güzelleşmek için gözlerine sürme çeker, yüzüne krem sürer, el ve ayak­larına kına yakar ve saçlarını parlak görünmesi için yağlardı. Hatta güzelleşme uğruna vücudunun değişik bölgelerine bitkisel motifleri canlandırıcı döğmeler de yaptırmayı ihmal etmezdi.52 Yaptığımız araştırmalardan elde ettiğimiz bilgi­lere göre Arap kadınının güzelleşmede kullandığı güzellik araçlarının başlıcala- rı şunlardır:

a. Tarak

Gerek erkek ve gerekse kadınlar tarafından, câhiliyede de kadim bir güzel­leşme aracı olan tarak, saçları taramada kullanılan güzellik araçlarından birisi olarak büyük ilgi görürdü. Bir güzelleşme aracı olan tarak, şair Abdurrahman

b. Hassan’ın bir şiirinde şöyle geçer: "Sizden zengin olan kimseden birisine ih­tiyacım. yok/ Kel olan adamın tarağa ihtiyacı olmadığı gibi..1,53

Câhiliyede Arap toplumunda gelinlerin saçlarını yapan sanatkâr kuaför ka­dınlara el-mâşita ismi verilirdi ki bu isim tarak anlamına gelen ‘el-mışt’ kelime­sinden türemiştir. Bir güzelleşme âleti ve vasıtası olan tarak, altın ve gümüş gi­bi çeşitli madenlerden yapıldığı gibi fildişinden de yapıldığı olurdu.54

Erkek ve kadınlar, fiziki açıdan estetik görünümlerine itina göstermekten zevk duyarlardı. Örneğin kadınlar, saçlarının bakım ve temizliği için sabun ve şampuan gibi toprak ve bitki cinsinden güzel kokulu değişik maddeler kullanır ve saçlarını yıkadıktan sonra yağlayarak tarakla da tararlardı.55

b. Cımbız

Cahiliye Arap kadım fiziki güzelliğini teşhir etmede bir engel olarak gördü­ğü yüzündeki kılları yolmada ve kaşlarını inceltmede cımbız adı verilen bugün de herkesin bildiği bu âleti kullanırdı. Kadının yaptığı veya kadına yapılan bu faaliyete minkâşltk denilirdi. Mekke’de bizatihi bu işi yapmayı meslek olarak seçen sanatkâr kadınlar vardı. Bir çeşit güzellik salonları diyebileceğimiz me­kanları işleten sanatkâr ruhlu bu kadınlara başvuran kadın ve kızlara, güzelleş­tirilmek için makyaj yapılır ve fiziki güzelliğini ön plâna çıkarıcı bir takım mi­ni estetik operasyonlardan geçirilirdi. Kadınları güzelleştiren bu sanatkâr ka­dınlara câhiliye Arap toplumunda el-minkâş sıfatından ayrı olarak en-nâmisa adı da verilirdi.56

c. Makas

Güzelleştirme ve süslemede kullanılan araçlarından bir diğeri de makastır. Makasla saçlar istenirse tamamen kesilir, istenirse kısaltılırdı. Yerine göre saç­lar bükülerek perma da yapılırdı. Mekke’de bu işleri yapan ve kendilerine mes­lek edinen kadınların varlığı bilinmektedir.57

d. Misvâk (Diş fırçası)

Câhiliyede kadınlar başta güzelleşme ve süslenmenin bir tamamlayıcısı ol­mak üzere diş temizliğine ve bakımına büyük önem verirlerdi. Güzelleşmek uğ­runa ön ve azı dişlerinin arasını açtırarak seyrekleştirirler, diğer yandan dişle­rinin beyaz görünmesine ek olarak diş etlerine döğme de yaptırırlardı. Onlar bugünkü manada olmasa da diş fırçası yerine güzel kokan ağaçların dalların­dan yapılan ve adına da misvâk denilen bir nesne kullanırlardı. Böylece bu âlet­le dişlerini hem temiz tutarlar ve hem de beyazlatmış olurlardı.58

e. Bedene Döğme Yaptırmak

Cahiliye kadınlarının güzelleşmede başvurdukları uygulamalar arasında be­denin değişik bölgelerine döğme yaptırmak âdeti geliyordu. Bu, süslenme amaçlı olduğu gibi halk arasında göz değmesi olarak bilinen nazara karşı bir önlem olarak da benimsenmişti. Döğme şöyle yapılırdı: insan bedeninin her­hangi bir organına ya da bölgesine kan akıncaya kadar iğne batırılır. iğne ba- tırılarak açılan bu deliklerin içerisi sürme ve çivit gibi renklendirici unsurlarla doldurulurdu. Bu operasyonun neticesinde organ mavi ve yeşilimsi bir görü­nüm kazanırdı.59 Böylece döğme yaptırmak süslenmeyi tamamlamada bir kat­kı oluştururdu, insan vücudunda yer alan bu nakışlar hayvan, bitki, insan su­reti ve kadın dudağı gibi biçim ve şekillerden oluşurdu.60

Özetle câhiliyede Arap kadını süslenmeyi yaşamının vazgeçilmez bir parça­sı olarak görür ve buna inanırdı. Kulaklarına, parmaklarına, el ve ayak bilek­lerine alın ve boynuna altın, gümüş, inci, boncuk ve gerdanlık gibi her türlü de­ğerli mücevherat türünden takılar takarak süslenirdi.61

D. CAHİLİYE ARAP TOPLUMUNDA EVLİLİK ÇEŞİTLERİ 1. Nikâh Çeşitleri

Cahiliye Arap toplumu, biri içtimai aile, diğeri ise tabii aile diye ayırabile­ceğimiz iki sosyal yapı halinde bulunuyordu. Filan oğulları (beni filan) diye anılan hay’lar (oymak); dini ve hukuki mahiyeti olan klanlardı. ‘Al ve ‘lyâl’ler ise dini ve hukuki bir yönü yani içtimai bir içeriği olmayan tabii ailelerdi, ile­ride bahsedeceğimiz gibi cahiliye devri nikâhlarında dini bir hüviyet görülme­mesi âl ve ıyâl’in henüz içtimai aile mahiyetini alamamış olduklarını göster­mektedir.62

Cahiliye çağında bir evlilik akdi olan ve kadınla erkeği birbirine bağlayan nikâh dinî bir mahiyet taşımadığından kadın ancak çocuk doğurduktan sonra ıyâl’e katılabiliyordu. Kadın çocuk doğurmadan ölürse, koca taziye edilmiyor­du. Hatta çocuksuz kadın herhangi bir sebeple diyet vermeye mecbur olursa, bu diyeti kocası değil kadının mensup olduğu hay öderdi.63 Bu durumda göste­riyor ki, gerek insan hakları ve gerekse kadının hukukî anlamda ve sosyal mev­ki açısından konumu hiç de iç açıcı bir manzara arz etmiyordu.

Cahiliyye Arap toplumunda evliliği üç gruba ayırmak mümkündür:

a. Kabile hudutları içerisinde kalan ve kabilenin dışına taşmayan bir evlilik anlayışı ki, bir erkeğin kabilesinin dışından bir kızla evliliğine izin verilmeme­sidir. Buna dahili evlilik anlamına endogamous demek daha uygun düşer.

b. Bir erkeğin kendi kabilesinin dışında bir kadınla evlenmesi bazen zorun­lu tutulurdu ki, buna da hârici evlilik anlamında exogamous denir ve doğacak çocuğun daha sağlıklı ve daha gürbüz olacağına inanılırdı. Bu bir çeşit akraba evliliğine karşı olmaktır.

c. Üçüncüsü ise, yukarıda zikredilen her iki evlilik biçiminin birleştirilmesi­ne dayalı bir evlilik çeşididir ki, hem kabile içinden ve hem de dışından kız al­maya dayanırdı.64

Tarih, tefsir ve hadîs literatürü alanında yapılan araştırmalara göre cahili- yede evlilik ve boşanma gibi hususların biçimi şekil ve mahiyet olarak tenkit edilse de mağdurun aleyhine olan hususlar, büyük bir süreç yaşanmasından sonra iyileşme bakımından bazı değişikliklerin meydana geldiği anlaşılmakta­dır. Bu değişim sürecine bağlı olarak evlilik ve boşanma gibi meseleler tek bir anlayışa göre cereyan etmiyordu. Mekan, içtimai konum, iktisadi şartlar ve dış ilişkilerin gücüne göre değişiklik oluyordu. Sosyal hayatta meydana gelen bu değişim, elbette evlilik biçimlerinin hukûkî karakterini de etkiliyordu.

Cahiliye Arap toplumunda bir yuva kurmak üzere kadın ve erkeğin kader birliği yapması demek olan nikâhın müteaddit şekilleri vardı. Bunlardan Mek­ke seçkinleri arasındaki nikâh şekli, kızın bir bedel-başlık mukabilinde satılma­sı şeklinde nitelendireceğimiz bir alışveriş gibiydi. Cahiliye Arap geleneğine gö­re evlenecek erkeğin babası veya yakın akrabası kızın babasına gider ve kızını isterdi ki, bu aşamaya hıtbe/nişanlık denilirdi. Bu bir nevi kızı erkeğe görücü usulüyle nişanlamak demektir. Baba kızını, alacağı bedele göre istediği erkeğe verebilirdi. Genel manada kızın rızasını almaya lüzum görülmezdi. Yalnız eş­raftan olan bazı aileler kızlarını evlendirirken hem küfüv (denklik) ve hem de onların rızalarına müracaat etmeyi gözetirlerdi. Eğer uzlaşılırsa sıdâk adı veri­len bu mehir, kız babasına, şayet kızın babası yoksa en yakın asabesine takdim edilirdi. Sonra damat kızın evine gider ve hay’da hazır bulunanları selâmlaya­rak konuşmasında onların varlıklı ve asil bir aileye mensup olmak bakımından dengi olduğunu söylerdi. Damadın söylevini bitirmesinden sonra kızın velisi ayağa kalkarak bir selamlama konuşması yapar, konuşmasında bu evlilikten razı olduklarını ve bu evliliği kabul ettiklerini münasip bir üslupla dile getirir­di. Nikâh akdi ilanının akabinde -ki karşılıklı bu konuşmalar şahitlerin huzu­runda bir evlilik ilanı sayılır- deve veya koç kesilerek, misafirlere velîme adı ve­rilen bir düğün yemeği ikram edilirdi.65 Araplarda bu normal şekilde bir evli­likti. Bundan başka iki kız kardeş aynı nikâh altında olabilirdi ve bu toplumda gayet normal bir gelenek olarak kabul gürürdü.66

Cahiliye çağı Arapları kendi öz anaları ve kızlarıyla, halaları ve teyzeleriyle evlenemezlerdi.67 Nisâ Sûresi’nin 20. ayetiyle bu haramlık Islamiyette de teyid edilmiştir.

Cahiliye Arap toplumunda geçerli olan ve isimleri bize kadar intikal eden belli başlı nikâh türleri şunlardır:

Hz. Aişe’den gelen bir rivayetten de öğrendiğimize göre câhiliyede yaygın bir biçimde dört türlü nikâh şekli vardı: Birincisi, bir adamın kızı nişanlanır, mehiri ödenir ve sonra da nikâhlanırdı ki, bu evlilik şahitler huzurunda yapı­lırdı. Aile müessesesinin sürmesinde en geçerli bir evlilik biçimiydi. İkincisi, ka­rısı ay halinden temizlenince adam hanımına falancaya git ve ondan hâmile kal, derdi. Bundan sonra kocası karısına hiç yaklaşmazdı. Hamile kaldığı belli olunca kocası istediği takdirde hanımıyla beraber olurdu. Bu nikaha istibzâ ni­kahı adı verilirdi. Üçüncüsü, on kişiden aşağı olmamak şartıyla bir erkek top­luluğunun bir kadınla düşüp kalkması şeklinde olurdu. Kadın hamile kalıp do­ğurunca beraber olduğu erkeklere haber gönderip, birisine çocuğu nispet eder­di. Buna nikâhu’l-müşterek (ortak nikah) denilirdi. Dördüncüsü, fahişe bir kadinin birçok erkekle beraber olmasıdır. Bunlar umuma ait kadınlar olup kapı­larına bayraklar çekerlerdi. Hamile kalıp çocuğu olunca bütün erkekler gelip toplanır ve çocuğun nesebini tayin için kâif çağrılırdı. Kâif çocuğu birine nis­pet eder ve çocuk onun adıyla anılırdı. Buna da nikâhu’l- biğa adı verilirdi.68

Yukarıdaki nikah çeşitlerinden ayrı olarak iki erkeğin birbirlerinin hanım­larını mübadele etmelerine dayalı bedel nikahı, hür kadınların gizli dost tuta­rak ilişkide bulunmalarına dayalı hıdn nikahı, mehir vermeğe gerek kalmadan evlenebilmek için erkeklerin velisi oldukları kadınları mübadele suretiyle alma­ları esasına istinat eden şiğâr nikahı, belli bir ücret karşılığında belli bir süre için geçerli olan mufa nikahı ve bunların içerisinde daha da iğrenç olanı, ba­bası ölen adamın üvey anasını alması adeti olan makt nikahı gelir. Câhiliyede babası, kardeşi ve oğlu ölen Arap irsen (miras yoluyla) onların hanımlarına sahip olurdu. Kadını, varisi kendisi almak isterse hemen abasını üzerine atar, o andan itibaren kadın, bu adamın zevcesi olurdu. Veli, kadını almak istemezse, ölünün mirasından vazgeçirmek için onu hapsetmek suretiyle evlenmekten men ederdi. Eğer kadın, velisinin üzerine elbisesini atmadan kurtulabilirse özgürlü­ğüne kavuşabilirdi.69

Bir başka evlilik çeşidi de siyasi evlilikti. Özellikle kabile reisleri ve melik­ler, oymaklar ve kabileler arasında sürüp giden düşmanlıkları ortadan kaldır­mak ve dostluğu kurumlaştırmak için böylesi evliliklere başvururlardı. Bu evli­liklerin sonucu olarak da düşmanlıklar dostluğa, nefretler sevgiye dönüşürdü.70 Islâm geldiği zaman yalnız velilerin rızalarıyla şahitlerin huzurunda akdedilen nikah hariç, diğer bütün nikah çeşitlerini kaldırmıştır. Aslında İslam’ın kaldır­dığı bu nikah çeşitleri genel olarak cahiliye toplumunun sağduyusunda da iç­ten benimsendiğini söylemek oldukça zor görünmektedir.

Cahiliye Arap toplumunda bekar olan erkeklere hanımı yok anlamında "el- hâli" denilirdi. Câhiliyede kızlarla flört yapmak erkeklik belirtilerinden sayılır­dı. Hatta erkeğin kızlara olan aşkı cahiliye şiirlerinde daha açık ve net olarak görülür. Bu durum gerek cahiliye ve gerekse tarihin değişik dönemlerinde ve hatta günümüz modern toplumlarında kadının tabiatı ve toplumların gelenek­sel bakış açıları gereği, kadının sevgilisine sevgisini izhâr etmeye dayalı yazılı bir metne rastlamamız mümkün değildir. Kadının yaratılış tabiatında varolan utanma duygusu herhangi bir erkeğe gönülden gelen sevgiye dayalı bağlılığını ve aşkını yazılı bir metne dayalı olarak erkekten önce ilk defa açığa vurmasına engel olmaktadır. Toplumların tabiatında zaten kadının sevgilisine olan aşkını yazılı veya sözlü olarak açıktan ifade etmesine pek hoşgörü ile bakılmamaktadır. Arap edebiyatında kasidelerin başında bulunan aşk ve kadın güzelliğini tasvir eden şiire en-nesîb, sevgiliyi methederek onun güzelliklerini terennüm et­meye de et-teşbib adı verilir.71 Cahiliye şiir geleneğinde sevgilinin görünen or­ganlarının ve sûretinin güzelliğini tasvir etme şekline ad olan teşbih sanatı, da­ha ziyade kasidelerin başında bulunurdu ki, bunun şiirin değerini yücelttiği in­celik kattığı söylenirdi.72

Câhiliyede bazı kimseler evliliği terketmede Hıristiyanların tesirinde kala­rak ruhbanlığı seçmişlerdir. Evliliği terkederek ruhbanlığı seçen erkeklere et-te- bettül veya es sarûr adı verilirdi. Evlenmeyi terkederek züht hayatı yaşadığım iddia eden bu kimseler sadece erkekler değil, kadınlardan da olurdu. Bekarlığı tercih eden kadınlara el-betül veya es-sarure denirdi.73 Görüldüğü gibi cahiliye- de ister kadın ve isterse erkek cinsi olsun, ibadet etmek amacıyla evlenmemek ibadet mertebelerinin en değerlisi sayılırdı. Belki de bu durum Hıristiyanlığın kadim bir geleneği olan ruhbanlık düşüncesinin bir devamı idi.

4. Çok Eşlilik ve Çok Evlilik

Kaynaklardan öğrendiğimize göre, Arabistan muhitinde sıcak olan iklim şartlan, cinselliği kamçılayan coğrafi bir âmil olmasına ilave olarak işsizlikle geçen bedevî hayatı ve kadın nüfusunun fazla olması gibi nedenlerden dolayı yegâne meşgale, cinsel hayattaki yoğunlaşmadır. Bu durum, biyolojik ve sosyal bir zaruret olarak çok kadınla evlilik örfünü tesis etmeye sebep olmuş ve kadı­nın bir meta sayılmasına yol açmıştır. Örfe dayalı telakkiye göre erkek, serve­ti ve kudreti nispetinde istediği kadar kadın alıyor, bunlara ekonomik gücü yet­tiği takdirde cariyeler de katabiliyordu. Cahiliye devrinde Mekke seçkinlerin­den bazılarının cariyeler hariç, 10’dan fazla hanımının varolduğu tarihi bir ger­çektir.74 Örfün şekillendirdiği bu durum cahiliye Arap toplumunda hiçbir za­man yadırganan bir gelenek sayılmazdı.

Şüphesiz evlilik olayından ilk amaç, neslin devamını sürdürmektir. Cahili- yede doğurmayan (kısır) kadın sevilmez ve uğursuzluk alâmeti olarak damga- lanırdı. Bu sebeple kısırlık, boşanma nedenlerinin başında gelirdi. Onlara göre fizikî bağlamda doğuran çirkin kadın, doğurmayan güzel kadından daha de­ğerli ve hayırlı kabul edilirdi.75

Cahiliye toplumu erkek (ataerkil) egemenliğine dayanan bir topluluktur. Kısır bir erkeğin toplum katmanlarındaki statüsü, doğurmayan bir kadının sta­tüsüyle mukayese bile kabul etmezdi. O, kısır kadının statüsünden çok değerli sayılırdı. Erkek isterse kısır olsun, istediği kadar kadınla evlenme özgürlüğüne sahipti. Erkeğin bu konumu toplum tarafından da hiç yadırganmazdı. Bunun aksine, biyolojik bir engel sebebiyle doğuramayan bir kadının toplumda hiçbir itibarı ve değeri yoktu. Evli ama doğurgan olmayan bir kadın, kocası, evinde kalmasına rıza gösterirse evli olarak kalabilirdi, fakat bu çok nadirattan bir du­rumdu. Genellikle doğurmayan bir kadın, kocası istese bile çevrenin baskısı ne­ticesinde boşanırdı. Boşanan bir kadının ise, tekrar evlenmesi oldukça zor bir olaydı. Zira erkekler her ne suretle olursa olsun boşanmış dul kadınları değil, bâkire ve genç kızları tercih ediyorlardı. Çoğu defa boşanmış doğurmayan ka­dın, anne ve baba ocağında kalmaya ve orada ölmeye mahkum edilirdi. Zira boşanmadan sonra evliliği pek mümkün de olmazdı.76

Câhiliyede Arap erkekleri bakire kızlarla evlenmeye rağbet ederlerdi. Onla­ra göre, bakirelik evliliğin gerekli şartlarından sayılırdı. Bir kızın bakire olma­dığı ortaya çıkarsa, bu bir musibet ve kızın ailesi için bir leke, bir ar ya da na­musun ihlâli anlamına gelirdi. O lekeden kurtulmanın tek yolu vardı ki, bu da aile meclisinin verdiği kararla, kızın ailesinin onu öldürmesiydi.

Dul kadınlara gelince, onlar da zaten kızlarda olduğu gibi bakirelik şartı aranmazdı. Çünkü kadın daha önce evlenmişti. Sonra kadın, kocası tarafından boşanma ya da ölme sebebiyle dul kalmıştı. Bu toplumun telakkisinde gayet normal bir durum olarak karşılanırdı. Ama buna rağmen dul kadınla evlilikten gençler kaçınırdı. Arap telakkisine göre bir erkeğin ilk defa bakire bir kızla de­ğil de dul bir kadınla evlenmeyi tercih etmesi ayıplanır, ar meselesi yapılırdı. Dul bir kadın ancak dul bir erkekle evlenirse, normal karşılanırdı.77 Bu câhili­ye Arap örfüne rağmen, Hz. Peygamber aleyhisselam’ın dul bir kadın olan Hz. Hatice ile evliliği bu kadim geleneğe rağmen meydana gelmiştir.

Câhiliyede Arap erkeği, fiziki güzelliğe sahip olduğu halde ahlaki açıdan gü­zel olmayan kadından hoşlanmazdı. Genellikle erkekler azaları düzgün, sureti ve ahlakı güzel, evinin temizliğine, tertip ve düzenine özen gösteren, dahası ço­cukların terbiye edilmesine önem veren kadınları tercih ederlerdi.78 Geleneksel ailelerde erkek dışarıda, kadınsa ev işlerinde çalıştığı için annenin çocuklarla birlikte olması hasebiyle, onların karakter ve ahlakına büyük tesirlerde bulun­maktadır. Çünkü, ailede ilk öğretmen annedir. Anne, çocuğun duygularının ge­liştirilmesinde, ayrıca Arap örf ve geleneklerinin kültürel bir miras olarak ço­cuğa aktarılmasında büyük bir role sahiptir. Bilindiği gibi fiziki güzellik gidici, ahlaki güzellik ise kalıcıdır. Bu sebeple Arap erkekleri asalet ve iyi ahlak sahi­bi kadınları çocuklarının ahlak ve karakterine tesir etmesi için tercih ederlerdi. Zira nesil necip olursa çocukların bünyesi ve aklı da sağlıklı olurdu. Bu bakış açısı, cahiliye toplumunda genel kabul gören bir anlayıştı.

Cahiliye Arap toplumunda geleneksel olarak bir kızın evliliğinde karar ver­me hakkı ebeveynin tasarrufunda kabul edilirdi. Kızın, anne ve babanın tercih ettiği bir erkeğe karşı gelme veya itirazda bulunma hakkı yoktu. Kızların evlen­dirilmesinde babanın dışında annenin de söz sahibi olduğu bilinmektedir. Ni­tekim Islâm’dan önce Hz. Hatice kızı Zeyneb’i, kız kardeşinin oğlu Ebu’l-As’la evlendirmesi üzerine Hz. Peygamberin buna karşı çıkmadığı rivayet edilmekte­dir.79

Şüphesiz câhiliyede kızların muvafakatına hiç başvurulmaz değildi. Şu ka­dar var ki, asil ailelerin kızlarının onayı alınmadan evlendirilmezlerdi. Bu aile­lerin kızları evliliği kabul veya reddetme hakkına sahiplerdi. Eşraftan olan ba­zı kadınlar nikah akdi esnasında evleneceği erkekten boşanma haklarını talep etme yetkisine de haizdiler. Bu yetkiyi alan kadınlar dilerse kocasından ayrılır, dilerse kocalarıyla birlikte yaşayabilirlerdi. Elbette ki bu durum cahiliye Arap toplumunda güçlü ve soylu aile kadınlarına özgü olan özel ve imtiyazlı bir ko­num saylırdı. Tarihte Ümmü Hârice isimli kadın kendi iradesiyle özgür bir şe­kilde eşini seçmede darbı mesel haline gelmiştir. "Evlilikte Ümmü Hârice’den daha süratli yoktur", sözü meşhurdur. O, bir erkekle evlendiği zaman boşan­ma yetkisini üzerine alırdı ve bu sebeple sık sık boşanır, başka bir erkekle ev­lenirdi.80 Kocasını boşamak isteyen kadın, eğer çadırda ise, çadırın kapısını ön­ceki yönünün aksine çevirir ve erkek bunu görünce kadının onu boşadığım an­lar. Bu ve buna benzer şekillerle kadın kocasından ayrılırdı.81

5. Evlilikte Küfüv (Denklik)

Cahiliye Arap toplumunda "şerefin başlangıcı asil bir kadınla evliliktir" sö­zü meşhurdur.82 işte cahiliye insanı, evlilikte, yani eş seçiminde küfüv (denklik) kaidesini uygulamaya azami derecede bağlı kalmaya gayret göstermiştir. Böy­lece, asil olan erkekler asil olan kızları seçmişlerdir. Örneğin, Mezhıç kabilesi­nin reisi Hâris b. Ka’b’ın kavmine şu şekilde vasiyette bulunduğu rivayet edil­mektedir: "Denklerinizle evleniniz. Suyunuzu temiz kadınlara kullanınız. Özel­likle ahmak (geri zekalı) kadınlarla evlilikten kaçınınız. Çünkü, onun çocuğu da ahmak olur.1,83 Cahiliye toplumunda bu vasiyette söz konusu edilen kü- füv/denklik çağrısı, bir külli kaide olarak revaç bulmuştur. Bu denklik biçimi, eş seçiminde güzellik, soy, din, zenginlik, fakirlik, mesken ve diğer konularda eşitlik olarak da anlaşılmıştır.

Arap erkeğinin bakış açısında kadın, çocuk için bir kap gibidir. Gerçi bu de­ğerlendirme, tarih boyunca sadece cahiliye ehline ait bir anlayış biçimi olarak kabul görmemiş, diğer milletler için de hemen hemen aynı ortak bir payda özel­liği taşımıştır. Araplar evlilikte oldukça araştırıcı, sorgulayıcı ve dikkatli bir- gözleme sahip olmuşlar, kadının hastalık vb. gibi her türlü ayıp ve kusurdan uzak olmasına itina göstermişlerdir. Buna, neslin sağlam ve temiz olmasının ol­mazsa olmazı gözüyle bakmışlardır. Bir Arap genci evlenmek istediği zaman evvela bir ön hazırlık ve araştırma safhasına başvurarak işe kızın yakınlarından başlardı. Kızın halasına amcasına ve kız kardeşine bakardı. Câhiliye insanının telakkisine göre kız muhakkak bunlardan birisine benzerdi.84 Arabın telakkisi­ne göre, çocukta hem amcanın ve hem de halanın damarı vardır. Onlarda "da­mar çeker" sözü bir özdeyiş olmuştur. Amca baba konumunda, hala ise anne konumundadır. Çocuğun asıl velisi olan öz babası vefat edince hukuki hak doğrudan kardeşine geçer.85 Bilindiği gibi kalıtım canlı soyları arasındaki ben­zerlik ve farklılıkları ortaya çıkaran ve canlının DNA’larında şifrelenmiş gene­tik (biyolojik) bilgilerin tümüdür. Bu bilgiler de genlerle taşınır. Biyolojik açı­dan anne ve babanın genlerinin ve özelliklerinin amca ve halaya geçip geçme­mesi meselesi itibaridir. Nesep konusunda itibari olan görüşlerin alınması ne derece sağlıklı olur? Modern biyolojinin verilerinden de yararlanarak bu konu ilmi açıdan tetkik edilmelidir.

Diğer taraftan cahiliye Arap toplumunda doğan çocuğun sağlıklı olarak ye­tişmesi için, anne sütünün ne kadar büyük bir değer ifade ettiği her türlü tak­dirin üstünde görülürdü. Onlara göre anne sütü çocuğun tabiatı için vazgeçil­mez bir gereklilikti. Özellikle süt annelerini tercih ve seçmede büyük hassasiyet gösterilirdi. Süt anneleri çocukları emzirmekle kalmaz, çocuğun ahlaki terbiye­si, dil eğitimi, kadim örf ve adetlerin bir kültür mirası olarak yeni nesillere dev­redilmesinde bir ara kurum özelliği taşırdı. Câhiliyede bir adam bir adamı öv­mek istediği zaman, çocuğun süt annesini ve bu süt annenin sütünün ne kadar saf ve yararlı bir gıda olduğunu zikrederdi. Aynı şekilde bir adam bir adamı kö­tülemek istediği zaman da süt annesini ve onun sütünü kötülerdi. Ayrıca süt kardeşlik yine bir övünç kaynağı olurdu.86

E. CÂHİLİYEDE HAK VE DEĞERLER BAZINDA KADININ KONUMU

Erkek egemenliğinin hakim olduğu cahiliye arap toplumunda hür kadınlar müstesna olmak üzere kadın toplumun bir uzvu değil, adeta erkek zümresinin ihtiraslarını tatmin ve hizmetlerini ifa etmek için yaratılmış bir mahluk olarak

düşünülüyordu. Kurû’, yani âdet görme zamanında kadına karşı gösterilen kö­tü muamele Arap toplumunun kadın hakkındaki anlayışının açık bir ifadesini yansıtıyordu. Zira Araplar âdet görme zamanlarında kadınla birlikte oturmaz, onunla beraber yiyip içmezlerdi. Hatta âdet görme zamanlarında kadınlar oba­dan, evden ve çadırdan dışarı çıkarılmazlardı.87 Kelimenin tam manasıyla ay­başı hali yaşayan kadınlar bir mahkumiyet süreci yaşarlardı.

Cahiliye Araplarının kadına karşı mutlak bir hakimiyetleri vardı. Bazen bir kadın boşandıktan sonra eski kocasının tahakkümünden kurtulamazdı. Eski koca, boşadığı kadına işkence yapmak için onun başkasıyla evlenmesine engel çıkarırdı.88

Genellikle Arap kadını hukuk itibariyle erkeğin dûnunda kabul edilirdi. Hiçbir hususta erkekle müsavi görülmez, herhangi bir iş veya konuda erkekler gibi söz söyleme, görüş belirtme hakkına sahip değildi.89 Câhiliyede kadınların mirastan mahrum edilmesi hususu genele şamil olmayıp istisnai durumlar taşı­dığı bilinmektedir. Örneğin, kadına mirastan az veya çok bir şeyler verildiği ta­rihi kayıtlardan anlaşılmaktadır.90

Cahiliye Arap toplumunda erkeğe nispetle kadına daha az rağbet gösteril­mesinde, yaşanılan muhitin büyük tesirleri olduğunda şüphe yoktur. Aşiret toplumu halinde yaşayan Araplar, çöl hayatının ve çetin iklim şartlarının kaçı­nılmaz bir şartı olarak kendilerini var olma - yok olma mücadelesi içerisinde bulmuşlardır. Bu sebeple de sürekli savaş ve çatışmalarla düşmanlarına karşı hakimiyet kurma noktasında uğraşı vermeye mahkum olmuşlardı. Artık güç ve iktidar mücadelesi için baskınlar düzenlemek, Arap kabileleri arasında günlük bir alışkanlık haline gelmişti. Sabah erken kalkan, çölde iktidarı ele geçirmek için saldırı düzenlerdi. Tabiri caizse, bir kabile veya oymağın ayakta ya da ha­yatta kalmasının yegane yolu, ekonomik açıdan güçlü olmakla beraber eli si­lah tutan fert sayısının çokluğuna bağlı idi. Çöl şartlarında hangi kabile sayıca daha fazla eli silah tutan fertlere sahipse, ganimetleri o toplar ve bölgeye ege­men olurdu. Adeta çöl ortamı, her bir kabilenin kurtarılmış bölgeleri olmakla kalmaz, kanlı iktidar kavgalarının tam bir odak noktasını da oluştururdu, işte bu durum kadın nüfusunun değil de erkek nüfusunun varlığına rağbeti daha çok artırıyor ve teşvik görüyordu. Bir diğer önemli husus da gazve ve savaşlar­da esir alınan kadınların, galipler tarafından mağlupların aleyhine kullanılmış olmasıydı. Galip olan taraf mağlupların kadın esirlerine şeref ve haysiyeti inci­tici davranışlarda bulunuyorlardı ki, bu da kız çocuklarının durumunun kötü­leşmesinde başlıca sayılabilecek ana amiller arasında gelmekteydi. Birçok alış­kanlıkların başlangıcı gibi, kadına karşı işlenen bu çirkin hunharlığın ve kötü muamelenin doğuşunda, coğrafi çevrenin ve iktisadi faktörlerin olumsuz etki­sinin olduğunu gözden ırak tutmamak gerekiyor. Biz Kur’an’ın bir ayetinden bunu açıkça anlıyoruz.91 Gerek ekonomik sıkıntı ve gerekse savaşta mağlup ka­bilelerin kadın ve kızlarına yapılan kötü muamele, kadının toplumdaki değer­ler açısından konumunu müşkül duruma sokuyordu. Halbuki bunda kadının hiçbir suçu yoktu. Bu tamamen keyfi olarak kafalarda üretilen, hiçbir ciddi te­meli olmayan uğursuzluk düşüncesi, maalesef toplumun zihniyetinde inanç ha­line dönüştürülmüş bir kadın imajıydı. Bu yüzdendir ki Arap, doğan çocuk er­kek olduğu takdirde sevinir, velime yemeği verir, şenlik yapar ve hatta iftihar ederdi. Kız çocuğu doğduğu zaman utanır, sıkılır, kızarır ve aile için bir uğur­suzluk ve felaket habersicisi olarak sayardı.92 Müşrik Arapların bu menfur âdetleri hakkında Kur’an’da şöyle bahsedilir: "Aralarında birinin bir kızının doğduğu müjdelendiği zaman üzüntü ile dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendi­sine verilen kötü müjde yüzünden halktan gizlenmeye çalışıyor; onu utana uta­na tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Ne kötü hükmediyorlar!"93

Erkek çocuğu kutsamaya dayalı bu durum sadece cahiliye Araplarına özgü bir davranış değildi. Gerek Araplarda ve gerekse Arap olmayan değişik millet­lerde, hatta içinde yaşadığımız kimi modern toplum anlayışlarında bile maale­sef erkek çocuğu alkışlanırken, kız coçuklarına karşı olumsuz bir tutum sergi­lenmeye devam edilmesi gerçekten üzücü bir tutumdur. Bu konuda genelleme yapmak doğru olmasa da, yer yer müşrik Arap toplumunun telakki biçimleri­ni yansıtacak duygulara rastlamak mümkündür.

Kız çocukları hakkındaki bu gerici zihniyet, Araplar arasında yeni doğan kız çocuklarını diri diri toprağa gömmek gibi tüyler ürpertici bir caniliğe de yol açmıştı. Buradan bütün Araplar kız çocuklarını bu vahşi muameleye tabi tutu­yorlardı diye genellemeler yaparak bir sonuca varmak mantıklı değildir. Eğer böyle olsaydı Arap nüfusunun tükenip yok olması lazımdı. Bunu bazı aileler yapıyordu. Bu menfur âdete ve’id, diri diri gömülen kızcağıza da mev’üde de­niliyordu. Kur’an’da kız çocuklarını diri diri öldürenlerden ne sebeple öldür­düklerinden sorguya çekileceklerinden bahsedilir. "Diri diri toprağa gömülen kıza hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda.."94

Cahiliye toplumunda çok erkek çocuğa sahip olmak, bir övünç ve üstünlük vesilesi sayılırdı. Erkek çocukların çokluğu servet sahibi ve güçlü olmak anla­mına geliyordu. Cahiliyede şöhretin yolu çoğu zaman erkek çocuk sayısından geçiyordu. Bu durum çok erkek çocuğu doğuran annenin toplum nezdindeki itibarını yekselttiği gibi, anne açısından da şahıs planında bir gurur kaynağı ka­bul edilirdi.95

Cahiliye, bir çeşit erkek egemenliğine dayalı ataerkil bir toplum modeli oluşturması sebebiyle, kadın genel manada değerler ve haklar bakımından er­kekle kıyas bile kabul etmiyordu. Hatta kadına karşı işlenen suçlarda hukuki anlamda asla erkeğe misilleme yapılmazdı. Çünkü kadının hukuki açıdan hak­larını savunma diye bir olay yoktu. Bir defa onun toplum vicdanında insan ol­ma yönüyle adından bile bahsetmek mümkün değildi. Bu da bir başka şirk çe­şidi olarak sayılabilirdi.

SONUÇ

Bilindiği gibi cahiliye genel bir vasıf olarak Islamiyetin doğuş öncesi döne­mini ifade de kullanılan bir adlandırmadır. İslam bu nitelemeyi daha sonra İs­lam dışı tavır ve davranışlar için de kullanmıştır.

Cahiliye Arap toplumunda kadın, insan mefhumunun içinde bir cinsiyet kimliği olarak görülmüyordu. Daha doğrusu kadına erkekle birlikte bir bütü­nü oluşturan insan cinsi olarak bakılmıyor, zihinlerde yaşatılan cinsiyet ayrımı pratik hayatta kadını, her türlü zulum cenderesine hapseder bir uygulama ala­nı buluyordu. Bu sebeple cahiliye toplumunda kadının hükmi ve hukuki şahsi­yeti belirlenmediği için daima bir kadın sorunu varola gelmiştir. Erkek egemen­liğinin ve cinsiyet ayrımının olanca acımasızlığının hüküm sürdüğü bu toplum­da kadına biçilen değer, aşağılanması gereken bir varlık kategorisine dahil edil­mek olmuştur.

Her ne kadar servet sahibi, yani ekenomik açıdan bağımsız ve aşiret bakı­mından kuvvetli olan kimi hür kadınlar, gerek iş hayatında ve gerekse bireysel yaşamıyla ilgili konularda özgürce düşünme ve düşüncesini ifade edebilme gi­bi ayrıcalıklara sahip olmuşlarsa da bu durum, kadın kimliğinin tanınmasın­dan değil, gücünü servet ve aşiret çokluğundan alan, arîzi bir caydırıcı sebep­ten kaynaklanmıştır. Kanaatimce bu istisnai durumu genele şamil kılmak doğ­ru bir hareket değildir.

Bir defa cahiliye toplumunda kadın ne aile ve ne de toplumun esaslı bir rük­nü olarak kabul görmemiştir. Dolayısıyla hür kadınlar hariç, kamusal hayatın tüm alanlarım kuşatıcı, bir bakış açısıyla kadının konumuna baktığımızda, onu bu alanın değişik köşe ve bucaklarında bulabilmek oldukça zordur. Çünkü o cahiliye zihniyetinde mal ve bir meta konumuna indirgenen sıra dışı bir varlık­tı. Kadını esir ve hemen hemen bütün hakları elinden alınmış bir varlık mesa­besinde gören bir telakkiye göre her halde kadın, erkeğin her türlü dununda de­ğerlendirilecek hak ve hürriyet bağlamında kadının adı bile söz konusu olma­yacaktır. Nitekim tarihi tecrübe bunu doğrulamaktadır. Bir yerde bir şahsın ve­ya sosyal zümrenin insan hak ve hürriyetleri ihlal ediliyorsa, olaya değerler ba­zında yaklaşıp cinsler arası ırkçı ayrımı kökünden çözümlemedikçe, sorunu or­tadan kaldırmak mümkün değildir. İşte cahiliyede de kadın kullanılan bir eşya ya da cinsi arzulan tatminde bir nesne olarak mütalaa edildiği için, daima top­lumun zencisi olmaya mahkum edilerek çok kötü muamele görmüştür. Cahili­yede kelimenin tam karşılığı olarak kadın salt bir dişi varlıktı. Erkeklerse bak­makla ve dokunmakla onun dişiliğinden faydalanmakta idiler. Bir nevi cahili­yede kadın erkek ilişkisi, cinsellik temeline dayanan bir ilişki biçimi idi denebi­lir. Hatta biz bunun, belli bir sınır ve kayıta dayanmayan cahiliye Arap toplu- munun nikah şekillerinin çeşitliliğinde görebiliyoruz. Ta ki bu durum İslam’ın doğuşuna kadar sürmüştür. İslam’ın doğuşuyla birlikte kadın, başta aile mües- sesesi olmak üzere cemiyetin de bir esas uzvu olarak kabul görmüştür. Zira İs­lam, kadın ve erkeğe bir bütün olarak yaklaşmış ve insanın hükmi ve hukuki şahsiyetinin mükerrem olduğunu tebrik ve tebcil ederek, bunun belirli bir esa­sa bağlamış, neticede iki cinsin de Allah’ın teklifleri karşısında sorumlu oldu­ğunu bildirerek, bir sömürü aracı haline getirilen kadını her türlü haksız mu­amelelerden kurtarmıştır. Böylece kadın İslam’da gerçek kimliğine kavuşmuş­tur. Bilindiği gibi yaşadığımız modern zamanlarda en çok tartışma konuların­dan birisi kadının şahitliği ve mirastaki payı gibi konulardır. Cahiliyede kadı­nın konumu bilinirse Kur’an’ın kadının şahitliği ve mirastaki payı konusunda getirdiği tedriciliğe bağlı düzenlemelerin devrim çapında düzenlemeler olduğu görülür. Bu sebeple sosyal değişmelerde olgu ve vahiy ilişkisi göz ardı edilme­melidir. İslam’ın bir bütün olarak cinsiyet kimliğine yaklaşımı da bu olgular­dan birisidir.

Bu makalenin Aslı: 30 Ekim-01 Kasım 1998 Tarihleri arasında Konya’da yapılan I. ULUSAL KADIN VE AlLE SEMPOZYUMU’na sunulan tebliğdir.

* C.Ü. ilahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

1 bk. Firuzâbâdî, Necmeddîn Muhammed b.Yahya, el-Kamûsu’l-Muhîd, Kahire, ts, I., 58.

2 bk. Isfehânî, Râgıp, el-Müfredât fi Garibi’l- Kur’ân, İstanbul 1986, s.143.

3 M. Mehdî Şemseddîn, Beytte’l-Câhiliyye ve ‘I-Islâm, Beyrut, 1987, s.19.

4 Hitti, Philip K., Siyasî ve Kültürel İslâm tarihi, (çev. Salih Tuğ), İstanbul 1995,1, 132-133.

5 bk. Al-i Imrân 3/154.

6 bk. Mâide 5/49-50.

7 bk. Ahzap 33/33.

8 bk. Fetih 48/25-26.

9 bk. Fayda, Mustafa, "Câbiliyye" DlA, VII, 17; Altıntaş, Ramazan, Bütün Yönleriyle Câhiliyye, Konya, .1988,5.89-91. 10 Cevad Ali, el~Mufassai ft Târîhi’l-Arab Kable’l-İslâm, Bağdat, 1933, IV, 616

11 bk. Zebîdî, Muhammed Murtaza, Tâcu’l-Arûs, Beyrut, 1306, III, 327; Seâlibî, Ebû Mansûr Muhammed b. Ismâîl, Simâru’l-Kulûb fi Mezâfi ve’l-Mensûb, (thk. Muhammed Ebu’l - Fadl İbrahim), Kahire, 1985, s.307.

12 bk. İbn Ishâk, Muhammed b. Yesâr, Sîratü îbn-i Ishâk, (thk. Muhammed Hamidullah), Konya, 1981, s.91; Ibn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut, 1968,1, 167.

13 M. Şemseddîn, *Kable’l-îslâtn Araplar ve Tedeyyünleri*, Dâru’l-Fünûn ilahiyat Fakültesi Dergisi, c. 10, (1926), s.88.

14 Geniş bilgi için bakınız. Cevad Ali, el-Mufa$$al> IV, 616.

15 Cevad Ali, a.g.e., IV, 617.

16 Geniş bilgi için bakınız. Cevad Ali, el-Mufassaly IV;617.

17 bk. Cevad Ali, a.g.y.

18 bk. Seâlibî, Simaru’l-Kulûb, s.306. Her ne kadar bu iki söz İslami kimi kaynaklarda hadis olarak geçse de bunlar, cahiliye döneminde geçerli olan Arap örfüdür. Bir defa Hz. Peygamber bir çok konuda örneğin Hu- deybiye antlaşmasında olduğu gibi hanımlarıyla istişare etmiş ve onun sözüne göre hareket etmiştir. Dola­yısıyla, kadın aleyhtarı bir durumu ifade eden bu iki söz, O’nun fiili sünnetine aykırıdır. Tarihçi Sealibî’nin hadis olarak aktardığı bu sözler uydurmadır.

19 bk. Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, II, 454.

20 bk. Çağatay, Neşet, İslam öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara, 1982, s.132.

21 Altıntaş, a.g.e., s.206.

22 Züheyr b. Ebi Sulmâ, Divan, Beyrut, 1964, s.47.

23 Çağatay, a.g.e., s.132.

24 Cevad Ali, el-Mufa$saly IV, 621.

25 Ibn Kuteybe, eş-Şiir ve’ş-Şuarâ, Beyrut, 1985, s.125; krş. Cevad Ali, a.g.e., IV, 620.

26 bk. îbn Sa’d, Tabakât, I, 131.

27 bk. Züheyr b.Ebi Sülmâ, Muallakât/Yedi Askt, (çev. M.Şerafeddin Yaltkaya), İstanbul, 1989, s.85.

28 bk. Seâlibî, Simâru’l-Kulûb, s.310.

29 Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, V, 223; Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 622.

30 bk. Zebîdî, a.g.e., IV, 443; Cevad Ali, a.g.e., IV, 623.

31 bk. Seâlibî, Simâru’l-Kutûb, s.310.

32 Kur’an’da ‘hamr‘ kelimesi şu âyetlerde aklı bürüyüp örten şarap/içki anlamlarına gelir, bk. Bakara 2/219; Maide 5/90-91; Muhammed 45/15; Yusuf 12/36, 41.

33 Firuzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît, II, 106.

34 bk. el-Vâkıdî, el-Meğazt, II) 989.

35 bk. Ahzap, 33/33: "..hem vakarınızla evlerinizde durun da evvelki cahiliyet çıkışı gibi süslenip çıkmayın."

36 bk. Taberi, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerir, Câmiu’l-Beyân fi Tefsîri’l-Kur’an, Beyrut, 1972, XXII, 4; tbn Kesir, Ebu’l-Fida Ismâîl, M.Tefsiru îbn Kesîr, (thk. M.Ali es-Sabûnî), Beyrut, 1981, IV, 94.

37 Elmalılı, M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1969, V, 3506.

38 Hamr kelimesi Kur’an’da özgün ifadesiyle: "..ve’l-yazribne bi humurihinne alâ cüyûbihinne..", şeklinde geç­mektedir. Bu pasajın anlamı, "başörtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler/vursunlar’. Anlaşıldığı ka­darıyla zaten cahiliye kadınları örtünüyordu, ama taç, küpe, gerdanlık, bilezik gibi takıların takıldığı ziy­net/süs yerleri açık kalıyordu. Kur’an ziynet, yani takıların takıldığı süs yerlerinin örtülmesini istemekle bir­likte başın da örtülmesini tekrar teyit etmiş oldu. Burada Kur’an pasajlarını dikkate almakla birlikte tarihi tecrübede yaşanmış olan fiili uygulamaları da gözardı etmemek gerektiği kanaatindeyim.

39 îbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemâleddîn Muhammed, Lisânü’l-Arab, Beyrut, ts., VIII, 81.

40 Savaş, Rıza, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, İstanbul, 1992, s.33.

41 bk. İmriüM-Kays, Muallakât/ Yedi Askı, s.28.

42 Imriü’l-Kays, a.g.y.

43 bk. Imriü’l-Kays, Muallakât1 Yedi Askı, s.57.

44 bk. Imriü’l-Kays, a.g.e. s. 19

45 Imriü’l-Kays, MuallakâtfYedi Askı, s.34; krş. îbn Kelbî, Putlar Kitabı (Kitâbu’l-Asnâm), çev. Beyza Düşün- gen, Ankara, 1969, s.38.

46 bk. Îbn Hişam, Ebû Muhammed Abdülmelik, es-Sîratü’n Nebeviyye, Kahire, 1936,1, 215.

47 Krş. Cevad Ali, el-Mufassal, IV,260.

48 bk. Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, IV, 408; Cevad Ali, a.g.e., IV, 621.

49 İmriü’l-Kays, Muailakât/Yedi Askı, s.27.

50 Cevad Ali, a.g.e., IV, 621.

51 Geniş bilgi için bakınız. Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, VI, 320.

52 bk. Tarafe, MuallekâtfYedi Askı, s.61; Îbn îshâk, Sîre, s.49; Cevad Ali, eUMufassal, IV, 623.

53 bk. Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, V, 223; îbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, VII, 403; Cevad Ali, a.g.e., IV, 622.

54 Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 622.

55 Zebîdî, a.g.e., V, 223, VIII, 45-46.

56 bk. Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, IV, 443. En-Nâmisalık, kaşları inceltme olayı demektir. Hz. Peygamber bir hadîs­lerinde: "Allah kaşlart incelten ve incelttiren kadınlara lânet etsin" buyurmuşlardır. Bk. Buhârî, Sahih, Li­bâs, 85, 86; Nesâi, Sünen, Zîne, 26.

57 bk. Zebîdî, a.g.e., IV, 422; Cevad Ali, el-Mufassaî, IV, 624.

58 bk. Zebîdî, a.g.e., VII, 146; Cevad Ali, a.g.e., IV, 623. İslam zuhur edince cahilliye Araplarının diş temizli­ğinde kullandıkları misvakı yine kullanmayı teşvik ederek diş temizliğine büyük önem vermiştir. Bilindiği gi­bi günümüzde birçok hastalığın sebebi diş bakımsızlığından kaynaklanmaktadır. Hatta bu konuda Hz. Pey­gamber (a.s): "Eğer ümmetime zor geleceğini bilmeseydim, her abdest alıştan önce dişlerini misvaklamala- rını emrederdim" buyurmuşlardır. Bk. Buhârî, Sahih, Cum’a, 8; Savm, 25; Taharet, 42.

59 bk. Zebîdî, TâcuU-Arûs, IX, 94; Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 623.

60 insanın tabii yaratılışını bozmaya yönelik bu girişim, îslâm geldiği zaman yasaklanmıştır. Bu yasak Hz. Pey­gamberin: "Döğme yapan ve yaptırana Allah lânet etsin!." hadisine dayanmaktadır. Bk. Buharî, Sahih, Ta­lâk, 51; Libâs, 82, 84, 85; Müslim, Sahih, Libâs, 80.

61 Geniş örneklendirmeler için bakınız. Zebîdi, a.g.e., X, 97; Cevad Ali, a.g.e., IV, 624.

62 M.Şemseddîn, "İslâm’dan önce Araplar Arasında Kadtnm Durumu, Aile ve Türlü Nikâh Şekilleri" Bellet- ten, Cilt: XV, Sayı: 60, s.698.

63 bk. M.Şemseddîn, a.g.y.

64 bk. Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 629.

65 bk. Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, I, 237; Cevad Ali, a.g.e., IV, 643-644; Çağatay, İslâm Öncesi Arap Tarihi, s.136.

66 bk. Îbn Mâce, Sünen, Nikâh 39. Islâm gelince iki kız kardeşin aym nikâh altında bulundurulmasını yasaklar. Hatta bu konuda şöyle bir rivayet de vardır: Feyruz ed-Deylemi anlatıyor: Cahiliye devrinde evlendiğim iki kız kardeş benim nikahım altında iken Hz. Peygambere geldim. Ben müslümanlığı kabul ettikten sonra Peygam­ber (s.a.v) bana: "Eve döndüğün zaman onlardan birisini boşa" buyurdu, (bk. îbn Mâce, Sünen, Nikâh 39.)

67 Çağatay, a.g.e., s.136.

68 Müslim, Sahih, Nikâh 7; Ebû Davud, Sünen, Talak 33.

69 Geniş ve tafsilatlı bilgi için bakınız. Cevad Ali, eUMufassal, IV, 629; M.Şemseddin, a.g.m., Belleten, Cilt. XV, sayı: 60, s.702-705; Altıntaş, Bütün Yönleriyle Cahiliyye, s.207-208.

70 Cevad Ali, a.g.e., IV, 635. Hz. Peygamber (a.s.) da bazı kadınlarla bu anlamda siyasî evlilikler yapmıştır.

71 bk. Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, I, 308; Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 630-31.

72 Câhiliyye şiirinden bazı örnekler için bakınız. Imriü’l-Kays, Muallekât/Yedi Askt> 26-27.

73 Cevad Ali, a.g.e., IV, 633.

74 Cevad Ali, a.g.e., IV, 634-35; M.Şemseddîn, a.g.m., Cilt: XV, Sayı: 60, s.634-635.

75 bk. Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 634.

76 bk. Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, III, 56; Cevad Ali, a.g.e., IV, 635.

77 Cevad Ali, a.g.e., IV, 625.

78 Seâlibî, Simâru’l-Kulûb, s.302.

79 Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr, Târîhu’l-Umem ve’l-Mülûk, Beyrut, 1967, II, 467.

80 Seâlibî, a.g.e., s.309-310. Bu nikahta tefviz geleneği İslam’da da sürdürülmüştür.

81 Cevad Ali, el-Mufassal, V, 554; krş. Savaş, Rıza, Hz. Muhammed Devrinde Kadtn, s.39.

82 Seâlibî, Sİmâru’l-Kulûb, s.691.

83 bk. Zebîdî, Tâcu’l-Arûs, I, 108; Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 641.

84 Cevad Ali, a.g.e., IV, 645.

85 Cevad Ali, a.g.y. Türkçe’de kullanılan "anasına bak, kızını al” ifadesi câhiliye’deki "damar çeker" deyimi­nin bir benzeridir.

86 bk. Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 646.

87 bk. M. Şemseddîn, "İslam’dan önce Araplar Arasında Kadının Durumu”, Belleten, Cilt: XV, Sayı: 60, s.692.

88 M. Şemseddin, a.g.y.

89 M. Şemseddîn, a.g.m., s.693.

90 bk. Cevad Ali, el-Mufassal, V.563.

91 bk. " Geçim endişesi ile çocuklarıntztn canına kıymayın. Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz. Onlart öl­dürmek gerçekten büyük bir suçtur." (17, Isrâ 31) âyeti, bu sebebin İktisâdi faktörlerden kaynaklandığını tasrih etmektedir.

92 bk. Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 653.

93 Nahl, 16/58-59. krş. Zuhruf, 43/18.

94 Tekvir, 81/8-9.

95 bk. Cevad Ali, el-Mufassal, IV, 653.

BÎBLÎYOĞRAFYA

ALTINTAŞ, Ramazan, Bütün Yönleriyle Cahiliyye, Konya, 1988.

BUHARI, Ebû Abdillâh Muhammed, el-Câmiü’s-Sahîh, İstanbul, 1315.

CEVAD, Ali, el-Mufassai fî Tarihi’l-Arab Kable’ l-îslam, Bağdat, 1993.

ÇAĞATAY, Neşet, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Câhiliyye Çağı, Ankara 1982.

EBÛ DAVUD, Süleyman b. Eş’as es-Sicistanî, es-Sünen, Beyrut, ts.

ELMALILI, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, 1969.

FAYDA, Mustafa, "Câhiliyye", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DlA), İstanbul, 1993, VII.

FİRUZABADÎ, Necmeddîn Muhammed b. Yahya, el-Kâmûsu’l-Muhîd, Kahi­re, ts.

GÜNALTAY, M. Şemseddîn, "İslam’dan Önce Araplar Arasında Kadının Du­rumu, Aile ve Türlü Nikah Şekilleri" Belleten, Cilt: XV, Sayı: 60, s.698.

___ "Kable’l-îslam Araplar ve Tedeyyünleri", Dâru’l-Fünûn ilahiyat

Fakültesi Dergisi, Cilt: X, (1926), s.88.

Hi lTİ, Philip K., Siyasî ve Kültürel İslam Tarihi (çev. Salih Tuğ), İstanbul, 1995.

İBN SA’D, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut, 1968.

İBN HİŞAM, Ebû Muhammed Abdülmelik, es-Sîratü’n-Nebeviyye, Kahire, 1936.

İBN İSHAK, Muhammed b. Yesâr, Sîratü İbn-i İshâk, (thk. Muhammed Ha- midullah), Konya, 1981.

İBN KELBÎ, Putlar Kitabı (Kitabu’l-Asnâm), çev. Beyza Düşüngen, Ankara, 1969.

İBN KESİR, Ebu’l-Fida İsmail, M. Tefsîru İbn Kesir, (thk. M.Ali es-Sabunî), Beyrut, 1981.

İBN KUTEYBE, eş-Şiir ve’ş-Şurâ, Beyrut, 1985.

İBN MACE, Muhammed b. Yezid, Sünen, Kahire, ts.

İBN MANZÛR, Ebu’l-Fadl Cemâleddîn Muhammed, Lisânü’l-Arap, Beyrut, ts.

ÎSFEHANÎ, Râgıb, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’an, İstanbul, 1986.

ŞEMSEDDÎN, M. Mehdi, Beyne’l- Câhiliyye ve’l-îslâm, Beyrut, 1987.

MÜSLİM, Ebu’l-Huneyn b. el-Haccâc, Sahih, Kahire, 1955.

SAVAŞ, Rıza, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, İstanbul, 1992.

SEÂLÎBÎ, Ebû Mansur Muhammed b.lsmail, Simâru’l-Kulûb fî Mezâfi ve’l- Mensûb, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), Kahire, 1985.

TABERÎ, Ebû Cafer Muhammed b.Cerîr, Câmiu’l-Beyân fî Tefsiri’l-Kur’an, Beyrut, 1967.

___ Târîhu’l-Umem ve’l-Mülûk, Beyrut, 1967.

VÂKIDÎ, Muhammed b. Ömer, Kitâbu’l-Megazî, (thk. Marsden Janes), Beyrut, 1965.

ZEBÎDÎ, Muhammed Murtaza, Tâcu’l-Arûs, Beyrut, 1306.

ZÜHEYR b. Ebî Sülmâ, Divan, Beyrut, 1964.

___ Muallakât/Yedi Askı, (çev. M.Şerafeddin Yaltkaya), 1989.

İLÂHÎ YOLCULUK

Şu gördüğün kâinatın aşktır gerçek mayası

Bir ağaç gör bu cihanı, insan onun meyvası

01 emridir yüce Hakkın bu düzenli diziliş

Yine O’nun kün emriyle son bulacak bu gidiş

Dönecektir hiç kuşkusuz herşey kendi aslına

Geçilecek o âlemde önce sorgu faslına

Uğraşırken hesabıyla şeytanına yenilen

Girecektir cennetine Hak’ka uyup, sevilen

Benzeri yok bu âlemde cennetteki nazların

Duyguların, sevgilerin, mutlu kılan sözlerin

Gel! Hak’ka uy vakit varken, iyi kul ol! Sev, sevil,

Budur aslı bu ilâhî yolculuğun, iyi bil!

Yusuf Kemalettin ÖZGÜR