Makale

KUR’ÂN’A GÖRE İMAN ESASLARI ADLI ESER HAKKINDA

Kitap Tenkidi:

KUR’ÂN’A GÖRE İMAN ESASLARI ADLI ESER HAKKINDA

İlâhiyat Fakültesi İslâm Felsefesi kürsüsü asistanlarından Dr. Hüseyin Atay’ın hazırlamış ve son günlerde yayınlamış olduğu bir eserden söz açmak istiyoruz.

“Kur’ân’a Göre İman Esasları” adını taşıyan eser, yazarının doktora tezi olması bakımından ayrı bir önem taşımaktadır.

Memleketimizde gerek te’lif ve gerek tercüme olarak, şimdiye kadar dînî konularda yayınlanmış eserlerin hiçbiri, doğrudan doğruya ve münhasıran Kur’ân-ı Kerîme yönelerek iman esasları konusunu ele almış değildir. “Kur’ana Göre Îman Esasları”, işte bu bakımdan öncülük yapmakta, dinî bir konuyu ilmî bir metodla incelemeye girişmektedir.

Yazarın, “Giriş” kısmında belirttiği gibi, bugün içinde yaşamakta olduğumuz toplumda dinî işler hakkında bilen bilmeyen herkes, haklı haksız konuşup fikir ileri sürmekte, bunlar da çeşitli tepkilere yol açmaktadırlar. Din, müdafaa edilmesi gereken yerde hücuma uğramakta, diğer taraftan dinle ilgisi olmayan bazı hususlar, dinin esaslarındanmış gibi gösterilmektedir.

Bu sebeple, din adamlarımıza, yani bu işi meslek olarak benimsemiş kimselere büyük sorumluluk düşmekte ve kendilerini önemli vazifeler beklemektedir. Bunların başında, Allah’ın Kitabını yâni Kur’ân-ı Kerîm’i, —halen toplumumuzda olduğu veçhile— sadece mezarlıklarda ölülerin ruhu için veya camilerde cemaatin musiki zevkini tatmin için okutturmakla yetinmeyerek, Müslümanlara anlatmak; îmanı ile, ameli ile, ahlâkı ile, davranışları ile o ilâhî kanuna uygun hayatın çerçevesini çizmek, bu vadide örnek olmak gelir. Bunun için de ilk yapılacak şey, Kur’ân-ı Kerîm’e dönmek. Onu tekrar ve tekrar, anlayarak, inceleyerek, düşünerek okumak, böylece Ondan ilham almaktır.

İşte bahse konu ettiğimiz eserin yazarı, bir cepheden, îman esaslarının tespit ve müdafaası yönünden, bu işe girişmiştir.

Eserin “Giriş” kısmında, meselenin nasıl ele alınabileceği konusunun münakaşasını yapan yazar, şöyle demektedir: . Bu esasları tespit ettikten sonra, tefsirleri, kelâm kitapları ile Milel ve Nihal kitaplarının ilgili yerlerini okuyup, bu esaslar hakkında çeşitli mezhep ne fırkaların görüşlerini sıralayarak konuyu işlemek, gösterdikleri delilleri münakaşa ederek bir sonuca varmaktı. Bu yol kolaydı, İkinci yol ise, bu mezhep ve fırkalar teşekkül etmeden, İslâm kaynağı olarak sadece Kur’ân’ın ve belli bazı hadîslerin yazılı bulunduğu, vahy’in Hazret-i Peygamber’e gelmeğe başladığı andan ölümüne, kadar süren müddet içinde, îman esaslarının nasıl anlaşıldığını orlaya koymaktı. İşte asıl zor olan bu yoldu. Ondört asrın biriken gelenek ve görenekleri ile gelişen görüşlerinin tesirinden kurtularak, Kur’ân’ın indiği asra inip, o vaktin görüşü ile îman esaslarını anlamağa çalışmak pek güçtü.”

İşte yazar, güç olan bu ikinci yolu seçerek, her türlü fırka ve mezhebi bir tarafa bırakıp, ondört asır öncesine, Asr-ı Saâdet’e inip Kitâbullâh’ı o zaman anlaşıldığı şekilde anlamaya girişmiştir. Bunun için de Arap dilinin en eski ve muteber lûgatlannın, ilk tefsirlerin baştanbaşa taranması gerekmiştir.

Eserin birinci bölümünde, önce, Kur’ân-ı Kerîm’in, inanılması gereken îman esaslarını nasıl ortaya koyduğu tesbit edilmektedir:

1 — Doğrudan doğruya îman esasları ortaya konmuş ve onlara îman edilmesi emredilmiştir.

2 — Bu esasları inkâr edenler veya onlara inanmayanlar verilmiştir.

3 — Kabul edenler övülmüştür.

Yukarıdaki üç maddenin ışığı altında hareket edilecek olursa görülecektir ki, Allah Kur’ân-ı Kerîminde îman esası olarak: Allah’a, Peygamberlere, Meleklere, Kitaplara ve Âhiret Gününe inanılmasının emretmiştir. Bu beş esas Kur’ân-ı Kerîm’de iki yerde tam olarak (bak. Bakare, 177 ve Nisa’, 136) sayılmaktadır.

Bu iki âyet-i kerîmenin dışında, îman esasları bazan tek, bazan iki üç ve dördü bir arada zikredilip inananlar övülmekte ve inkâr edenler yerilmektedir. (Bunun için meselâ, bak. Hakka 33; A’raf 86; Yûsuf 106; Nisa’ 152; Hadîd 7, 19; Nûr 47, 62; Hucurât 15; Feth 9, 13; En’âm 113, 150; Nahl 22; İsrâ’ 10, 45; Mü’minûn 74.; Necm 27.. . ilâh.)

Yazar bundan sonra Allah’a îman konusuna giriyor; “Bir mürebbî olarak Hazret-i Muhammed; Kur’ân’ın inişinin Sebebi ve târihinin önemi; Ulûhiyet Sıfatları; Rab, Allah’ın Birliği, Allâh’ın Birliğine İ’tirazlar; Allah’ın Birlik Sıfatı ile Reddedilmiş İnançlar; Kur’ân’ın Putperestliği yıkmak için tâkip ettiği yol; Allah’ın varlık âlemiyle ilgili sıfatları, Kudret, İlim, İrade, Yaratmak, Adalet, Rahmet;” konularını, 2 ve 3 üncü bölümlerde Meleklere Îman ve Kitaplara Îman esaslarını, 4 üncü bölümde de şu başlıklar altında Âhirte Îman konusunu inceliyor: Kur’an’da Âhiret Anlayışı, Âhiret Fikrinin Adaletle ilgisi, Âhiretin Varlığının İsbâtı, Kıyâmetin kopma zamanı ve Oluş Keyfiyeti, insanlar Allah’ın Huzûrunda, insanların Barınacakları yerler: Cennet ve Cehennem.

Görüldüğü gibi, “âmentü” diye bilinen ve ilmihal kitaplarında yazılagelen ma’lûm ve meşhur kalıpta zikredildiği gibi, “Kadere İman" konusu, burada, doğrudan doğruya, îman esasları arasında değil, “Kader Meselesi” adı altında müstakillen ele alınmıştır. Bunun sebebi, Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah’a, Peygamberlere, Meleklere, Kitaplara ve Âhiret Gününe inanılmasının emredİldîği şekilde, açık ve kesin olarak kader’e inanmanın emredilmemiş, olmasıdır, Ma’lûmdur ki Kader Meselesi, İslâm Tefekkür Tarihinde üzerinde en çok söz söylenen, en çok münakaşa edilen ve dol ay isiyle de en çok ayrılığa düşülen meseledir. Halbuki AJİalı, Melekier, Kitaplar, Peygamberler ve Âhiret Günü konularında boyie bir durum, yâni bu sayılanların varlıklarının vücûdu veya adem-İ vücûdu meselesi diye bir- mesele mevcut değildir.

Bu görüş zaviyesinden hareket eden yazar da, Kader Meselesini ayrı bir bölüm olarak ele almakta ve ezcümle şöyle demektedir:

Kadr ve takdîr kelimelerinin Allaha İsnadı, O’nun yaptığı işlerin bîr nizamı, ölçüsü ve hikmçti olduğunu bildirir. Yaptığı işleri bir hikmet dairesinde yapar. Lüzumsuz, mânâsız, gelişi güzel, rastgele İş yapmadığını İfade eder. Bunun için her şeyin bir ölçüsüy mikdarı ve uyduğu bir nizamı vardır. Kur’an’d ak i şu âyetler, bu mânânın delilidir:

Allahın kudretine inanmayan kâfirler hakkında, ‘’Allah’ın kadrini hakkıyla takdir etmedi~ ler (En’âm, 91)” âyeti inmiştir- Buradaki kadr’in mânâsı, “gereği gibi bilmediler” demektir (Bak. Ebu’s-suud, İrşâdu’I-Afjl, C. VI. s. 268).

“Allah islediğine rızkı bol ve bir ölçü ile verir (Ra’d, 2Ö) bunun mânası, Allah bir kimseye gelişi güzel vermez, hikmetinin gerektirdiği bir ölçüyle verir, demektir. Burada “yebsutu” (yayar) kelimesinin karşısında “yakdiru”ya (daraltır) mânâsının verilmesi, mânâlar arasında bir mukabele bulunduğu düşüncesinden meydana gelmiş olmalıdır. Bizce, doğrusu “yayar’’ın manâsı bol vermekte bir hikmeti vardır. O da bir ölçüye göredir: Bunu ifade için Kur’ân-ı Kerîm bu kelimenin karşısına ölçü ile ve taksim ile verir mânâsına olan yakdiru”yu kullanmıştır.

Yazar, İbn Manzûr’un Lisânu’l-Arab; İbn. Fâris’in Makâyis; er-Râgıb’ın el-Müfredât; Âsım Efendinin Kâmûs’u gibi lügatlerden ve bilhassa Taberî’nin Câmiu’l-Beyân’ından faydalanarak Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “takdir” kelimelerinin anlamlarını açıkladıktan sonra şöyle devam ediyor:

Görülüyor ki “kader” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de, bir ölçü dahilinde tayin etmek, her şeyi bir ölçü ve nizama göre tanzim edip, tedbirlemektir. Kader kelimesinin diğer kullanışlarında alacağı mânânın mihverini tesbit ettiğimiz bu mânâ teşkil eder, diğer mânâlar buna irca edilir. O halde, Kur’an’da zikredilen “Kader” ve “Takdir” kelimelerinin Hazret-i Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan türlü fikirler neticesinde ıstılahî bir mânâ alan “kader”le alâkaları yoktur. Kur’an’da zikredilen bu kelime Allah’ın yaptığı iş ve yarattığı nesnelerin bir hikmete göre yapıldıklarını ifade eder ve kâinatta düzensizlik ve nizamsızlık bulunmadığını ve hiçbir nesnenin kendikendine, tesadüfen olmadığını bildirir. Bundan dolayı Kur’an’da zikredilen “kader” kelimesi ve türlü iştikakları, insanın iradesini mecburî olarak harekete geçiren ezelî bir yazının mevcut olduğunu isbat etmez. Bunlar, Sünnet-i İlâhiyye’nin başka bir şekilde ifade edildiğini gösterir.

Kader meselesinde, insanın iradesini ilgilendiren nokta ile, tabiî ve kevnî hadiseleri ilgilendiren ciheti birbirinden ayırmak lâzımdır. İnsanın iradesi ruhî bir davranıştır; fakat ölmesi, yaralanması, zarar görmesi, kazanması ruhî davranışlar değildir. Bunlar tabiî ve kevnî oluşlardır ki, Sünnet-i İlâhiyye denilen tabiat kanunları çerçevesine girer. Bundan ötürü, daha önceden yazılmış, çizilmiş, değişmez surette sabit olan kaderin mânâsını ruhî davranışa teşmil etmeden, kevnî ve tabiî olaylarla ilgili olduğunu anlamak gerekir ki, bu da İlâhî Kânundur. Kur’an, insanların iradeleri olduğunu, istediklerini yapabileceklerini ve daha önce onları muayyen işleri işlemeğe zorla sürükleyen bir kader olmadığını ifade ederken, işlerinin ve güçlerinin her an Allah’ın iradesinin ve kudretinin kontrolünde olduğunu, her an Allah’ın müdahale edebileceğini bildirmiştir.

Îman esaslarını böylece ortaya koyduktan sonra eserinin ikinci kısmına geçen yazar burada önce, Kur’ân-ı Kerîm’in takip ettiği umumî metodlar başlığı altında: Telkin, Akıl ve Vicdan, İlim, Kıssa, Tekrar ve Münakaşa gibi altı yolda din esaslarının nasıl ortaya atılıp müdafaasının yapıldığı misalleriyle anlatılmaktadır. Sonra, Kur’ân’ın Allah anlayışını ortaya koyarken takip ettiği hususî metodlara geçilerek Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’de Zât’ını sayısız derecede çok ve değişik ifadelerle anlatmasındaki gayenin mutlak ve mucerred Allah anlayışını ortaya koymak olduğunu söyleyen yazar, eserini şu satırlarla bitiriyor:

“İslâmın kurmak istediği ferdî ve içtimaî ahlâkın, âhirete inanma esasına istinad ettiğini açıkladık. Bu dünyada insanın yaptığı her şeyden, hattâ zihninden geçenlerden bile sorumlu olacağını ve onun rûhî durumlarını bile tesbit etmek için Allah’ın ilminin kâfî olduğunu, bu ilmin her an insanı gözetlemekte bulunduğunu ve insânın bütün iç ve dış davranışlarını tesbit ettiğini, insana hissedeceği ve kolayca anlıyacağı şekilde açıklarken, kalem, kitap, yazı ve gözetleyici ve yazıcı melekler tabirlerini kullandığını belirttik.”

“Netice olarak denebilir ki, bütün bunların gâyesi, âhirette İlâhî adaletin tam gerçekleşmesini sağlamak, insanın bu dünyada yaptığı iyi ve kötü her şeyin hesabını vereceğini bilmesini, ona göre hareket etmesini ve Kur’ân’ın gösterdiği yolda yürümesini temin etmektir”.

Dr. Yaşar KUTLUAY