Makale

Çevre ve İnsan

"ÇEVRENİZİ
TEMİZ
TUTUNUZ."
HADİS

Orhan BALCI

ÇEVRE VE İNSAN

Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, bugün beş milyar dolayında olan dünya nüfusu, 2000 yılında altı milyarı geçecek. 2050 yılında ise dünyamız onüç milyar insanı sırtında taşımak zorunda kalacak. Bu kadar insan, soluyacak temiz hava bulabilirse tabii.
Milyonlarca senedir dünya üzerinde varlığını sürdüren insanogu, hemen her dönemde başına bir gaile bulmuş, tabiî afetler, savaşlar, salgın hastalıklar... Şimdi de müşterek bir tehditle karşı karşıya. Bu tehdidin adı: KİRLİLİK. Hem de en zaruri, en hayatî maddelerin, suyun, havanın ve toprağın kirliliği. Nerden gelmiş bu kirlilik, nasıl gelmiş, kim getirmiş? Hani bir türkü vardır, "Kendim ettim kendim buldum" diye başlar. Bizimki de işte öyle birşey. Beş milyar insanın bugününü ve yarınını çok yakından ilgilendiren bu ÇEVRE KİRLİLİĞİ ve onun getirdiği sorunlar başka dünyalardan, başka gezegenlerden ithal edilmedi. Kendi dünyamızda yaşayan insanların eseri. Aniden ortaya çıkıvermiş bir sorun da değil. "Geliyorum" diye diye, bizi uyara uyara geldi ve başımıza bir kâbus gibi çöktü. İstemedik ama, geliş yollarını da açık bıraktık.

İnsan ayağının girmediği, insan elinin
değmediği tabiat
köşelerine bakınız..Ne
kadar güzel, ne kadar iç
açıcı ve ne kadar yaşanmaya elverişli...
İnsanın ve tüm canlıların yaşamasına
en uygun biçimde
meydana getirilen ve
bizden imar edilmesi
istenilen yeryüzünü
kendi ellerimizle çirkinleştirip yaşanmaz
hale getirmeye
hakkımız var mı?

Hava. su ve toprak aslında temiz nesneler. Ama, bizler, yani insanlar olunca işin içinde, iş değişti. Sana-yileştik. Şehirler daha da büyüdü. Fabrikaların zehirli atıkları, herhangi bir tasfiye işlemine tabi tutulmadan, temiz sulara bırakıldı. Önce sular kirlendi, ardından hava.
Bu kirliliğin yağışla birlikte toprağa geçmesi sonucu, toprağımız da nasibini aldı bu kirlilikten. Konutlarda kullanılan yakıt, motorlu araçların egzozlarından çıkan gazlar kirlenmeyi daha da arttırdı. Tarım ilaçla-rı, deterjanlar, kullandığımız ve rastgele sağa sola fırlattığımız plastik kaplar, hep çevremizi kirlettiler.
Kirlilikten söz açılınca en çok konuşulan bunlar oluyor. "Derdi çeken bilir" derler ya, onun gibi. şehirlerde yaşayanlar da hemen fabrikaları, egzozu, kullanılan yakıtı hatırlayıvermişler. Yeşili, yeşilliği o denli düşünmemişler. Öyle ya, kış günlerinde isten pastan göz gözü görmez olduğunda insan yeşili mi hatırlar, yoksa, içinde yaşadığı ortamda her gün, her an görüp durduğu fabrika bacasını egzoz dumanını mı? Çevre olayı, sadece kirlenme olayı değildir. Aynı zamanda tabiat kaynaklarının yanlış kullanılmasıdır. Bu yanlış kullanma sonucunda EROZYON dediğimiz olay meydana gelir.

“Bazı nimetler
vardır, bir
benzerini onun
yerine ikame
edebilirsiniz.
"Bal" yerine
"Pekmez",
"Muz" yerine bir
başkası ile kifâf-ı
nefs edebilirsiniz.
Hiç bir hayatî arıza
ve noksanlık
ortaya çıkmaz.
Bazı nimetler ise,
alternatifi
olmayan zaruri
hayatiyet
unsurlarıdır.
"Hava" gibi "Su"
gibi, "Orman" ve
"yeşil alanlar"
gibi...”

Nedir erozyon?
Erozyon, şehirleri akciğersiz bırakmaktır. Bizim dışarı attığımız karbondioksidi alıp oksijen üreten "Doğal arıtma" tesislerini ortadan kaldırmaktır. Olgun yaşta bir kayın ağacının tek başına 10 kişinin yıllık oksijen ihtiyacını karşıladığını biliyor muydunuz? Öyle ise, şehirlerimizde ve çevrele-rinde ağaç dikme isteğinin yalnızca renk aşkından, çevre düzenleme ihtiyacından kaynaklanmadığını bilmemiz gerekir.
Kanaatimizce Türkiye’nin en önemli çevre sorunu erozyondur. Her yıl Kıbns Adasının yüzeyini örtecek kadar, bir Van Gölü kadar toprağın, hem de en yararlı, hayatı önem taşıyan toprağın sel sulan ve rüzgârlarla taşındığını ve kullanılamadığını düşünürseniz, erozyonun ne menem bir tehlike olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Göz göre göre topraklarımız gidiyor.
Kaybettiğimiz sadece toprak mı? Toprakla birlikte kaybedilen yeşildir, ormandır, oksijendir. Flora ve faunadır. Yani sayılamayacak kadar çok ve çeşitli türde bitkidir, böcektir, hayvandır, cenab-ı Hakk’ın bizim yararlanmamız için yarattığı canlılardır. Kaybedilen refahtır, huzurdur. Bir karış vatan toprağı uğruna canını seve seve vermeye hazır olan insanımız, böyle kayıplar karşısında duygusuz kalabilir mi?
“Tarihimizi yazan kitaplar, kuraklık sonucu Ortaasya’nın yaşanmaz hale gelmesi sebebiyle buralara geldiğimizi ve Anadolu’yu yurt yaptığımızı bildiriyor.
Atalarımızın vatanlaştırdığı bu toprakları, kendi ihmalimiz ve umursamazlığımızla kurutursak nereye göç edeceğiz? Hiç düşündük mü!”

İlâhi Kudret bir denge kurmuş tabiatta. İnsanın lehine, insanın yararına kurulan bir denge bu. Dinler insan için gelmiş hep, Kuran insan için inmiş. Peygamberler insanları uyarmak için gelmişler. Herşey insan için, herşey. Öyle ise, sorunların kaynağı insan olduğu gibi. çözümü de yine onda. Tabiattaki şahane dengeyi bozmak için türlü oyunlara giren, çıkar hesaplan yaparken çıkacak sorunları düşünmeyen yine insan. Dünyanın iyiliği de kötülüğü de insanın elinde. Âhiret için de öyle değil mi? Sözün özü şu ki, bugün sadece ülkemizin değil, tüm dünyanın üstünü bir kâbus gibi kaplayan kirlilik insanın eseridir. Her sorunun çözümünde olduğu gibi çevre kirliliğinin önlenmesinde ilk hedef, insanın eğitimi ve bilinçlendirilmesi olmalıdır. Bunu başaramadığımız takdirde, dilediğimiz kadar sınırlayıcı, düzenleyici tedbirler alalım, hedefe varamayız. Devletin, mahalli idarelerin ve öteki kuruluşların güzel girişimleri ancak insanımızın eğitimi ve bilinçlendirilmesiyle gerçekleştirilebilir.
Hatır için gerçekleri tersyüz etmeye çalışmayalım. Ortada bir realite var ki o da şudur: Halkımız ağacı yakıyor ve de kesiyor. Peki niye? Bu sorunun cevabı var. Ormanı sevenler, "Vücudumu yaksalar dumanım yeşil tüter" diyecek kadar ağaca, ormana sevdalı olanlar biliyor bu sorunun cevabını. Biliyorlar da ancak aralarında fısıltı halinde konuşabiliyorlar. Ben buna bir mana veremiyorum. Belki siz anlarsınız.
Eğer herşeyi konuşmak, herşeyi yazmak gerekirse söz uzar gider. Bu, gerçekten hayati konuya tekrar dönebilir, enine boyuna tartışabiliriz. Şimdilik sözümüzün sonuna yaklaşırken "ÇEVRE" konusunun optimum ve can alıcı noktalarına bir kez daha bakalım. Bir kez daha üzerine basa basa söyleyelim: Çevre kirliliği insanın eseridir. Öyle ise hedefimiz insan olmalıdır. Okullarımızda, camilerimizde ve kışlalarımızda, bu üç kutsal mekânda yaptığımız eğitimde, okuma- yazmanın da ötesinde bir bilinçlendirme seferberliğine ihtiyaç vardır. Bir aidiyet duygusu olmalı içimizde. Kendi yurdumuzu, kendi toprağımızı, suyumuzu, havamızı daha çok benimseme, koruma, iyileştirme kaygusu, bilinci olmalı.
Vatan sevgisinin ifadesi sadece savaşlarda ölümü göze almak değildir. Öyle olsaydı, bu sevgi, sadece savaştan savaşa hatırlanması gereken bir duygu olurdu. Vatan hıyaneti de öyle. vatanını seven bir insan, her yıl bir Van Gölü kadar toprağı kaybederken yerinde duramayan, kaygılanan, üzerine düşeni yapmaya çalışan, yapamadığı zaman da üzülebilen insandır.
Gelin hep birlikte, savaşı bekleyip bu cennet vatanın uğruna canımızı feda etmeyi düşünmeden önce, nerdeyse yaşanmaz hale getirdiğimiz bu topraklarımızı koruyalım. Fırsat eldeyken tabii...

İSLAM NE DİYOR
"DİNİMİZDE ÇALIŞMANIN İBADET OLDUĞU" SÖYLENİYOR, DOĞRU MUDUR? ÇALIŞMAK İBADET
YERİNE GEÇER Mİ ?
Çalışmak, kazanmak ve kimseye muhtaç olmamak dini bir farizadır. Sağlıklı yaşamak ve ibâdet edecek güce sahip olmak ta buna bağlıdır.
Farz olan ibâdetlerini yerine getiren bir mü’minin çalışması, nafile ibâdetten daha faziletlidir. Zira nafile ibâdet kişisel olduğu halde, çalışmanın sonuç ve ürünlerinden başkalarının da faydalanacağı kabul edilmiştir.
Ancak, farz ve vacip olan ibâdetlerin ifası gerekli olup, âmme yararına da olsa "çalışma", vücub ifade eden ibadetlerin yerine geçmez.
Yusuf ALTAŞ
Amasya Müftüsü