Makale

İSLAM VE SOSYAL DEĞİŞME

İSLAM VE SOSYAL DEĞİŞME

Dr. Adil Şahin*

GİRİŞ

Her şeyin çok hızlı bir şekilde değiştiği bir zamanda yaşıyoruz. Herkes bu değişmenin cazibesine kendisini kaptırmış gidiyor. Öyle ki, değişme artık tek değişmez bir kuralmış gibi toplumları etkiliyor. Her şeyin değişmesi gerektiği­ne inanılıyor. Bu inancın etkisiyle bir çok şey kendiliğinden değişiyor, kimisi de değiştiriliyor.

Değişmenin bu etkili cazibesine rağmen, toplum hayatını yönlendiren değiş­mez kanunlar yok mudur? Eğer varsa bu kanunları değişmez kılan nedir? Bu kanunlar değişmenin önünde birer engel mi? Yoksa değişmenin yönünü belir­leyen ve onun gelişme şeklinde tahakkuk etmesini sağlayan esaslar mıdır? Top­lum hayatı için birtakım değişmez esaslar koyan Islamın değişmeye bakışı ne­dir? Değişerek yenileşen her şeye olumlu, eskiyen her şeye de olumsuz gözle bakmak doğru mudur? Bütün bu sorulara net cevaplar verebilmek kolay olma­makla birlikte, bunların anlaşılmasını kolaylaştıracak birtakım yaklaşımları bu makalemizde ortaya koymaya çalışacağız.

Kainattaki her şey, buna paralel olarak toplum hayatı sürekli hareketlilik ve değişme süreci içinde sürüp gitmektedir. Toplumlar tarihteki statik ve yavaş değişen yapılarına nazaran günümüzdeki dinamik ve hızlı değişen bir karakter arz etmektedirler. Bu hızlı değişmeleri etkileyen sebeplerin başında enformas­yon teknolojisinin hızla gelişmesi ve toplumları teknoloji yarışında hızlı reka­bete sürüklemesi gelmektedir. Bu rekabet ortamında hızla gelişen ve değişen teknolojiler, insanlara yeni hayat tarzları sunmakta ve toplumsal yapıları hızla değiştirmektedir. Reklam sektörleri bu değişme sürecini önemli ölçüde etkile­mektedir. Bu değişmeleri, menfaatleri doğrultusunda kullanan ve menfaatleri­ni birkaç misli katlayan teknoloji şirketleri, değişmenin önündeki engelleri aş­mak için çoğunlukla herhangi bir toplumsal kural tanımamakta ve ahlaki en­dişe taşımamaktadırlar. Moral değerlerden yoksun toplumlar da, tatminsizlik ve arayış içinde olmanın verdiği rehavetle her türlü değişmeye açık bulunmak­tadırlar.

Hızlı teknolojik ve toplumsal değişmelerin yol açtığı birtakım sorunların sa­dece belli toplumları değil, gezegenimizi tehdit eder duruma gelmesi; doğuda ve batıda bir çok düşünürü ‘değişme’, ‘gelişme’ ve ‘ilerleme’ kavramlarını yargıla­maya itmektedir. Zira insanlık ilerleye ilerleye nihayet dünyayı tüketme nokta­sına gelmiştir. Dünyanın tabii zenginliklerinin sonsuz olmadığı ve bir gün tü­keneceği anlaşılmıştır. Yanlış teknolojilerle çevre tahribatı korkunç boyutlara ulaşmıştır. Bu tahribattan, dünyayı adeta bir şefkat yumağı gibi saran ve dün­yadaki canlı hayatı güneşten gelecek zararlı ışınlara karşı koruyan ozon taba­kası da nasibini almıştır, insan eliyle kirletilmemiş tabiat köşelerinin kıymeti yavaş yavaş anlaşılmaya başlanmıştır. Çünkü bu güzide yerler giderek azal­maktadır.

Tabiatta insan eliyle meydana getirilen tahribat, Kur’an’da ifadesini şöyle bulmaktadır: "insanların işlediklerinden dolayı karada ve denizde fesat zuhur etti."1 Gerçekten de bu hızlı değişmelerin meydana getirdiği fesat karalarla sı­nırlı kalmamış, denizlerde de kendini göstermektedir.

Tabii çevrede meydana gelen tahribat ve kirlilik, gözle görülür elle tutulur bir mahiyet az ettiği için, yol açabileceği facialar fark edilmiş ve her toplumda çevre bilincinin ehemmiyeti anlaşılmaya başlanmıştır. Hatta memleketimizde olduğu gibi bu olumsuzlukları düzeltmek ve çevreyi korumak için müstakil ba­kanlıklar kurulmaktadır. Hızlı değişmenin sosyal yapıda meydana getirdiği tahribat geç fark edilmekle beraber, bozulma ve çözülme eğilimleri o kadar yaygınlaşmıştır ki, bunların düzeltilmesi çevre sorunlarından daha hayati hale gelmiştir. Esasen toplumlardaki yozlaşma ve çözülme belirtileri çevre sorunla­rının yaygınlaşmasının da başlıca sebebidir.

Sosyal değişmenin ideal şekli, madde ve mana dengelerinin korunarak fert ve cemiyet menfaatlerinin paralel tutularak gerçekleşmesidir. Ancak fiiliyatta bu denge düz bir çizgi gibi korunamamakta, değişik zikzaklar çizmektedir. Madde ve mana hedeflerinden birini ihmal ederek, veya ferdi cemiyete, cemi­yeti ferde feda ederek meydana gelecek değişmeler, birer gelişme değil ancak çözülme ve bozulma olabilir. Her türlü aşırılıktan uzak, dengeli toplum olma özelliği, hem sosyolojinin ideal toplumlar için ön gördüğü bir gereklilik, hem de Kur’an’da Allah’ın İslam toplumu için belirttiği bir vasıftır: "insanlara ör­nek olmanız için sizi dengeli (vasat) bir toplum kıldık."2 Toplum hayatının bu ideal denge içinde korunarak değişmesinin ve bu gelişmesinin sağlanması için birtakım sabit kuralların olması gereklidir. Bu kurallar, insanlığın insan olma meziyetinin temel prensipleridir. Değişme modasına kapılarak bu prensipleri değiştirmeye kalkmak, toplumları değerden mahrum hale getirir ve çözülmele­ri hızlandırır. Batı medeniyetinin tesiriyle içine düştüğümüz çıkmaz yol bundan farklı değildir, içine düştüğümüz çelişkilerin fark edilmesiyle beraber fıtrata, dengeli hayata dolayısıyla İslam’a dönüş eğilimleri artmaktadır.

İslam’a dönüş eğilimleri de bir değişim sürecini ihtiva etmektedir. O halde salt değişmenin kendisi değil, bu değişmenin izlediği trendi (yolu) yargılamak durumundayız. Kur’an değişmenin daha ziyade insanların nefislerinde yaşandı­ğım, sosyal değişmelerin ise nefislerdeki değişme doğrultusunda ilahi iradeyle gerçekleştirildiğini vurgulamaktadır. "Bir kavim kendi nefislerini değiştirme­dikçe Allah onları değiştirmez."3 Kişiler müspete doğru değişirse toplum da müspete, kötüye doğru değişirse toplum da kötüye doğru değiştirilir.

İslam’da sosyal değişmeler neticesinde toplumun aldığı yeni şekil, İslam’ın temel prensiplerine uygunluk arz ediyorsa tasvip edilir; değilse uygun hale ge­tirilmeye çalışılır. Yüz yılda bir geleceği ifade edilen müceddidler sosyal değiş­meler esnasında asli mihverinden çıkan toplumları yeni şartlar çerçevesinde as­lına döndürürler. Bu aslına dönüş, fiziki olarak geriye gidiş değil; asılda mev­cut olan erdemlere hayatiyet kazandırmaktır. Bu geri bakışta bilgisayarları bı­rakarak kemiklere yazı yazacak değiliz. Ancak kemiklere yazı yazan o yüce in­sanların erdemine son derece ihtiyacımız var. işte müceddidler, eskinin güzel­likleriyle yeninin güzelliklerini ideal bir senteze tabi tutarak toplumların yolu­nu aydınlatır, önünü açarlar. Sosyal değişmelerin çözülmeye sapmadan gelişme şeklinde tahakkuk etmesini sağlarlar. Bu mürşitlerini yetiştiremeyen Müslü- manlar, bocalamaktan ve yabancıların elinde oyuncak olmaktan kurtulamaz­lar. Neticede muhafaza etmek isteyecekleri din ve inançlarının aslında ellerin­den kaymış olduğu ve içlerinin boşaltıldığını fark edemezler. Bu bakımdan de­ğişmeler karşısında sağlıklı bir tutum takınmak ve Islami tavrı koyabilmek için, Kur’an’da bizden istenen ‘akletme’ melekesini çok iyi kullanmamız gerekir. Bu sayede ancak değişmelerin arkasından sürüklenen bir vagon değil, onları belir­leyen ve sürükleyen lokomotif olabiliriz. Bütün bunları yaparken belli kuralla­rı benimseyip metodik düşünmek ancak kuralları da kendimize ayak bağı yap­mamak yöntemimiz olmalıdır.

İslam’ın değişmeden fazla etkilenmeyen itikat ve ibadet kuralları dışındaki içtimai prensipleri, tek boyutlu olarak ele alınacak hususlar değildir. Bu pren­siplerden evrensel olanları, tarihsel olanları bulunabilir. Veyahut evrensel olan­ların tarihsel şartlarda muhtelif uygulamaları olabilir, hatta uygulanmayabilir. Biz kendimizi tarihsel şartların hapsediciliğinden çıkararak evrensel prensiple­ri farklı formlar içinde de olsa muhafaza etmeye çalışmalı ve değişmenin cazi­besine kapılarak o prensiplerle oynamamalı ve tahrife yönelmemeliyiz.

Diğer yandan evrensel bir kıymete haiz olmayan, tarihin bir zamanında önemli fonksiyonlar icra etmiş ancak bugün için kıymeti harbiyesi kalmamış geleneklerin ve değer yargılarının da muhafazasında ısrar etmemeli, onlar yeri­ne ikame edilecek evrensel olmasa da tarihsel olarak günümüz şartlarında işlev görecek değişme ve gelişmelere açık olmalıyız. İslam’ın genel tavrı bunu gerek­tirmektedir. Makalemizin değişmeye ilişkin sosyolojik boyutunu ele aldıktan sonra tslami yaklaşım çerçevesinde bu hususla ilgili konulan, örnekleri ve Müs­lümanların problemlerini ele almaya çalışacağız.

Şimdiden bu tespiti yapabiliriz: Hızlı değişmelerin yaşandığı günümüzde bu değişmelerin müslümanlar açısından oluşturduğu problemler, din kaynaklı ol­maktan çok insan kaynaklıdır. Yani müslümanların kendilerinden kaynaklan­makta, İslam’ın sahip olduğu dinamizm müslümanlarda maalesef bulunma­maktadır.

İslam’ın değişmeye bakışını sağlıklı değerlendirebilmek için öncelikle değiş­menin ne olduğunu sosyolojik olarak ortaya koymamız faydalı olur.

I- SOSYOLOJİK YAKLAŞIM

A- Kavramlar

Sosyal değişmenin çağrıştırdığı kavramların başında ‘tekamül’, ‘ilerleme’, ‘gelişme’, ‘bütünleşme’ ve ‘çözülme’ gelmektedir. ‘Değişme’ değer yargısı taşı­mayan tarafsız bir kavram olmasına karşılık, diğer kavramlar değer yüklüdür. Bunlardan ‘tekamül’ nispeten objektif kriterlere istinat ediyorsa da "ilerleme­nin nihai hedefi ferde veya cemiyete ait düşünce ve emellere göre tespit edilir."4 Bu düşünceler farklılaştıkça ilerleme hakkındaki yargı da farklılaşacaktır. Ki­mine göre ilerleme telakki edilebilecek bir değişme, başkalarına göre gerileme olarak algılanabilir.

‘Gelişme’, ‘bütünleşme’ ve ‘çözülme’ kavramları değişme gibi yansız olma­yıp değer yüklü olmalarına rağmen nispeten objektif kriterlere dayanmaktadır­lar. Mesela gelişme kavramı daha çok değişmedeki olumlu farklılaşmayı orta­ya koyar ve bunun çeşitli objektif kriterleri vardır. Bunlar arasında "iktisadi re­fahın artışı, beşeri kaynakların gelişmesi, orta sınıflaşma, rasyonel düşünme alışkanlığının yaygın bulunması sosyal ve kültürel seviyenin yükselmesi, fert ve toplum menfaatlerinin birbirine paralel olduğu görüşünün yaygınlaşması, diğergamlık gibi özellikler" sayılabilir.5

Bütünleşme ve çözülme kavramlarının konumuz açısından önemi, toplu­mun muhtelif değişme süreçlerinde bütünleşmeyi muhafaza edip etmediğini, çözülme eğilimine girip girmediğini tespit etmek, değişmelerin bütünleşmeye veya çözülmeye hizmet eden cihetlerini ortaya koymaktır. Bunların sosyolojik tespiti İslam’ın değişme karşısındaki tutumunu ele alırken işimize yarayacaktır.

içtimai bakımdan bütünleşme sosyal yapının çeşitli unsurları arasındaki bir­birini tamamlayabilme durumudur.6 Çözülme ise topluluğu meydana getiren sosyal ilişkilerin bütünlüğü bozacak şekilde gevşemesidir.7

Sosyal ilişkiler belli zaman içinde kazanılmış normlara, adet ve geleneklere göre işler. Sosyal değişmeler esnasında bu normlar ve gelenekler de az veya çok değişikliklere uğrar. Uzun zaman süreçlerinde kazanılmış normların değişikli­ğe uğraması, yerlerine yenilerinin ikame edilmesini çoğu zaman güçleştirir. Ni­tekim kültür değişmelerinde de benzer durumu söz konusudur.8 Diğer yandan toplumun maddi ve manevi kültür unsurları ve buna bağlı olarak ilişkiler aynı hızla değişmez. Bu değişmelerde meydana gelen gecikme ve yerine ikame ede­meme durumu, sosyal ilişkilerin gevşemesine ve çözülmeye hizmet eder.

Bu yüzden içtimai yapıda yapının temelini oluşturan değişmez değer yargı­larının (sosyolojik anlamda) bulunması gerekir. Bu değer yargılarının değişme ve gelişmeleri yönlendiren, bunların aldığı yeni şekillere uyum sağlayabilen ref­lekslere sahip olmaları bütünleşmeye hizmet eder. Bazan "değişme vetireleri, sosyal sistemi değiştirirken onu muhafazaya da yardım edebilir. Aynı bünyenin uzun zaman muhafazası bir bütün olarak tamamiyetini kaybetmesine yol aça­bilir"9 O halde sosyal bünye değişme ve gelişmelere açık olmak durumundadır. Hayatiyetini sürdürmesi, sabiteleri ile değişkenlerini iyi tespit etmesine ve sağ­lıklı bir değişmeyi gerçekleştirmesine bağlıdır.

B- Teoriler (Değişme Modelleri)

Filozoflar ve sosyologlar ne kadar engin düşünce zenginliğine sahip olurlar­sa olsunlar çağının çocukları olmaktan kendilerini kurtaramazlar, ister istemez içinde yaşadıkları zamanın şartları kendilerini etkiler. Kaldı ki sosyal olayların karmaşıklığı, oluşlarına etki eden faktörlerin çeşitliliği, sosyal süreçlerin değiş­me vetirelerini belirlemeyi daha da güçleştirir. Bu çeşitli faktörlerden bazıları değişik zamanlarda daha belirgin bir şekilde öne çıkar ve bu öne çıkan faktör­ler filozofları etkiler. Onlar da düşüncelerini etkilendikleri faktör çerçevesinde oluşturma hatasına düşerler ve çoğu kez bu kolaycı metot, muhtemel daha baş­ka faktörleri göz ardı etme sonucuna götürür. Değişme modellerinde de bu tes­pitlerimizi doğrulayan özellikler göze çarpmaktadır.

19. yy. aydınlanma filozofları, sanayi inkılâbının oluşturduğu hızlı gelişme, ilerleme süreçleri esnasında tekamülcü bir değişme modeli geliştirmişlerdi.10 Bu modele göre toplumlar sürekli düz çizgi halinde, belli bir nizam içinde istika­met göstererek ilerleyecekler ve olgunluğa erişeceklerdi (perfectibilty)." Yaşa­dıkları asırdaki şartlar kendilerini değişik nüanslarla böyle bir model kurmaya itmişti. Hatta Auguste Comte bu nazariyeyi geriye doğru da işleterek sosyal olayların tarihini teolojik, metafizik ve pozitif devreler olmak üzere üç safhaya ayırmıştı.12 Bu anlayışa göre tarihin bir döneminde sosyal olaylar dinle açıkla­nıyordu. Daha sonra bu büyü, sihir vs. şeylerle açıklanır oldu. Nihayet 19. Asırda pozitivizmle açıklanmaya başlandı ki ona göre bu en geçerli ilmi ve gü­venilir metottu. Pozitivizme olan güvenini o denli pekiştirdi ki onu alternatif bir din haline getirdi ve ilmihalini yazdı.13

Bu devrin aydınları sanayi inkılâbının getirdiği kendine güvenle, devrin ilmi anlayışı olan pozitivizme o denli güveniyorlardı ki, 1880’lerde Tanrının gize­mini ve otoritesini yeryüzüne indirdiklerini iddia ediyor, "kainatta keşfedilecek bir sırrın kalmadığı veya daha ihtiyatlılar, yedi sırrın kaldığım ileri sürüyorlar­dı."14 Bu anlayış Albert Einstein’in izafiyet teorisini ortaya atması ve kainatta her şeyin mümkün olduğunu ileri sürmesiyle sarsıldı. Böylece pozitivizm daha temkinli bir noktaya çekildi.

Filozofların kendi yaşadıkları devrin şartlarından etkilenmelerine misal ola­bilecek bir diğer filozof Marx’dır. Geliştirmeye çalıştığı çatışmacı model böyle bir etkilenmenin izlerini taşımaktadır. Tez x antitez = sentez diye kurguladığı modelini böyle bir çatışma üzerine bina ediyor ve fikirlerini inşa ettiği dönem­de Ingiltere’de kömür madenlerinde çalışan işçilerin sefaletini görerek bu sefa­letten kurtulmanın yöntemlerini araştırıyordu. Emeği temel hak olarak kendi­sine çıkış yolu almış ve karşılığını alabilmek için mücadeleyi tek çıkış yolu gör­müştü. Bu pencereden tüm sosyal ve fiziki olayları kurgulayarak evrende uyum değil çatışmanın belirleyici olduğunu ileri sürüyor; düşüncelerini oluşturup ya­zarken zaman zaman tereddüte düştüğünde penceresinden bakıyor, sokakta kavga eden iki kedi veya iki şahıs gördüğünde bunu teorisinin doğruluğuna ka­nıt olarak kullanıyordu. Diyalektik Materyalizm dediğimiz ve komünizmle noktalanacak olan bu teorisi kendini etkileyen Ingiltere şartlarında uygulanma imkanı bulamıyor, ancak 1917 Bolşevik ihtilali ile Sovyetlerde sahneye çıkıyor­du. Çelişkilerini ve açıklarını burada serdetmeye imkan bulamadığımız bu te­ori tek yanlı olması, dengeli bir toplum modeli sunamaması ve hayal mahsulü olması dolayısıyla, uzun zaman sayılabilecek bir 70 yıl yalan propagandayla, ihtilal gücü ve zoruyla ayakta durduktan sonra tarih sahnesinden çekilmiştir.,s

Son olarak ele alacağımız ve değişmeyle ilgili yaklaşımlarımızı ifade etme­mize yarayacak ve sosyologlar nezdinde de geniş kabul gören bir diğer değiş­me modeli ‘Devri Dalgalı’ modeldir. Çoğunlukla Pitirim A. Sorokin’e atfedilen bu görüşe göre sosyal değişmeler bir ritim içinde bazen maddi ağırlıklı bazen manevi ağırlık olarak gerçekleşir. Maddi yöndeki değişmelerin belli bir yere ka­dar gelişmeyi teşvik edici olduğu, söz konusu sınırın aşılması halinde çözülme­ye hizmet edeceği vurgulanmaktadır. Aynı şeyin manevi değerler için de söz ko­nusu olduğu ifade edilmektedir. Bu sebeple en sağlıklı sosyal değişme, madde ve mana hedeflerinin birlikte gözetilerek fert ve cemiyet menfaatlerinin paralel hale getirilmesi şeklinde tahakkuk edecek değişmelerdir. Madde ve mana he­deflerinden birine fazlaca önem verildiği sosyal ritim dönemleri olabilir. Top­lumun bu konuda bir tahammül sınırı vardır. O sınırın aşılması çözümlerin başlangıcı olur.16

Bu değişme modelinin ucu sadece ilerlemeye değil, aynı zamanda çözülme ihtimaline de açıktır. Dolayısıyla toplum gerçekleriyle daha iyi örtüşmektedir. Bu dengeli modelin 20. asrın ilk yarısında 2. Cihan harbinin getirdiği felaket­lerden sonra karşılaşılan gerçeklerle oluşturulduğuna dikkat çekmek isterim. Nitekim Sorokin, bu felaketlerden etkilenerek "Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri" adlı eleştirel kitabını kaleme almıştır.17

Değişme teorileri ve modelleri açıkça ifade etmeseler de ortaya koydukları görüşlerin hemen hemen tüm insanlık için geçerli genel değişme tarzları oldu­ğunu ortaya koymaya çalışırlar. Onun için bölgesel veya mevzii değişmeleri ve­ya değiştirmeleri, bunları etkileyen sosyal ve siyasal süreçleri, istisnai kabul edip modellerinde temellendirmezler. Ancak son olarak ele aldığımız ‘Devri Dalgali’ modelin ilerlemeci bir mantıkla değil, her türlü ihtimali göz önünde bulunduran bir mantıkla ele alınmış olması, toplumların değişmelerinde var ol­duğu ifade edilen zikzakları öne sürmesi; sosyal değiştirme faaliyetlerini de dik­kate almış olabileceği gibi bir gerçekçi düşünceye bizi itmektedir.

Zira tarihin bazı noktaları vardır ki, onları dikkate almadan toplumların değişme seyrini sağlıklı olarak ortaya koymak mümkün değildir. Mesela 1789 Fransız Devrimi, 1917 Sovyet Devrimi, kendi toplumumuz açısından 1923 Cumhuriyet Devrimi bunlar arasında sayılabilir. Bu devrimler toplumların kendiliğinden olan değişmelerine birer müdahaledir ve değişmeleri hem hızlan­dırmış hem de seyrini değiştirmişlerdir.

Gerek mecburi, gerekse serbest değişmelerde olsun değişmenin hızını, yönü­nü, çapım belirleyebilmek için takip edilen metot, toplumun değişik müessese- leri ve aktiviteleri hakkında muhtelif tarihlerde anketler ve istatistikler düzen­lemektir. Böylece tarihi metot da kullanılmış olmaktadır. Muhtelif tarihlerde yapılmış olan anket ve istatistikler arasındaki mukayeseler değişmenin seyrini belirler.

Devrin sosyal şartlarından etkilenerek oluşturulan ve değişme üzerine kuru­lan bu modeller de değişmekle malûldürler. Değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğu, günümüzün moda deyimi haline gelmiştir. Buradan hareketle değişmeyen hiçbir şey tasavvur edemiyor ve gide gide değişme olgusunu değiş­meyeceği varsayılan dine kadar dayamış bulunuyoruz. Zihinleri kaplamış olan değişmenin kaçınılmazlığı, bizi dinin de değişmeye elverişli olup olmadığını araştırmaya itiyor. Çoğunlukla beklenti, dinin de değişmelerden nasibini alaca­ğını ispat etmemiz şeklindedir. Bu talebin dinin kendinden veya onu benimse­yen Müslümanlardan gelmesi durumunda talebin pek fazla problem teşkil ede­ceğini sanmıyorum. O zaman din değişmelere aktif olarak katılır ve belki be­lirleyici olur. Ancak talep, devrin değişme modasından gelince, dinin etken ol­maktan çok edilgen olması gibi bir endişe söz konusu oluyor ve ister istemez çok dikkatli olmak gerekiyor. Zira söz konusu olan yaşadığımız ve yaşayaca­ğımız tüm zamanlar için gönderilmiş olan evrensel bir dindir. Mesele kendi za­man dilimimizde, evrensel yanını bozmadan onu nasıl anlayacağımız, değişme vetireleri içine hapsetmeden değişen şartlara uyumunu nasıl ortaya koyacağımızdır.

II- İSLÂMÎ YAKLAŞIM

A- Değişmenin Boyutu

1- Çevre

İslam’ın teşekkülünde ve halifeler döneminde gerçekleşen fetihler Müslü­manları değişik çevrelerle karşı karşıya getirdi. Farklı toplumlarla, farklı kül­tür çevreleriyle karşılaşan Müslümanlar; o toplumların ihtiyaçlarını, o çevrele­rin taleplerini karşılayacak Islami yaklaşımlar belirlemek mecburiyetinde kal­dılar. Bu karşılaşmalar esnasında oluşturulan yeni yaklaşımlara verilecek en iyi misal, hicazda bulunmayıp Dicle havzasında bulunan arazi sulama meseleleri ve bunların hukukunun oluşturulmasıdır.18

İslam’ın ilk dönemlerindeki karşılaşılan problemler ve yenilik talepleri da­ha ziyade mekansal ve çevreseldi. Zamana bağlı değişme talepleri ise modern zamanların belirgin vasfıdır.19

Madem düşünceleri belli bir sistem ve plan çerçevesinde ifade etmek ve ko­nuyu anlaşılır kılmak gerekiyor; değişimin bir boyutu olarak ele aldığımız çev­re faktörüne, giriş kısmında değindiğimiz modern zamanların çevre sorunlarıy­la ilgili olarak da bakmamız gerekir.

İslam’ın yayılma dönemlerinde değişim-çevre ilişkisi, farklı çevrelerle karşı­laşma bağlamında önemli iken, küreselleşmiş ve adeta bir köy haline gelmiş gü­nümüz dünyasında bu ilişki çevrenin tahribatı açısından önemli hale gelmiştir.

içinde yaşadığımız zaman diliminde meydana gelen hızlı teknolojik değiş­meler sadece toplumların sosyal yapılarını ve davranış tarzlarını değiştirmekle kalmamış; tüm dünyayı tehdit eder boyutta çevre sorunlarını da gündeme ge­tirmiştir. Burada tahriple baş başa olan, daha ziyade fiziki çevredir. Ancak fi­ziki çevreyi tahribe koyulan insanlığın davranış normlarında bozulma olmadı­ğım ileri sürmek mümkün değildir, işte bu bakımdandır ki eskiden ilerlemeci değişim teorileri cazipken, günümüzde geldiğimiz noktanın ilerleme mi yoksa çözülme mi olduğu yaygın bir şekilde tartışılmaktadır. Öncülüğünü Batı dün­yasının yaptığı ve günümüzü temsil eden çağdaş modernist anlayışın problem­leri çözemediği anlaşılınca alternatif post-modern teoriler üretilmeye çalışıl­maktadır. Değişim süreçleri olanca hızıyla kritik edilmektedir.20

İslam dünyasının son iki yüzyıldır içine düştüğü çıkmazlara rağmen İslam’ın kendisi sadece İslam Dünyasını değil, tüm insanlığı düzlüğe çıkarabilecek öz­gün önermelere ve tekliflere sahiptir. Ancak bu özgün ve evrensel önermeler ta­rihsel ve yöresel olanlardan ayıklanarak çıkarılmalı ve İslam’ın çağımız için de­va olacak prensipleri insanlığa takdim edilmelidir. Bunu başarabilmek için İs­lam’ın özgün kaynaklarının değiştirilmesinden çok düşünen Müslüman aklın değiştirilmesi gerekir. Çünkü Cenab-ı Hak bizden statik bir aklı değil, düşünen dinamik bir aklı istemektedir.21 Değişmenin boyutu Müslüman entelektüel bi­rikimde derinleştirilmeli, özgün kaynaklarda ise zaruret dışında olabildiğince dar tutulmalıdır. Düşünen aklın değişmesini talep etmek onu önemsiz kılmak değildir. Aksine düşünen akıl, akletme vetiresinde o vetirenin bir gereği olarak değişip değişmeyeceğine veya hangi yönde değişeceğine kendisi karar verecek­tir.

2- Zaman

Değişmenin zaman boyutu modern zamanlar için çok önemli hale gelmiştir. Günümüzdeki değişmeler mekandan mekana büyük farklılık arz etmezken; za­man itibariyle çok hızlı olmaktadır. Bu hızlılık daha ziyade içtimai yapıların görünen cephesinde, mesela teknolojide, fiziki çevrede göze çarpmakta ve in­san davranışları yavaşta olsa bu değişmelere paralel olarak değişmektedir. Hz. Ali’ye atfedilen ve zamana bağlı değişmeyi vurgulayan şu söz değişmenin ehem­miyetini vurgulamaktadır: "Çocuklarınızı kendi zamanınızdan gayri bir zaman için eğitiniz. Zira onlar sizin zamanınızdan gayri bir zamanda yaşamak için halk edilmişlerdir."22

Zaman boyutu değişmenin kronolojik seyrini ifade etmekten ibaretken, bu­nun üzerine yüklenen ideolojik kavramlarla belli zamanlar kutsanmaktadır. Günümüzde çokça kullanılan çağdaş ve çağdışı kavramları böyle bir değer yar­gısıyla yüklüdürler. Bu şartlanmayla çağdaş olarak ifade ettiğimiz ve yaşadığı­mız zamanda cereyan eden olumlu veya olumsuz her şey doğal kabul edilirken, geçmişte yaşanmış ancak günümüzde de yaşanmasının hiçbir mahsuru bulun­mayan bir çok olumlu şey sırf zaman faktörüyle, geçmişle malul olması dola­yısıyla çağdışı kabul edilip aşağılanmaktadır. Bu bakımdan zamanın veya ça­ğın kutsanmasıyla ifade edilen değişme talepleri karşısında dikkatli olunması gerekir. İslam sahip olduğu seçicilik vasfıyla bu önyargılara düşmekten kendi­ni korumuştur. İslam’ın bu özelliğine birazdan değinilecektir.

B- Gelenek ve Değişme

Geleneği geniş anlamıyla "geçmişten gelerek toplumun zihniyetine ve uygu­lamasına yerleşmiş tutumlar, teoriler, kurumlar"23 olarak tarif edebiliriz. Gele­nek konusunu İslam’ın değiştirdiği gelenekler bağlamında da ele alacağımız için bu geniş tarifi yapmayı uygun bulduk. Ancak günümüz düşünürleri İslam üzerine fikir üretirlerken geleneği "semadan gelen kutsal"24 olarak ele almakta ve bununla İslam’ın geleneklerini kastetmektedirler.

1- İslam’ın Teşekkül Döneminde Gelenek ve Değişme

İslam’ın teşekkül döneminde Kur’an-ı Kerim ayet ayet sure sure inerken iki ayrı gelenekten bahsediyordu. Biri ‘peygamberler geleneği’ diğeri de ‘atalar ge­leneği’ idi. İslam Adem a.s. dan Hz. Muhammed’e kadar gelen bütün peygam­berlerin getirdiği ilahe mesajın ortak adı olması hasebiyle geçmiş peygamberle­rin geleneğine sahip çıkıyor, bu gelenekten sapmanın bir ürünü olan cahili Arap toplumunun atalar dini ile de mücadele ediyordu.

Peygamberler geleneği ve onlara uyulması Kur’an da şöyle vurgulanıyor: "işte o peygamberler, Allah’ın hidayetine eriştirdiği kimseler! Sen de onların gittiği yoldan yürü..."25

Atalar geleneği ile ilgili olarak da yüce Allah: "Onlara, Allah’ın indirdiğine uyun, denildiği zaman derler ki ‘biz ancak babalarımızın üzerinde bulduğumuz şeye uyarız. “Şayet babaları bir şey düşünemiyor, bir hidayet üzerinde de bu- lunmuyorsalar da mı (uyacaklar)"26 diye buyurarak sapık gelenekleri muhafa­zada ısrar eden müşrikleri düşünmeye davet etmiştir.

Değişmelerle ilgili olarak günümüzde sıkça karşılaştığımız ve yukarıda ör­neğini verdiğimiz zamana bağlı toptancı yaklaşımların İslam Dini’nde olmadı­ğını ve İslam’ın değişmelere ve değişme taleplerine karşı seçici olduğunu yuka­rıdaki iki örnek açıkça göstermektedir. Zira İslam teşekkül dönemi itibariyle geçmişte kalmış gelenekleri ne toptan reddediyor, ne de toptan kabul ediyor. Reddederken gerekçesi geçmiş olmak, çağ dışında kalmış olmak değil; hak na­mına bir şey ifade edememiş olmaktır. Demek ki geçmiş olsun, gelecek olsun eğer bir gelenek hak ve doğru olma özelliklerini taşımıyorsa onu muhafaza et­menin Islami bir mantığı yoktur. Ancak İslam hak üzerinde bulunmuş veya onun temsilciliğini yapmış bulunan peygamberlerin geleneğini de sırf bu özel­likleri dolayısıyla baş tacı ediyor. Teşekkül dönemindeki gelenek-değişim iliş­kisinin bu hak ve doğruluk kriteri, günümüzdeki zamana bağlı değişme talep­lerinde de bizim için bir düstur olmaktadır. Eğer bu noktayı gözden kaçırmaz­sak kendimizi zamanın büyülü cazibesine kaptırıp değişmelerin bir nesnesi ha­line gelmeyiz.

2- Teşekkül Döneminden Sonra ve Günümüzde Gelenek ve Değişme

Hz. Peygamber döneminde İslam hem teşekkül ediyor hem de yaşanıyordu. Karşılaşılan problemler ve değişik durumlar Hz. Peygamber hayatta olduğu için onun teşri yetkisiyle çözülüyor ve uygulamaları dinin bir parçası haline ge­liyordu. Bu durum dört halife döneminde özellikle Hz. Ömer döneminde ilk nesil olmanın avantajıyla sürdürülüyor, yaşayan sahabeler Hz. Peygamber’den gördükleri örneklerle kıyaslamak suretiyle karşılaşılan problemleri maslahata ve ihtiyaçlara bakarak cesaretle çözüyorlar ve İslam’ın kolaylaştırıcı esnek tu­tumundan istifade ediyorlardı. Hz. Peygamber artık hayatta olmadığı için "se­madan gelen kutsallar" anlamında gelenekleşen İslam’ın temel kaynakları do­nuk bir şekilde ele alınmıyor, hayatın maslahatına göre istifade etme yolu be­nimseniyordu. Açık nassla tespit edilmiş olmasına rağmen, Hz. Ömer döne­minde hüküm süren kuraklık yıllarında, zarurete binaen işlenmiş olabileceği düşüncesiyle hırsızlık cezalarında el kesme haddi uygulanmamış değişik bir ifa­de ile yapılan işi dini kriterlere göre "hırsızlık" saymamış, yaygın olan açlık tehlikesi haddi düşürmek için kendi başma yeterli bir sebep telakki edilmiştir. Yine açlık ve susuzluktan çaresiz kalan ve bu yüzden zina eden kadınlara da had tatbik edilmemiştir.27 Daha çok Hz. Ömer’in tasarrufu olan bu uygulama­lar çevre şartlarının meydana getirdiği maslahat dolayısıyladır. Yoksa Hz. Ömer bu uygulamalarıyla Kur’an’daki temel nassları bütünüyle değiştirmiş de­ğil, onların konusunu teşkil eden temel olayları yaşadığı zaman içindeki şartla­ra göre yeniden tanımlamıştır. Bu sebeple "Hz. Ömer Kur’an’daki ve sünnette­ki bazı hükümlerin değişmesi fikrinin belki de ilk prototipi sayılabilir"28 fikri kanaatimce yanlıştır. Hz. Ömer hüküm değiştirmemiş sadece hükümleri zama­nının el verdiği şartlarda farklı şekilde uygulamıştır. Bu uygulama refleksi ve İs­lam’ın kaynaklarından dinamik bir şekilde istifade etme imkanı, mezheplerin teşekkülünü takiben özellikle imamı Azam gibi ekol müçtehitlerden sonra sür- dürülememiş, İslam Hukuku değişmez nassları ve değişebilecek fıkıh kuralla­rıyla beraber dondurulmuş ve bu dondurmadan sonra İslam’ın yaşayan hayat­la olan bağı maalesef zayıflatılmıştır. "IV. Asırdan itibaren mutlak içtihad fa­aliyetlerinin fiilen duraklaması ve giderek nadir hale gelmesi"29 bu zayıflama­nın işaretidir.

a- İtikat İbadet ve Değişme

Mezheplerin oluşturduğu ve yoğun ictihadların yapıldığı dönemlerden bu yana söz konusu içtihadların adeta değişmez veriler gibi algılanıp uygulanır ol­masının, İslam Dini’nin ibadetle ilgili içtihadlar bakımından kutuplarda namaz gibi birkaç yeni içtihad ihtiyacı dışında fazla problem çıkarmadığı hatta ibadet hayatına sürekli bir düzenin getirilmiş olduğu söylenebilir. İslam tarihinden bu güne "insan fıtratında bir değişiklik olmadığına göre insanla Allah arasındaki ilişkileri düzenleyen itikat ve ibadetlerle ilgili hükümlerin değişmesine zaten ge­rek de yoktur. Bunların her zaman ve mekanda muhafaza edilmesi zarureti var­dır... ibadet konularında ihdas edilecek her yenilik bid’attır ve merduttur."30

ifade edildiği gibi itikat ve ibadet konularında zamana ve çevreye bağlı ola­rak herhangi bir değişimin olmasına hem fazla bir ihtiyaç yok, hem de müm­kün değildir. Ancak itikadla ilgili olarak, konulmuş itikadların değiştirilmesi anlamında değil, bu itikadların inançsızlar karşısında savunulması anlamında zamana ve mekana bağlı birtakım savunma tekniklerinin değiştirilmesine ve geliştirilmesine ihtiyaç vardır. Birtakım sapık mezheplerin türemesi esnasında, bu mezheplere karşı İslam’ın değişmez itikadlarını savunma amacıyla gelişen kelam ekollerinin günümüz şartlarında yenilenmesi zarureti açıktır.

Gelişen ilim ve teknolojinin yaratılmış kainat hakkında bizim istifademize sunduğu yeni bilgiler kelam ilminde yeni yaklaşım tarzları geliştirmemizi zaru­ri kılmaktadır. Ameli mezheplerde olduğu gibi itikadi mezheplerde de Eş’ari ve Maturidi ekolleri adeta dondurulmuş, daha sonraları özellikle Hicri VIII. Asır­dan XIV. Asra kadar katı bir gelenekçi anlayış ve mezhep taassubu sürdürül­müştür.31

b- Muamelat Nasslar ve Değişme

İslam Dini’nin gelenek ve değişme arasındaki ilişkinin hem mekansal (çev­re) hem de zamansal olarak en yaygın olabileceği alan, içtimaiyatla yani "mu- amelat"la ilgili alandır.

İslam muamelatla ilgili olarak koymuş olduğu birtakım sabitelere, nasslara sahiptir. Bu nassları değişmez genel prensipler kabul edebilirsek de bunların ta­rih içindeki uygulanma şekillerinin ve mikyaslarının çeşitli olabileceğini ileri sürebiliriz. Değişme ve yenilenmelerin tarihi süreci içinde aldığı ve alması ge­rektiği şekli, dinin yenilenmesi bağlamında Ali Şeriati şöyle ortaya koymakta­dır: "Yenileşmeden amaç İslam’ın kendisi olan değişmez gerçeğin yenileşmesi değildir... dini düşüncenin yenilenmesi şu anlamdadır: Değişmez gerçek, gele­nek, soy, toplum, kültür, inanç, birey felsefe ve ruh kapları içinde yer aldığında bir süre sonra toplumsal ve tarihsel koşulların ürünü olan ve değişebilen kap­ları değiştirmek gerekir. Çünkü bu kutsal gerçeğin kabını değiştirip yenilemez­sek kabın içindeki yitip gider... ölümsüz bir gerçeği eskiyebilen değişken bir ka­bın içine yerleştirdiğimizde, bu anlam hep bu kalıpla birlikte olduğu için bir­kaç kuşağın geçmesiyle içeriğin hangisi, kabın hangisi olduğu anlaşılmaz hale gelir. Tehlike budur.32 Gerçekten bu tehlike, İslam’ın aktif ve dinamik misyo­nunun durağanlaştığı dönemlerde, bu dönemlere paralel olarak yükselen batı medeniyetinin meydan okumalarına karşı İslam’ı koruma adına takınılan tak­litçi tutumlarda kendini göstermiştir. İslam adına bir takım şekiller ve kalıplar muhafaza edilmeye çalışılmış, o kalıplar içindeki asıl muhafaza edilmesi gere­ken değişmez özün çoktan kaybolduğu fark edilememiştir.

Günümüzle ilgili olmasa da özle şekil veya asılla furuğ arasındaki dengesiz­liğe örnek olabilecek bir misali İslam Tarihi’nden vermek istiyorum: "Abdul­lah bin Ömer’in yanma bir adam gelerek: "ihram halinde elbiseye sivri sinek kanı bulaştığı yahut sinek öldürüldüğü zaman ne yapmak lazım geldiğini so­rar." Ibn-i Ömer ona: "Sen nerelisin?" der. Adam: "İraklıyım" deyince Ibn-i Ömer: "Hele şuna bakın: Resulullah a.s.’ın oğlunu öldürdüler de şimdi bana sivri sineğin kanından dolayı ne yapmak lazım geleceğini soruyor. Halbuki ben Resulullah a.s.’ın: "Haşan ve Hüseyin ki, onlar benim dünyada öpüp kokladı­ğım iki reyhanımdır." Buyurduğunu işitmişimdir." dedi."33

Yukarıda hadisede sivri sineğin hükmünü soran İraklının Hz. Hüseyin’in şehadetiyle Iraklı olmaktan başka bir alakası elbette yoktur. Ancak Ibn-i Ömer’in tavrı İslam’ın detaylarında gösterdiğimiz hassasiyeti temel konuların­da, hele hele Hz. Peygamber’in biricik torununun yine Müslümanlar eliyle şe­hit edilmesinde göstermediğimizi vurgulaması bakımından manidardır.

c- Siyaset ve Değişme

İslam’ın sabit nasslarla fazlaca bağlayıcı hükümler vaz etmediği ve sadece prensipler bazında hükümler koyduğu alanlardan biri siyasal alandır. İslam, Müslümanların idari meselelerini kapsayan bir siyasi model sunmamıştır. An­cak hangi modelle idare edilirse edilsin koymuş olduğu ve vazgeçilmez saydığı asgari prensipleri vardır ve bunlardan ikisinin; insanlara zulmetmemek ve isti­şare olduğunu ileri sürebiliriz. Dört halife döneminde halifelerin şura ile de se­çilmiş olması, demokrasiyle benzerlikler kurmamıza bizi itmektedir. Ancak biz bu benzerliği çağımızdaki demokrasi tecrübelerimizden sonra kurma imkanına sahip olmuş ve İslam’ın demokrasi ile bağdaşıp bağdaşamayacağını, benzerlik ve ayrılık noktalarını geniş çapta tartışmaya başlamışız.

Halbuki Hz. Muaviye ile başlayan ve günümüze kadar süren uygulamalar, İslamiyet’le tamamen örtüşmese de fiili bir durum olarak algılanmış ve meşru­iyet zeminleri bulunmaya çalışılmıştır. Her devirde siyasal problemlerin en ide­al bir şekilde halledilme imkanı fiili durum nedeniyle mümkün olamamış, hat­ta teorik bir usul de İslam Hukuku’nda olduğu gibi oluşturulamamıştır. "Kur’an’ın meşrevet ve adalet ilkelerini de içine alan, içtimai-siyasi ahlak felse­fesini konu edinen bir tek eser yoktur"34 diyen Mehmet S. Aydın’ın bu tespiti Ahkamu-s Sultaniye kitaplarını dikkate alırsak fazla iddialı gözükse de haklı sebeplere dayanmaktadır. İslam’ın şura prensipleri, sultanın emrinde çalışan birkaç müşavir ihdas etme şeklinde geçiştirilerek bu prensip sistematize edile­memiştir. Şura’nın ruhuna uygun, bu günkü demokratik sistemlerin erişemedi­ği erdemli siyasal modeller Müslümanlar eliyle geliştirilebilecekken maalesef bu saha ihmal edilmiştir. Belki de böyle bir gelişmeyi ve çalışmaya zaruri kıla­cak sınıf çatışmaları, mezhep savaşları ve iç karışıklıkların; İslam dünyasında nispeten statik sayılabilecek değişmeden uzak uzun asırlar boyunca bulunma­ması böyle bir sonucu doğurmuştur. Çünkü Avrupa bu günkü demokratik se­viyesine böylesi kavgaları yaşayarak ve bu kavgalardan çıkış yolları arayarak ulaşabilmiştir.

Artık müslüman entelektüeller üzerine düşen görev, insanlığın siyasi saha­da yaşadığı tüm tecrübeleri göz önüne alarak demokrasilerin de karşılayama­dığı daha erdemli modelleri İslam’ın dinamik yapısından çıkartıp insanlığa sun­maktır. Yoksa demokrasiyi bizim geliştirmemiş olmamızın verdiği eziklikle, batıya karşı özür dileyici bir tavır içine girmek ve mevcut demokrasiyi İslam’a onaylatmak değildir.

Demokrasi bizzat kurucuları tarafından yoğun eleştirilere tabi tutulmuş ve insanlık için biricik çıkış yolu olmadığı vurgulanmıştır. Churchill’e ait olduğu söylenen: "Demokrasi en iyi ikinci rejimdir. Birincisi henüz bulunamadı" veya "Demokrasi en iyi yönetim şekli değildir. Ama kötü yanları en az olan bir yö­netim şeklidir."35 ifadelerinin yanında, demokrasinin mucitleri arasında sayılan J.J. Rousseau’nun demokrasiye getirdiği eleştiri manidardır. "Kelimeyi tam an­lamıyla alırsak gerçek demokrasi hiçbir zaman var olmamıştır ve olmayacak­tır. Çoğunluğun yönetmesi azınlığın yönetilmesi doğal düzene aykırıdır... Bir tanrılar ulusu olsaydı, demokrasiyle yönetilirdi. Böylesi olgun bir yönetim in­sanların harcı değil."36

Rousseau’nun son cümlesini Islami bir mantıkla okumaya çalışırsak, şu çı­karımlarda bulunabiliriz: "Bir tanrılar ulusu" tabiri onun için normal sayılabi­lecek bir tabirdir. Zira teslis inancının hakim olduğu bir kültür çerçevesinde ye­tişmiştir. Bir Tanrı ulusu da olmayacağına göre; Rousseau’nun hayal ettiği ulu­su Tanrı’nın ahlakıyla ahlaklanmış insanlardan oluşan bir ulus olarak okuya­biliriz. Böyle okuduğumuz takdirde bu durum: "Allah’ın boyası (ile parlayın). Boya yönünden Allah’dan daha güzel kimdir. Biz ancak ona kulluk ederiz"37 ayetiyle örtuşeceği gibi, "Allah’ın ahlakıyla ahlaklanınız..."38 hadis’inin de ge­reği olacaktır.

işte bizim problemimiz ve başarmamız gereken şey, insanlarımızı Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmış hale getirmek ve Kur’an ve Hadis’in ön gördüğü şekilde bunu başarmaktır. Bu başarıya ulaşmak zor olmakla birlikte mümkündür, işte o zaman Rousseau’nun "böylesi erdemli rejim insanların harcı değil" dediği ve umudunu yitirdiği erdemli rejime ve topluma sahip olabiliriz. İslam tarihinde umudumuzu kıran talihsiz örneklere sahipsek de olumlu örnekleri bulmamız da mümkündür. Gerçekten insanlığın önünü açacak daha tatminkar ve erdem­li siyasi ve sosyal çözümler bulunacaksa, bunu ya Müslümanlar başaracak ve­ yahut da Müslümanlık değerleri başkaları tarafından kopya edilerek nispî bir başarı sağlanacaktır. İslam Dini’ni örnek almak başkaları tarafından tarihte mümkün olmuş, bundan sonra da mümkün olabilecektir. Bir örnek vermek ge­rekirse "1789 Fransız Ihtilali’nden sonra hemen hemen Avrupa’da ortaya ko­nulan ilk sivil kanun olan Fransız ‘Code Civil’in İslam Hukuku’nun Ahmed Ibn-i Hanbel’e ait yorumunun tercümesinden devşirildiği."39 ortaya konulmuş­tur.

C- Evrensellik Tarihsellik ve Değişme

Kur’an’ın ve bir dereceye kadar bağlayıcı sünnetin evrensel mi yoksa tarih­sel mi olduğu son zamanların popüler tartışma konusudur. Kur’an’ın özellikle bağlayıcı nasslarının evrensel olduğunu kabul edersek, bu aynı zamanda onun değişmez olduğunu kabul etmemiz anlamına da gelmektedir. Eğer tarihsel oku­ma biçimini benimsersek Kur’an’ın sabitelerinin değişmeye açık olduğu fikrini bir dereceye kadar benimsiyoruz demektir.

Bu konuda kendi yaklaşımımızı belirlemeden önce mevcut yaklaşımların konumuzla doğrudan bağlantılı olanlarına değinmeye çalışalım. Mesela daha çok Fazlur’ Rahman’ın etkisinde olan tarihsel yaklaşımlardan birinde, şu ifade­ler yer almaktadır: "Kur’an’m toplumsal olayla ilgili kölelik, aile, ceza, ticaret, savaşla ilgili fiili yasamalarını (bu yasamaların dayandığı ahlaki ilkeleri değil) miladi 7. Yüzyılda belirli (reel) bir sosyo-politik, kültürel, coğrafi, ekonomik, demokratik, ekolojik yapıda atılabilecek en nihai, en doğru, en adil ve ahlaki adımlar olarak görmek gerektiği kanaatindeyiz. Tekrar belirtelim ki, bu hü­kümlerin ‘tarihte’ verilmiş olmaları onların evrenselliklerini engellemediği ve kesin olarak zorunlu da kılmaz. Bu hükümlerin bu gün de gelecekte de geçerli olup olmadıkları "mevrid-i nasta içtihada mesağ yoktur" gibi dogmatik bir inançla değil, ancak bu hükümlerle hangi maslahatların gerçekleştirildiğinin belirlenmesine ve bu maslahatların 1400 yıllık toplumsal değişmeye rağmen hala değişip değişmediğinin, Fazlur’ Rahman’ın işaret ettiği gibi dürüst Müslü­man araştırmacılar tarafından ortaya konulmasına bağlıdır."40

Yine bir başka yaklaşıma göre "Kur’an evrensel bir manifesto değil, tarihin içinde tarihe yönelik tarihsel bir hitaptır."41 ilahi kelamın tarihe hapsedilmesi anlamına gelecek bu yaklaşımın doğurduğu mahsuru gidermek için şöyle bir açıklama da getirilmiştir: "sözünü ettiğimiz diyalektik ilişki, Kelamullah ile ‘ta­rih’ arasında değil, vehyedilen Kitap ile tarih arasındadır, ilahi kelam aşkındır, oradadır, mutlaktır, vahiy ise onun aktüelleşen bir formudur."42 Bugün elimiz­deki Kur’an o tarih diliminden çıkması muhtemel yüzlerce Kur’an’dan sadece biridir."43

Tüm yaklaşımları ve bunların detaylarını burada ele almak ve tartışmak bu makalenin vüsatini aşar. Onun için tarihsel yaklaşımı, verdiğimiz iki örnekle ifade edebileceğimizi varsayıyor ve bu yaklaşımlara eleştirel bakan diğer değer­lendirmelere geçiyoruz:

"Son iki asırda, geleneği sorgulayarak hak olanı batıldan, olduğu gibi kal­ması gerekeni, değişmesi icap edenden ayırma, İslam’ın hayatiyetini temin eden içtihad metodunu ihya etme gayretleri başlamış, bu hareket elle tutulur, gözle görülür önemli ve Islami amaca uygun sonuçlar vermiştir. Bu arada ıslah etme ve yenileşme hareketinin uç noktalarında yer alan, dengeyi bozan, İslam’ın özünü bozulma tehlikesiyle karşı karşıya getiren düşünce, tavır ve teşebbüsler de olmuştur. Bu teşebbüslerin ortak noktası/alanı, klasik içtihad usulünü terk etmek, sünneti büyük ölçüde devreden çıkarmak, Kur’an’ı Kerim’i de yeni oku­yuş ve anlayışlarla - en azından tek tek ayetler, parça hükümler - getiren açık­lamalar olarak tarihe hapsetmek ve arşive kaldırmaktır. Modernizm diye bili­nen bu yaklaşım sahiplerine göre evrensel olan, vahyin parça açıklamaları, çö­zümleri ve hükümleri değildir; evrensel olan İslam’ın sosyal ve ahlaki amaçla­rıdır. Bu ‘sosyal ve ahlaki amaçlar nelerdir?’ sorusuna verilen cevaplar ise he­nüz tatmin edici olmaktan uzaktır. Daha doğrusu üzerine Islami libas giydiril­miş ‘batılı sosyal ve ahlaki amaçlardır, zihniyet ve hayat tarzıdır, ‘demokrasi­dir, çoğulculuktur, insan haklarıdır...’ Bizce bu yaklaşım bid’atın modern örne­ğidir. Çağdaş Islam’laşma değil, İslam’ı aşarak çağdaşlaşmadır. Klasik içtihad usulüne dönüldüğünde ise elde edilecek sonuç, sahih ölçütlerde keşfedilecek ev­rensel değerlerin ve delillerin ışığında ilerleyerek insan aklının teklediği/yetme­diği noktalarda insanlığı saadete götüren hayat modelleri sunmak olacaktır. Bu modeller de, batılı anlayış çerçevesinde demokrasi, çoğulculuk, insan hakları olmayacaktır; ancak bu kavramların hedeflediği sosyal ve ahlaki amaçlar bu­lunacak, hatta onların hayal edemediği ufuklar ortaya çıkacaktır. Bu iddianın delili, bu metodun İslam’ın altın çağında başardıklarıdır."44

Hayreddin Karaman’ın ‘İslam Gelenek ve Yenileşme’ sempozyumuna sun­duğu tebliğin sonuç bölümünden alıntıladığımız ve tarihsel yaklaşımları eleşti­ren bu değerlendirmeden sonra, düşünce ekollerinin doğurduğu kamplaşmanın mahsurlarına değinerek kendi değerlendirmelerimi ilave etmek istiyorum.

Bilimsel teoriler ve yaklaşımlar, oluşum aşamasında objektif kriterlere da­yanmasına ve eleştiriye açık olmasına rağmen, bir defa teori oluşturulup doğ­ruluğuna inanıldıktan sonra gelecek eleştirilere ve hücumlara karşı kapalı hale gelmekte ve savunma psikolojisine geçilmektedir. Böyle bir çatışma ortamında ne belli bir teoriyi eleştirenler, ne de onu savunanlar görüşlerini yeniden göz­den geçirip kritik etme ve yanılma ihtimalini göz önünde bulundurmak iste­mektedirler. Böyle bir ortamda da doğruyu ve gerçeği yakalamak zorlaşmakta­dır.

Kur’an’la ve İslam’la ilgili olarak yapılan araştırmalarda veya oluşturulan düşünce modellerinde de böyle bir sahte güvenin izlerine rastlamak mümkün­dür. "Kur’an’la ilgili bir mesele çözümlenerek yorumlandığında ‘araştırmaların neticesinde şu sonuca ulaştım. Metnin bunu ifade etmesi bana göre daha doğ­rudur’ denmesi gerekirken toplumumuzda ve İslam Dünyası’nda bazı kişiler: ‘Kur’an’a göre veya Kur’an’daki...’ etiketi altında, kendi yüzeysel görüşlerini, hiçbir ilmi boyutu bulunmadan, Allah’ın görüşü olarak takdimlerinde bir sa­kınca görmemekteler. Halbuki, metinden; delile, araştırmaya ve muhakemeye dayanarak elde edilen bilgi zorunlu değil, üretilmiş bilgi konumundadır. Gele­neği katı bir şekilde savunanlar bu dinin metnini geçmiş alimlerin tekelinde sa­nırken; gelenekselciliğe tavır almak isteyenler de ne yazık ki metnin kendi dü­şüncelerinin bir çiftliği olmadığını görmemekte ve kavrayamamaktalar.45 Yuka­rıda örneklerini verdiğimiz Kur’an’ın tarihselliği ve evrenselliği yaklaşımları da böyle bir dezavantaja sahiptirler.

Elbette ki Kur’an, tarihin belli bir diliminde, hem de 23 sene gibi çok küçük diliminde indirilmiş ve indirildiği toplumun şartlarını dikkate alarak, hadisele­re uyarlanarak gönderilmiştir. Pek çok ayetin belli bir indiriliş (nüzul) sebebi mevcuttur. Belli bir sebebe bağlı olarak inen ayetlerin, sebeplerin hususi veya ferdi olması, o ayetlerin umumi hükümler koymasına engel değildir. Bu hü­kümlerin evrensel mesajlar içermesine de mani değildir. Kur’an’ın muhatap ol­duğu toplum sadece Hz. Peygamber’in içinde yaşadığı toplum değil, onların şahsında kıyamete kadar gelecek tüm insanlık neslidir. Eğer böyle olmasaydı. Hz. Peygamber’in "hatemennebiyyin" (peygamberlerin sonuncusu)46 olmasının ve "bütün insanlara gönderilmiş"47 olmasının bir anlamı olmazdı.

"Elimizdeki Kur’an o tarih diliminden çıkması muhtemel yüzlerce Kur’an’dan sadece biridir"48 şeklinde ifade edilen tarihsel yaklaşımı, Kur’an’ın zamanla eskiyebilecek yaklaşımlarının mutlaklaştırılmaması ve dondurulma- ması anlamında olumlu karşılayabilirsek de; muhtemel diğer Kur’an’ların gelmeşine uygun çevre şartlarının oluşması durumunda o Kur’an’ların nasıl gele­ceğini ve neleri öngöreceğini önceden tahmin etmek ve ona uygun projeler üret­mek anlamında olumlu karşılamak mümkün değildir. Çünkü ortaya koyacağı­mız çıkarımların inmiş Kur’an’la uygunluğunu test edecek bir ölçüt ve metod bulmak mümkün değildir. Şayet böyle bir ölçüt ve metot inmiş Kur’an’da bu- lunabiliyorsa, başka muhtemel Kur’an’ları ön görmeye gerek yoktur. Böyle bir ölçüsüzlüğe ve keyfiliğe kapı açıldığı takdirde; her türlü düşünceyi Kur’an’a onaylatmak ve muhtemel Kur’an’larda yer alabileceğini ileri sürmek, öngör­mek mümkündür. Böyle bir fikir üretme girişimi bizi Kur’an’ın özünü yakala­ma iddiasına rağmen özünden de sözünden de uzaklaştırır.

O halde problem nedir ve bu problem nasıl aşılmalıdır? Eğer problem, 1500 sene evvel bir kabile toplumuna gelmiş Kur’an’ın evrensel ve çağımızın şartla­rına nasıl uyarlanacağı ve çağımızda nasıl tefsir edilmesi, ihtiyaçları nasıl kar­şılaması gerektiği ise -ki, değişimden kastedilen ve halledilmesi istenen problem budur- bunun çözüm yolu Kur’an’ın evrensel okuma biçimiyle tarihsel okuma biçiminin birleştirilmesi ve her ikisinin de Kur’an’da içerildiğinin kabul edilme­siyle bulunabilir. Gerçekten Kur’an tarihsel bir topluma hitap ediyor gözükme­sine rağmen, bu hitabın aynı zamanda bütün çağlara ve kıyamete kadar gele­cek insan nesline yapıldığım gösteren özelliklere sahiptir. Kur’an’ın icazı da bü­yük ölçüde burada yatmaktadır. Bunun yanında sırf tarihsel okuma biçimine sokulabilecek evrensel niteliği olmayan hususiyetler de ihtiva etmektedir. Büı tün maharet evrensel olanla tarihsel olanları birbirinden ayırt etmekte yatmak­tadır.

Açıklamalarımızı daha anlaşılır kılmak için Kur’an’dan misaller vermek mümkündür. Evrensellikle tarihselliğin tek bir ayette göze çarpmasına misal: "Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihat için bağla­nıp beslenen atlar hazırlayın..."49 Belki anlaşılması çok kolay misal ama, düş­mana karşı kuvvet hazırlamasının yaşanılan zamanlarda karşılaşacağımız çağın icabı olan her türlü kuvveti ve silahı içerdiğini ve genel bir prensip vaz ettiğini, buna mukabil atların hazırlanmasının tamamen tarihsel olduğunu ve günümüz için bir geçerliliğinin kalmadığını ifade edebiliriz. Ancak atların fiilen fonksiyo­nunu kaybetmiş olması, ayetteki tabiri göz ardı etmemizi veya çıkarmamızı ge­rektirmez. Böyle bir hareket Kur’an’ı tahrif olur. Kaldı ki hiçbir zaman atlara ihtiyacımızın olmayacağını da bu günden iddia edemeyiz. Pekala mümkündür ki yeryüzü medeniyetinin gelmiş olduğu noktada çıkabilecek bir nükleer savaş -Allah Korusun- medeniyeti toptan tahrip edebilir veya tabiattaki doğal gaz ve petrol yataklarının tükenmesi, nakil vasıtalarını çalıştıracak alternatif enerji kaynaklarının da üretilememesi durumunda tekrar başa dönebilir, her şeye sı­fırdan başlamak durumunda kalabiliriz.

Kur’an’da sadece indiği topluma değil, ondan sonra gelecek toplumlara va­at niteliğinde olan ayetlere de rastlamak mümkündür: "Ufuklarda (yer gök ve dünya memleketlerinde) ve kendi nefislerinde insanlara ayetlerimizi gösterece­ğiz ki o (Kur’an) ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?"50atları, katırları ve eşekleri binmeniz ve süslenmeniz için (yarattı). Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice (nakil vasıtaları) yaratır.”51 “Gemilerin benzerlerinden binmekte oldukları ve ileride binecekleri şeyleri onlar için biz yarattık.”52 Bu ayetlerde vaat edilen şeyleri her halde Asr- ı Saadet toplumu hayatlarında göstermemişler ve bizler bunlara şu anda şahit olmuş durumdayız. Belki bizden sonra gelecekler daha başka şeylere de şahit olacaklar ve ayetlerdeki ifadeler onları da içerecektir.

Beş bilinmez (muğayyibat-ı hamse) olarak bilinen ve bilinmezlerin çerçeve­sini hem indiği toplumun akıllarına yatacak, hem de 20. Asırdaki gelişmeleri dikkate alacak vecizlikte koyan Lokman Suresi’nin son ayetini de evrensellik bağlamında ele almak istiyorum: Orada Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Kıya­met vakti hakkındaki bilgi ancak Allah’ın katindadır. Yağmuru (O) yağdırır, rahimlerde olanı (O) bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir. Her şeyden ha­berdardır."53 Bu ayette geçen beş bilinmezin dikkatli bir inceleme sonunda mut­lak anlamında beş değil üç olduğu anlaşılır. Ancak beşinin arka arkaya sayıl­ması, Asr-ı Saadet insanına hitap için ve o dönemde beşinin de bilinmez olma­sı dolayısıyladır. "Rahimlerde olanı (O) bilir" müşkilini tarihsel okuma biçi­miyle halletmemiz gayet kolaydır. "Kur’an’ın indiği tarihteki topluma rahim­lerde olanı yalnız Allah biliyordu. O devirde ultrasenografiler, rahimlerdeki ço­cukların cinsiyetlerinin tespitinin ötesinde sakat olanlarının ana rahminde iken tedavi etme imkanları yoktu. Dolayısıyla bugün bunların biliniyor olması Al­lah’ın ayetine ters düşmez" diyerek meselenin içinden çıkabiliriz. Ancak önem­li olan bu kolaycı yola sapmak değil, ayetin çağımızdaki gelişmeleri de ön gö­rüp görmediğini tespit etmektir. Kanaatimce ayet günümüzdeki gelişmeleri de ön görmekte ve kabile toplumunun mantığına hitap ederken 20. Asırda olacak­ları da nasıl dikkate aldığının veciz örneğini teşkil etmektedir.

Ayet-i Kerime’ye dönersek yüce Allah "Kıyamet vakti hakkındaki bilgi an­cak Allah’ın katindadır" buyurarak kıyametin bilgisini ne şimdi ne de gelecek­te hiç kimsenin bilemeyeceğini ve onu bilmenin yalnızca kendisine ait olduğu­nu sarih bir şekilde vurguluyor. "Yağmuru (O) yağdırır, rahimlerde olanı (O) bilir" ifadesine gelince, yağmur meselesinde bilgiden çok güçten, yağdırma gü­cünden bahsediyor. Elbette ki yağdırma gücüne sahip olan Allah ne zaman yağdıracağını da bilmektedir. Ancak yağmur meselesini bilgi açısından ele al­mıyor ve giderek gerçeğe yakın tahminlerde bulunan ve belki ileride daha ke­sin tahminler de yapacak olan insan oğlunun çabasını boğmuyor ve ona sınır­lama getirmiyor. Hatta ayet-i kerime’yi biraz daha cesaretle yorumlar ve anla­maya çalışırsak insan oğlunun sun’i yağmurlama sistemleri ile yağdırma ame- liyesine katılabileceğini de ön gördüğünü söyleyebiliriz. Çünkü Allah "yağmu­ru (O) yağdırır derken sadece O yağdırır, başkası yağdıramaz demiyor. Kaldı ki mealde bulunan ‘O’ tabiri ayetin kendisinde yoktur, "vehuve yenezzilul gays" değil, sadece "yünezzilul gays" diyor. Bu yorum "ya’lemu mâ fîl erhâm = rahimlerde olanı (O) bilir" için de geçerlidir. Dolayısıyla yağmur ve rahim için Cenab-ı Hakk’a tahsis yoktur. Bunun anlamı "Yağmuru (O) yağdırır, an­cak başkalarının da yağdırabileceğine engel değildir. Rahimlerde olanı (O) bi­lir, ancak başkalarının bilmesine engel değildir" demektir. Mutlak muğayyebat (bilinmez) olan kıyametin bilgisini kendisine tahsis ettikten sonra bu iki husu­su yumuşak bir şekilde yukarıda açıkladığımız çerçevede araya yerleştiren Al­lah, arkasından iki mutlak gaybı da -ki çerçeve itibariyle tektir. Ancak insana hitap etmenin inceliklerini taşımaktadır- şu şekilde vaz etmektedir: "Hiç kim­se yarın ne kazanacağını bilmez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Şüp­hesiz Allah her şeyi bilendir. Her şeyden haberdardır." Bunlardan çıkartılacak çerçeve anlam geleceğin bilgisinin ne şimdi ne gelecekte kesin olarak bilineme­yeceğini ve tahminin ötesine geçilemeyeceğidir.

Ancak böyle bir tespit insanın araştırma çabasını yasaklamaz, insan yine geleceğin bilgisini elde etmek için çalışmalarını derinleştirecek, gerçeğe yakın yorumları geliştirebilecek, ancak bunlar kesin bilgi haline belki gelemeyecektir. Bunun istisnası olabilecek bir durum ancak Al-i Imran Suresinin 7. Ayetindeki "verrâsihune fil ilm" den sonra virgül koyarsak mümkün olabilecektir. "O Al­lah ki size kitabı indirdi, o kitapta hüküm veren ayetler vardır, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri müteşabihattır... o müteşabihatın tevilini Allah bilir, ilimde derinleşenler (verrâsihune fil ilm) derler ki tümüne inandık hepsi Rabbimizden- dir." Virgül yer değiştirirse: "Allah bilir bir de ilimde derinleşenler bilir" gibi bir mana çıkar. Müfessirlerden böyle mana verenler istisnai de olsa vardır.

Demek ki Asr-ı Saadet insanı için beş bilinmez olarak sıralanan bu muğay­yebat, günümüz için üçe inmiş ve bu üçü Ayet-i Kerime veciz bir şekilde içer­mektedir. Böylece Kur’an’ın evrenselliği nasıl ön gördüğü ve kıyamete kadar gelecek insanların karşılaşacakları durumları da nasıl dikkate aldığı anlaşıl­maktadır. Böyle olmasaydı Cenab-ı Hak anlatış veznini bozmaz: "Hiç kimse yağmuru yağdıramaz, hiç kimse ana rahminde olanı bilemez, hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez, hiç kimse nerede öleceğini bilemez..." şeklinde koyar.

"Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır." Şeklinde ayeti ta­mamlardı.54 Şüphesiz maksadını en iyi bilen Allah’dır. Ancak metnin zahiri bi­zi bu tefsirlere yöneltmektedir. Bu tefsir ışığında diyebiliriz ki, Kur’an gelişme­lere açık bir kitaptır.

Ahkam ayetlerinin değişme ve gelişme karşısındaki konumlarına gelince; her şeyden önce şunu söylememiz gerekir ki, İslam ve onun biricik kitabı olan. Kur’an, bütün çağlara indirilmiş olmanın verdiği sorumlulukla hüküm ifade eden hususları genellikle evrensel prensipler bazında tutmaya çalışmıştır. Altı bin küsür Kur’an ayetinden sadece iki yüz küsür, bazı yaklaşımlara göre daha az veya daha çok55 Ayetin hüküm ifade ediyor olması bundan dolayıdır. Hz. Peygamber’in sahabelere fazla soru sormalarını yasaklamasının sebebi de bağ­layıcı bir ayetin inmesine vesile olmalarını önlemek, kolaylık dini olan Islamın zorluklara boğulmasını istememesidir.56

Nassların bir çoğu, Hz. Adem’den Hz. Peygamber’e kadar gönderilmiş pey­gamberlerin getirdikleri müşterek ilahi mesajı içermektedirler. Böylece insanın ve içinde yaşadığı toplumların saadeti için gerekli vazgeçilmez temel prensiple­ri ihtiva etmektedirler. Mesela Tevrat’taki on emir ve daha başka nasslar Kur’an’da da karşılık bulmakta, Incil’in nasslarıyla Kur’an’ın nasslarının da birbirine benzerliği ve bir sürekliliğinin var olduğu gözlenebilmektedir.57 Kur’an da bunun işaretleriyle doludur: "O size dinden Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve Isa’ya tavsiye ettiğimizi şeriat (Hu­kuk Düzeni) yaptı."58 Allah size (helal ve haram olanı) açıklamak ve sizi sizden öncekilerin yollarına (yasalarına) iletmek ister..."59 Geçmiş peygamberlerin yo­luna uyması istenmek suretiyle Hz. Peygamber’in getirdiği dinin esaslarının ön­cekileriyle aynı olduğu vurgulanmaktadır, "işte onlar, Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir. Onların yoluna uy..."60 Bu emirden maksat sen sana getirdiğimiz prensiplere uymakla senden öncekilerin yoluna da uymuş oluyorsun demektir. Peygamberlere gönderilen kitaplar, insan neslinin tekamülü paralelinde teka­mül ederek gelmiş, önceleri sahifeler şeklinde indirilen ilahi emirler daha son­ra tafsilatlandırılarak Tevrat, Zebur, Incil şeklinde kitaplaştırılmış ve Kur’an-ı Kerim’le en son ve kemal şeklini almıştır. Kur’an’da elbete ki önceki kitaplar­da bulunmayan ahkam ayetleri (nasslar) ilave olarak bulunabilir. Ancak bu nasslar çoğunlukla insan neslinin temel ihtiyacını teşkil ettikleri için bütün şeriatlarda yer almıştır: Bu nassların tatbik şekilleri belki şeriattan şeriata farklı­lık arz etmiş olabilir.

Yeryüzünde inançlı inançsız, dinli dinsiz bütün toplumlarda asgari müşte­rek olan içtimai kanunlar mevcuttur. Hırsızlık, adam öldürme, yalan söyleme, zina etme, zulüm yapma vb. Misalleri çoğaltabileceğimiz bu tip fiillerin meşru sayıldığı bir toplum bulmak mümkün değildir. Bu fiillerin bazılarının birtakım toplumlarda yaygın hale gelmiş olması, aynı toplumlarda bunların meşru sayıl­dığı anlamına gelmemektedir. Her toplumda bu suçlar için konuşulmuş az ve­ya çok değişik cezalar mevcuttur.

21. asra adım attığımız günümüzde toplumumuzun ve insanlık toplumları- nın içinde yaşadığı hızlı değişmeler; insanlığı her halükarda iyiye, güzele, bü­tünleşmeye doğru mu yoksa çözülmeye doğru mu götürdüğü birinci bahiste ele aldığımız gibi tartışmalı bir konudur. Bu hızlı değişmelerin insan toplumların- da meydana getirdiği maddi tatminsizlikler ve bunalımlar fıkıh literatüründe ‘fesadüz-zeman’ (genel ahlakın bozulması)61 olarak ifade edilmektedir. Zama­nın ifsadına uğramış, toplumların ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelmiş içtimai kuralları değişmeye yanaşmadan, bütün bu bunalımlara çare olabilecek dinden değişmesini talep etmek, dinin de bu fesaddan nasibini alması anlamına gelebi­lir.

Değişme taleplerinde dinin etkenlik, edilgenlik sorununu da bir mesele ola­rak karşımızda durmaktadır. Bir etken olarak Asr-ı Saadette yeni bir toplum ortaya çıkarmış, insanları değiştirmiş olan bir din aynı vasfını bu gün de koru­masına rağmen ondan değiştirmesi değil, kendisinin değişmesi talep edilmekte­dir. Böylece din edilgen bir konuma sokulmaktadır.

Kolaylık dini olan İslam’ın nasslar bazında değişmesini talep etmeden, o nassların günümüz şartlarında uygulanabilirliği, ortamın ve maslahatın bunu gerektirip gerektirmediği üzerinde durulabilir.

Kur’an’daki içtimai nassların birtakım dengeler üzerine konulduğu gözden kaçmamaktadır. Mesela ‘kısas’ı ön gören ayetlerin62 genel esprisi "suç ve ceza dengesi"63 nin sağlanmasıdır. Adaletin sağlanması için bu dengenin muhafaza­sı, modern tabii hukukun da gözettiği bir hususiyettir. Ancak bu dengenin na­sıl sağlanacağı ile ilgili farklı yaklaşımlar aynı suçlara ön görülen cezaların top­lumdan topluma farklılık arz etmesi sonucunu doğurmuştur. Modern hukukun İslam’ın sahip olduğu gibi sabit prensipleri, vazgeçilmez ilkeleri pek fazla olma­dığı için, en temel prensiplerde bile sosyal şartlar çerçevesinde değişikliklere uğ­rayabilmektedir. Mesela idam cezaları ilkel kabul edilerek bütün dünyada kal­dırılma propagandaları yapıldığı yıllarda yoğun terör hareketiyle karşılaşılma­sı sonucu bu cezaların kaldırılması için öncülük eden ülkeler bile bunu tatbik mecburiyetinde kalmışlardır. Bildiğim kadarıyla A.B.D. nin bazı eyaletlerinde bu ceza yürürlüktedir. Ülkemiz de bu konuda önündeki önemli davalar dola­yısıyla büyük bir sınavdan geçmektedir.

Kısaca ifade etmek istediğimiz şudur ki, Kur’an’daki nasslarla ilgili olarak ifade ettiğimiz ‘kısas’ ve benzeri ‘had’ler değiştirilmesi mümkün olmayan ve ta­bii hukukun da gerekliliğini kabul ettiği sabitelerdir. "Kur’an yaşayan zalimi ödüllendirmek için öldürülen mazlumun hakkını çiğnemeye onay vermez"64 Bu cezaların hafifletilmesi adil bir tatbiki önlediği gibi caydırıcı özelliklerini de kaybettirir. Kur’an’da değişik müeyyideleri bulunan ve bu benzeri suçların üs­tesinden gelmek için toplumda suçlular lehine bozulan değer yargılarınnı eği­tim yoluyla yeniden tesisine çalışmak ve Kur’an’da ön görüldüğü şekilde olma­sa da ön görülen cezanın gerçekleştirmek istediği maslahatı temin edecek cay­dırıcı cezaların konmasına dikkat etmek gerekir. Suçlar yaygınlaşmışsa onların üstesinden gelmek, cezaları hafifleterek değil ancak ağırlaştırılarak mümkün olabilir. Ancak bunlar sadece zecri, hukuki tedbirlerle başarılabilecek hususlar değil; toplumun bu yönde bilinçlendirilmesi ve alt yapının hazırlanması şeklin­de başarılabilecek hususlardır.

Böyle bir hazırlık yapılmadan var sayalım ki Kur’an’ın tabii hukuk mesabe­sinde gördüğü hükümleri dikkate alarak benzeri uygulamaları tatbike koyuldu­nuz. Toplumun en saygın addedilen kişilerinin bile işlemeye başladığı mesela hırsızlık suçundan cezaya çarptırmanız gereken insanların sayısı küçümsenme­yecek kadar fazla olur ve bir sakatlar ordusunu kendi elinizle ortaya çıkartmış olursunuz. Bu, cezanın amaçladığı maslahat değildir. Böyle olduğu için Hz. Ömer kıtlık yıllarında karşılaşılan yoğun açlık dolayısıyla hırsızlık ve zina had­lerini tatbik etmemiştir."65 O halde maslahata ve çevre şartlarına göre uygula­malar muhtelif olabilir. Ancak bu uygulamalar Kur’an nasslarının değiştirilme­sini gerektirmez.

SONUÇ

Bütün yönleriyle ele alma imkanına bir makale çerçevesinde sahip olmadı­ğımız "Dinin Değişim Olgusuna Bakışı "m, "İslam ve Sosyal Değişme" başlığı altında incelemiş bulunuyoruz. Bu çalışma "Değişim ve Din" olgusuna bir sos- yolog-ilahiyatçı gözüyle bakmanın mütevazi bir ürünüdür.

Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar gönderilen peygamberlere verilen kitapların takip ettiği tekamül seyri (sahifelerden kitaplara geçiş), toplumların da değiştiğinin ve geliştiğinin ilahi irade tarafından kabul edilmesi anlamına gelmektedir. Nitekim Cenab-ı Hak bir olgu olarak değişmeyi kabul etmenin yanında, sorumlulukların ve tekliflerin ferdi olması dolayısıyla fertlerden nefis­lerini değiştirmelerini talep etmekte, bu ferdi değişikliklere bakarak aynı para­lelde toplumların değiştirilmesini kendi uhdesine almaktadır: "Bir kavim ken­di nefislerini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez" 66 şeklinde buyurarak değişmeler karşısında bitaraf (nötr) bir tavır takınmış; fertlerin iyiye doğru de­ğişme taleplerini, toplumu da iyiye doğru değiştirerek karşılayacağını, kötüye doğru değişme halinde toplumun da kötüye ve bozulmaya doğru değiştireceği­ni, iyi konumda olan fertlerin durumlarını muhafaza edip değişmek istemeleri halinde, toplumu da değiştirmeden istikrar halinde tutacağını, atalet ve miskin­lik içine düşmüş fertlerin hallerini iyileştirmek için bir çaba sarf etmemeleri ha­linde toplumu da aynı miskinlik içinde bırakacağını ifade etmek istemiştir. De­ğişmelerin sorumluluğunu böylece tek tek fertler üzerinde, onların cüz’i irade­lerine yüklemiştir.

O halde toplumlar değişebilir, toplumların ihtiyaçları da değişebilir. İhti­yaçları düzenleyen kurallar da şartlara ve maslahata göre değişik yorumlarla farklı tatbik imkanları bulabilir. Değişmeye açık olmayan dinin tek sahası sa­bit nasslarla belirlenmiş olan ahkam kısmıdır. Bunun detaylarına inmediğimiz için bir iki örnekle yetinerek değişmezliğin gerekçelerini ortaya koymaya çalış­tık. Dinin bu kısmının değişmez olması, dini değişmeler karşısında zor durum­da bırakmaz. Aksine değişmelerin çığırından çıkmasını önleyen bir istikrar un­suru haline getirir. Toplum bir istikrar içinde değişirse o zaman ancak sağlıklı bir değişmeden ve gelişmeden bahsedebiliriz. Bunu sağlayacak olan da dinin sa­bitleridir. Bu sabitlerle ilgili rahatsızlık ve değişme talepleri, birtakım zihniyet problemlerinden kaynaklanmaktadır. Bunların olduğu gibi kabulü ancak zih­niyetlerin Allah’ın ön gördüğü şekilde değişmesiyle mümkündür.

Makalemizi Elmalılı merhumun İslam’ın değişme karşısındaki durumunu belirleyen mütalaasıyla noktalayalım: "İslam Dini hem değişmezlik kanunu hem de değişme kanununu ihtiva eder. Alemin cereyanı hususiyle toplum ha­yatı bir taraftan istikra yani değişmezlik, bir taraftan değişme nizamları içinde yürür. Bunlardan biri sabit kanunlara, devamlılığa diğeri de gelişme ve tekamü­le hizmet eder. Bunun için sabit kanunlara dayanmayan din, din değildir. De­ğişme kanununu ihtiva etmeyen din de kamil ve umumi değildir. İslam her iki­sini bünyesinde toplar. Değişmez kanunlar ihtiva etmesi asli özelliği, değişme­ye yönelik ve değişmeye elverişli hükümler ihtiva etmesi de fer’i özelliğidir."67

Bu makalede ifade edilen görüşler hatadan vareste değildir. Yanlışlar nefsi­mizden, doğrular Cenab-ı Hak’kın lütfundandır. En doğrusunu O bilir.

*Sosyolog - İlâhiyatçı. Gazi Atik Ali Paşa Camii Îmam-Hatibi, Eminönü/İstanbul.

1 Rum, 30/41.

2 Bakara, 2/143.

3 Ra’d, 13/11.

4 Amiran Kurtkan Bilgiseven, Din Sosyolojisi, Filiz Kitabevi, İstanbul 1985, s. 352.

5 Mustafa Erkal, Sosyoloji, Filiz Kitabevi, İstanbul 1983, s.174.

6 Amiran Kutkan Bilgiseven, Genel Sosyoloji, Filiz Kitabevi, İstanbul 1986, s.285.

7 Aynı eser, s. 297.

8 Kültür değişmeleri için bak: Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, tFAV, İstanbul 1987, s. 232-253.

9 Mehmet ErÖz, iktisat Sosyolojisine Başlangıç, Fakülteler Matbaası, İstanbul 1977, s. 297.

10 Amiran Kurtkan, Genel Sosyoloji, a.g.e., s.267.

11 Aynı eser, s.272.

12 Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, içtimaiyat Dersleri, İstanbul 1971, C.l, s.5.

13 Auguste Comte, Pozitivizm ilmihali, Tere. Peyami Erman, M.E.B. İstanbul 1952.

14 A.Adnan Adıvar, Tarih Boyunca ilim ve Din, İstanbul 1969, s.408.

15 Marxizm hakında geniş bilgi için bak; Mehmet Eröz, Marxizm-Leninizm ve Tenkidi, 3.Baskı İstanbul 1978.

16 Pitirim A.Sorokin, Social and Cultural Dyinamic, Amerikan Book Co., New York 1941, C.IV, s.390.

17 Pitirim A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, Tere. Mete Tunçay, Bilgi Yayınevi, Ankara 1972.

18 Mehmet Erdoğan, İslam Hukukunda Ahlakın Değişmesi, İFAV, İstanbul 1990, s.203.

19 Mustafa Armağan, Gelenek ve Modernlik Arasında, İnsan Yayınlan, İstanbul 1995 s.256.

20 İlerlemeci değişmelerin eleştirisi için bak: Kadir Canatan, "Modernleşme Politikaları ve Ilerlemecilik", Bilgi ve Hikmet, Yaz 1994/7, s.17.

21 "Akletmeyecekmisiniz" Bakara, 2/44; "Umulur ki akledersiniz” Bakara, 2/73. "O, murdarlık (azabını), akıllarını kullanmayanlar verir." Yunus 10/100 Gibi ve benzeri ayetler Kur’an’da hayli fazladır. Biz 50 den fazla ayet tesbit ettik.

22 J.W. Draper, Niza-i Ilm-u Din, İstanbul, 1313, s.4 "Bu sözün Hz.Ali’ye ait değil, Eflatun’a ait olduğunu eski bir kaynakta mevcut olduğu İbrahim Canan tarafından ileri sürülmüştür." Bkz. İbrahim Canan, Hz. Peygamberdin Sünnetinde Terbiye, D.I.B. Yayınları Ankara 1980, s.14-15 Ancak bu sözü Eflatun’un söyle­miş olması Hz.Ali’nin söylememesini gerektirmez. Ne var ki Hadis kaynaklarından da teyidi yapılmamıştır.

23 Hayreddin Karaman, "Fıkıhta Gelenek ve Yenileşme", İslam Gelenek ve Yenileşme, ISAM, İstanbul 1996, s.29.

24 Aynı makale, s.29.

25 En’am, 6/90.

26 Bakara, 2/170. Ayrıca Maide, 5/104.

27 Mehmet Erdoğan, a.g.e., s.235.

28 M.Hayri Kırbaşoğlu, Değişim Sürecinde İslam Sempozyumundaki müzakeresi, Ankara 1997, Diyanet Vakfı Yayınları, s.28.

29 Hayreddin Karaman, a.g. makale, s.37.

30 Mehmet Erdoğan, a.g.e., s.127.

31 Yusuf Şevki Yavuz, "İslam’da Yenilikçi Hareketin Başlaması ve Kelam İlmi", İslam Gelenek ve Değişme, ISAM, İstanbul 1996, s.85.

32 Ali Şeriati, İslam Bilim, Türkçesi Faruk Alptekin, Nehir Yayınları, İstanbul 1992, s.435-436.

33 M. Asım Koksal, Hz.Muhammed (A.S.) ve İslamiyet, Şamil Yayınevi, İstanbul 1981, C.4, s.212

34 Mehmet S.Aydın, "Değişim Sürecinde İslam", Islami Araştırmalar, C.6, S.4, s.227.

35 Ali Bulaç, İslam ve Demokrasi, Beyan Yayınları, İstanbul 1993, s.66.

36 Rousseau’nun Toplum Sözleşmesinden aktaran: Toktamış Ateş, Demokrasi, Kavramlar, tarihi süreç ve ilkeler, İstanbul 1976, s.66.

37 Bakara, 2/138.

38 Fahrru’r Razi, Mefatihu’l Gayb, C.VII, s. 73.

39 Adil Şahin, "İslam Sosyolojisi mi Yoksa İslam ve Sosyoloji mi?", Kitap Dergisi, Haziran-Temmuz 97, Yıl

12, S.88, s.35. Ayrıca bkz. Konyalı Mehmet Vehbi, Hülasetül Beyan Fi Tefsiril Kur’an, C.DC, s.3492.

40 Ilhami Güler, "Fazlur’ Rahman’ın Kur’an’ı Yorumlama Metodunda Kur’an Açısından Kelami Bir Katkı", İslâmî Araştırmalar, Nisan 1991, S.2, s.99.

41 Ömer özsoy, "Müslümanların ‘Yenilenme* Sorunları ve Kur’an", Değişim Sürecinde İslam, T.D.V. Yayınları, Ankara 1997, s.13.

42 Ömer özsoy, aynı makale, s. 13.

43 llhami Güler, Değerlendirme, Değişim Sürecinde İslam, a.g.sempozyum, s.30-31.

44 Hayreddin Karaman, a.g. makale, s.39-40

45 J.J.G. Jansen, Kur’an’a Bilimsel Filolojik Pratik Yaklaşımlar, Fecr Yayınevi, Ankara 1993, çev. Halİlrahman Açar, s. XX-XXI

46 Ahzap, 33/40.

47 Sebe, 34/28.

48 43 nolu dipnot.

49 Enfal, 8/60.

50 Fussilet, 41/53.

51 Nahl, 16/8.

52 Yasin, 36/42.

53 Lokman, 31/34.

54 Ayetin benzer yorumları için bak: Adil Şahin, îslam Sosyolojisi Açısından İlim ve Din Bütünlüğü, yayınlan­mamış doktora tezi, s.46.

55 Mehmet Erdoğan, a.g.e. s.40-41.

56 ilgili Hadis için bak: Nesei, Hac 1, C.5, s.110.

57 Bu benzerlikleri kurmak için bak: Süleyman Ateş, Kur’an’ı Kerim’in Evrensel Mesajına Çağrı, Yeni Boyut Neşriyat, İstanbul 1990, s.97-102.

58 Şura, 42/13.

59 Nisa, 4/26.

60 En’am, 6/90.

61 Mehmet Erdoğan, a.g.e., s. 165.

62 Bakara, 2/178-179 "Kısasta sizin için hayat vardır".

63 Yunus, 10/27, Şura, 42/40.

64 Y.Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslam, Yeni Boyut, 10.Baskı, İstanbul 1995, s.683.

65 Mehmet Erdoğan, a.g.e., s.235.

66 Raad, 13/11.

67 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat Feza Gazetecilik A.Ş., İstanbul (tarihsiz), C.3, s.1747-1748.

KAYNAKLAR

A. Adnan Adıvar, Tarih Boyunca ilim ve Din, İstanbul 1969.

Adil Şahin, "İslam Sosyolojisi mi Yoksa İslam ve Sosyoloji mi?", Kitap Dergi­si, Haziran-Temmuz 97, Yıl 12, S. 88, s. 35.

Adil Şahin, İslam Sosyolojisi Açısından ilim ve Din Bütünlüğü, yayınlanmamış doktora tezi.

Ali Bulaç, İslam ve Demokrasi, Beyan Yayınları, İstanbul 1993.

Ali Şeriati, İslam Bilim, Türkçesi Faruk Alptekin, Nehir Yayınları, İstanbul 1992.

Amiran Kurtkan Bilgiseven, Din Sosyolojisi, Filiz Kitabevi, İstanbul 1985.

Amiran Kuttkan Bilgiseven, Genel Sosyoloji, Filiz Kitabevi, İstanbul 1986.

Auguste Comte, Pozitivizm ilmihali, Tere. Peyami Erman, M.E.B. İstanbul 1952.

Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kura’an Dili, Eser Neşriyat Feza Gazetecilik A.Ş. İstanbul (tarihsiz), C.3 Fahru’r-Razi, Mefatihu’l-Gayb, C.VII.

Hayreddin Karaman, "Fıkıhta Gelenek ve Yenileşme", İslam Gelenek ve Yeni­leşme, ISAM, İstanbul 1996, s.29.

İbrahim Canan, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye, D.l.B. Yayınları, Anka­ra 1980.

tlhami Güler, "Fazlu’r-Rahman’ın Kur’an’ı Yorumlama Metoduna Kur’an Açı­sından Kelami Bir Katkı", Islami Araştırmalar, Nisan 1991, s.2, s.99.

J. J. G. Jansen, Kur’an’a Bilimsel Filolojik Pratik Yaklaşımlar, Fecr Yayınevi, Ankara 1993, çev. Halil Rahman Açar.

J.W. Draper, Niza-i llm-u Dun, İstanbul 1313.

Kadir Canatan, "Modernleşme Politikaları ve Ilerlemecilik", Bilgi ve Hikmet, Yazı 1994/7,

Konyalı Mehmet Vehbi, Hülasatü’l-Beyan Fi Tefsiril Kur’an, C.IX.

Kur’an-ı Kerim.

M.Asım Koksal, Hz. Muhammed (A.S.) ve İslamiyet, Şamil Yayınevi, İstanbul 1981, C.4.

M. Hayri Kırbaşoğlu, Değişim Sürecinde İslam Sempozyumunda müzakeresi, Ankara 1997, Diyanet Vakfı Yayınları, s.28. Mehmet Erdoğan, İslam Hukukunda Ahkamın Değişmesi, IFAV, İstanbul 1990.

Mehmet Eröz, iktisat Sosyolojisine Başlangıç, Fakülteler Matbaası, İstanbul 1977.

Mehmet Eröz, Marxizm-Leninizm ve Tenkidi, 3.Baskı, İstanbul 1978.

Mehmet S.Aydın, "Değişim Sürecinde İslam", Islami Araştırmalar, C.6, S.4, s.227.

Mustafa Armağan, Gelenek ve Modernlik Arasında, insan Yayınları, İstanbul 1995.

Mustafa Erkal, Sosyoloji, Filiz Kitabevi, İstanbul 1983.

Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, IFAV, İstanbul 1987.

Nesei, C.5.

Ömer Özsoy, "Müslümanlar’ın ‘Yenilenme’ Sorunları ve Kur’an", Değişim Sü­recinde Islam, T.D.V. Yayınları, Ankara 1997, s.13.

Pitirim A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, Tere. Mete Tun- çay, Bilgi Yayınevi, Ankara 1972.

Pitirim A. Sorokin, Social and Cultural Dyinamic, American Book Co., New York 1941, C.IV.

Süleyman Ateş, Kur’an’ı Kerim’in Evrensel Mesajına Çağrı, Yeni Boyut Neşri­yat, İstanbul 1990.

Toktamış Ateş, Demokrasi, Kavramlar, tarihi Süreç ve ilkeler, İstanbul 1976.

Y. Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslam, Yeni Boyut, 10.Baskı, İstanbul 1995.

Yusuf Şevki Yavuz, "İslam’da Yenilikçi Hareketin Başlaması ve Kelam ilmi", İslam Gelenek ve Değişme, ISAM, İstanbul 1996, s.85.

VATAN
Bir gün gelir başka yerler gezersen,
Gönlünde bir yabancılık sezersen,
Annesinden ayrı düşen bir yavru
Gibi sızlar küçük kalbin; işte bu
Vatan sevdasıdır. Bu söze inan:
Hepimizin annesidir bu vatan.
Uzaklardan dönüyorken vatana
Rüzgâr bir hoş koku getirir sana,
Dalgaların lisânından anlarsın,
istersin ki gemi uçsun, yaklaşsın.
Bir minare gözükürken sislerden,
Kalbin taşar içindeki hislerden.
Mavi gökler, yeşil yerler, şehirler;
Bize şarkı fısıldayan nehirler,
Uyan diye uğuldayan korular...
Düşün yavrum bu yerlerde neler var?
işte senin, bu mübarek memleket;
Annen gibi onu sev de hizmet et.

İbrahim Alâaddin GÖVSA