Makale

MEVLÂNÂ VE MUHİTİ

MEVLÂNÂ VE MUHİTİ

Meliha Ülker ANBARCIOĞLU

Büyük insanların yetişmelerinde yaşadıkları devrin ve çevrelerinin rolü büyük ve önemlidir. Bu itibarla Mevlânâ Celâleddin Rumî ile çevresini hazırlayan ve bunların karşılıklı tesirlerini sağlayan, devrinin siyasî, içtimaî ve fikrî durumunu hatırlamak faydalı olacağından, ilk önce, genel olarak, Mevlânâ’nın yaşadığı XIII. cü yüzyılın konumuzla ilgili bulunan siyasî olaylarım şöyle özetliyebiliriz:

Büyük şâir, mutasavvıf ve düşünürümüz Mevlânâ’nın yetişdiği ve yaşadığı XIII. cü yüzyıl İslâm Dünyası için olduğu gibi, Anadolu Selçukluları için de bir sarsıntı ve çöküntü devresidir. Böyle olmakla beraber Sultan Alâeddin Keykubad’ın zamanı, Moğol Akını ile yıpranmış olan Selçuklu İmparatorluğunun en parlak günleridir. Çünkü Alâeddin Keykubad dahilî ve haricî icraatıyla halka nisbeten bir huzur ve sükûn vermeğe muvaffak olabilmiştir. Fakat 1273 tarihinde onun ölümüyle yerine geçen Gıyaseddin Keyhusrev II., Harezmlilere karşı yanlış bir politika takibettiğinden, sonradan onların bir anarşi unsuru haline gelmelerine sebep olmuştur.

26 Haziran 1243 Kösedağı Savaşıyla bozguna uğrayan Selçuklular artık Moğollara tâbi bir beylik durumuna gelmişlerdir. Bundan sonra beyler mütemadiyen birbirleriyle uğraşarak isyanlar çıkarmışlar, Baycu bir defa daha Anadolu’ya akın edip 1256 da Konya yakınlarında yapılan savaşta Selçuk ordusunu bozguna uğratmıştır. Eflâkî Menâkib-al Arifin adlı eserinde bu olaya temas etmiş olup, Konya halkının bu esnada nasıl korkup Mevlânâ’ya sığındıklarını ve Mevlânâ’nın onları nasıl teselli ettiğini anlatmıştır. Bu da gösteriyor ki Mevlânâ’nın muhiti ile yakın ilgisi ve muhitine müsbet tesiri vardır.

Mevlânâ’nın Mektuplarından ve Fîhi Mâfih’inden öğrendiğimize göre kendisiyle dostâne ve çok samimî bir münâsebeti olan Emir Muinüddin Süleyman Pervâne 1256 tarihinde pervânelik makamına getirilmiş, Moğolları idareye uğraşmış, fakat takip ettiği iki yüzlü politikası yüzünden de 1277 de hayatını vermeğe mecbur olmuştur.

Moğollar Abbasî Halifeliğine de son vermişler ve bu, Harezm Devleti ile üçüncü büyük devletin yıkılışı olmuştur.

Bundan sonra kardeş kavgaları, dahilî entrikalar, Moğolların azîl, nasıp, tayin ve yersiz öldürme gibi hareketleri ile bu durum 1308 tarihine, yani Selçuklu imparatorluğunun resmen tarihe karışmasına kadar böyle devam edip gitmiştir.

Memleketin sosyal durumuna gelince: Moğol Akınının çeşitli zararlarından canlarını kurtarabilenler, yerlerini ve yurtlarım bırakıp kaçmışlar, daha emin ve sakin yerlere gelip yerleşmişlerdir. Doğudan gelen bu göçmen akınının daha sonraları birer anarşi ve istihlâk unsurları haline geldikleri görülmüştür. Ayrıca, 1243 tarihinden sonra merkeziyetin ortadan kalkması, idarî düzensizlik gibi olaylar da halkta mânevi bir huzursuzlukla baraber büyük bir boşluk ve kararsızlık doğurmuştur. Bu durumlardan faydalanmak isteyenler, geniş halk kitlelerini toplayarak Babaî ve Cimri isyanları, gibi isyanlar çıkarmışlardır. İşte, Devletin merkeziyetini kaybedişi, kudretsizliği, müstehlik ve anarşist muhacir unsurlar, Akın’ın maddî ve mânevî tahripleri, mal ve can kayıplarıyla emniyetsizliği, Moğol elçileri ve 1243 den sonra konan ağır vergiler, sarayın kayıtsızlığı, kıtlıklar ve şâire gibi olaylar bu isyanların gerçek sebeplerini teşkil etmiştir.

Sosyal hayattaki bu kötü, karışık ve perişan duruma karşı, fikir hayatı daha canlı, daha hareketli ve daha iyidir.

XIII. cü yüzyıl Anadolu’da dinlerin, mezheplerin ve çeşitli düşüncelerin kaynaştığı bir devirdir.

Daha XI. ci yüzyılda Harezm ülkesinde büyük bir kuvvet kazanan tasavvuf cereyanı, XIII. cü yüzyılda daha çok gelişmiş, hem yüksek tabaka ve hem halk tabakası arasında yayılmıştı. Mutasavvıflar halkın dinî inançlarına önem veriyor, sözlerini Kuran va Hadisten deliller getirerek teyid ediyor ve bu suretle müteassıp olan kimselerin itirazlarını önlemiş oluyorlardı. Zahirî ilim sahipleri ise yukarı tabakanın arzusuna göre kaza ve divan işlerinde hükümler çıkarıp, fetvalar veriyorlardı. Bu, halkın kendilerinden yüz çevirmesine sebep oluyordu. Bundan başka felsefe, halkın anlayışı üstünde olup, Yunan felsefesiyle meşgul olanlar ile onu İslâmileştirmeğe çalışanlar, kâfirlikle itham ediliyorlardı. Yüksek tabakadakiler de bir yandan içinde bulundukları durumdan hasıl olan mânevi huzursuzluktan kurtulmak, diğer yandan gerektiği zaman mutasavvıfların geniş halk kütleleri üzerindeki nüfuzlarından faydalanmak için mutasavvıflar ve tasavvufla ilgileniyorlardı. Fakat bunların yanında Selçukluların, dinler mezhebler ve çeşitli fikir cereyanları hususundaki geniş anlayış ve hoşgörürlüklerini de söylemek gerekir.

Moğol Akını bir çok nüfuzlu şâir, âlim ve mutasavvıfın Anadolu’ya gelip yerleşmesine ve orada bazı tarikatların kurulup yayılmasına sebep olmuştur. Bunlar Fahreddin İrakî (ölm. 1289), Necmeddin Dâye (Ölm. 1253), Evhadüddin Kirmânî (Ölm. 1237) gibi nüfuz sahibi şâir ve bilginlerdir. İbn-i Arabi’nin üvey oğlu Sadreddin Konevî’nin (ölm. 1273) etrafında toplanan ve onun ölümünden sonra Şam’da yayılan Ekberiyye tarikatı, sonra Rufaî tarikatı Anadolu’da yayılan belli başlı tarikatlardan olup, bunlardan başka Kalenderîler, Edhemîler, Rum Abdalları gibi zümreler de Anadolu’da kaynaşmaktaydı. Bilhassa mistik ve ekonomik bir teşekkül bulunan Fütüvvet Erbabı da bütün Anadolu’da yayılmış, sonradan bunlardan bir çoğu Mevlânâ’ya intisap etmişlerdir.

Yukarda bahsedildiği gibi, halkın tasavvufa teveccüh ve meyli, beyleri, emirleri, vezirleri ve hatta hükümdarları bile bu mesleğe yöneltmiştir. Meselâ İzzeddin Keykavus, Şeyh Mecdüddin İshak’ı Abbasî Halifesine gönderip, Halife’deıı fütüvvet şalvarı istetmiş, Alâeddin Keykubad’a da Halife, Şehabeddin Suhraverdî ile at ve imâme yollamıştır. Alâeddin Keykubad Şeyhi Aksaray da karşılayarak, saygı gösterip, uğurlamıştır. Aynı şekilde Muinüddin Pervane, Fahreddin Irakî’ye Tokat’ta bir tekke inşa ettirmiştir. Sadreddin Konevî ise Konya’da bir hükümdar gibi yaşamıştır.

Yunan felsefesiyle uğraşanlar, müslüman ve hrıstiyan hekimler, şehirlerdeki câmilerle beraber kilise ve manastırlar, put-perest Moğollar bu devrin geniş müsamahasını göstermektedir. Ayrıca Selçuklu-Bizans münasebetleri de zikre değer. O devirde Rumca, Türkçe gibi konuşulmakta olup, ileri gelen kimselerin bir çoğu Rum kadınlarla evlenmişlerdi.

Bütün bunlar bilinince Mevlânâ’nın, bazı şeriatçilerden gördüğü muhalefetlere rağmen, zamanını aşan, düşünüş, davranış ve sözlerinin geniş halk kitleleri tarafından benimsenip, büyük bir saygı ve sevgiye mazhar olmasının bazı sebepleri de kendiliğinden açıklanmış olmaktadır.

Bu şekilde siyasî, içtimaî durumun fenalığına mukabil fikrî hayat seviyesinin daha iyi, canlı ve yüksek olduğu bir devirde yaşayan Mevlânâ Celâleddin’in yakın muhitine gelince:

Babası Sultan-al Ulemâ Bahaeddin Veled

O devrin ilim ve irfan merkezi bulunan Belh şehrinde 1148 tarihinde dünyaya gelmiştir. Memleketin ileri gelen bir âilesine mensuptur. Daha o zamanda Bahaeddin Veled’in yaşadığı Harezm ilim merkezlerinde de tekke ve medrese arasında büyük bir anlaşmazlık vardı. Bu yüzden Bahaeddin Veled, sabahları medresede dinî ilimler okutur, öğleden sonraları toplantılarda hakikat ve sırlardan bahseder, cuma günleri ise hutbe ve vaaz ile meşgul olurdu. Bu arada düşüncelerini açıkça yayar, Yunan felsefesini de tenkid ederdi. Medrese Yunan felsefesi teskindeydi. Fahr-’al Din Razî ile (Ölm. 1209) olan anlaşmazlığı da buradan çıkmaktaydı. Fahri Râzî o zamanın tanınmış bir filozofu ve aynı zamanda Muhammed Harezmşah’ın da hocasıdır; Hükümdarı rakibi Bahaeddin Veled aleyhine tahrik edip onun Belh’i terk etmesine sebep olmuştur. Fakat onun Belh’den tamamen aynlmasına sebep muhakkak ki Moğol Akını’dır. Zira Bahaeddin Veled daha Bağdad’da iken (1217) Moğollar Belh’i kuşatmışlardı. Mevlânâ 1207 (6 Rebiulevvel 604) de Belh’de doğmuş ve beş yaşında iken de Belh’den çıkmıştır. Rivayete nazaran da yolda Şeyh Feridüddin Attar (ölm. 1221) ile görüşmüştür. Hicaz ve Şam yoluyla Anadolu’ya gelen Baheddin Veled, yedi sene Lârende (Karaman) ilçesinde kalıp 1220 de Konya’ya gelip yerleşmiştir. Mevlânâ Gevher Hatun ile Lârende’de evlenmiş, ve oğlu Sultan Veled (623 H. - 1226) burada dünyaya gelmiştir.

Sultan Alâeddin’in daveti üzerine Konya’ya gelen Bahaeddin Veled Konya’da ders vermek ve vaaz etmekle meşgul olmuştur. Yegâne eseri tasavvufa dair yazmış olduğu -eserin incelenmesinden bizzat yazmış olduğu anlaşılıyor- dört ciltlik Maârif adlı kitaptır.

Bahaeddin Veled gerek ilmî, gerekse İçtimaî bakımdan yüksek bir şahsiyete sahiptir. Mevlânâ 1207 de doğduğunda o, altmış yaşında, tasavvufun en yüksek mertebesine ermiş bir mutasavvıftı. Bu itibarla onun ilmi, çevresi, mücadele ve tecrübeleri Mevlânâ’nın ilk mektebi olmaktadır. Öyle ki babası 1230 da öldüğü zaman henüz 23 yaşında olan Mevlânâ, onun medresedeki ilmî ve tedris faaliyetini devam ettirebilmiştir. Şu halde Mevlânâ’nın düşünce silsilesini babasına kadar götürmek isabetli olur.

Babasına karşı büyük bir sevgisi ve saygısı vardır. Eflâkî, Mevlânâ’nın müşküllerini çözmek için babasının Maârif’ini tekrar tekrar okuduğunu yazar. Fihi Mâfih’ten de meclislerinde Bahaeddin Veled’in sözlerini tekrar ettiğini öğrenmekteyiz. Hatta o, Şemseddin Tebrizî ile karşılaşıncaya kadar Maârif’i okumağa devam etmiş, fakat bu tesiri görüp, buna mâni olmak isteyen Şems Mevlânâ’yı Maârif’i okumaktan men’ etmiştir.

Maârif’ten anlaşıldığına göre Bahaeddin Veled’in tasavvufu aşk, cezbe ve irfanın takâmülünden meydana gelip hayalî bir vahdetten ibaret değildir. Mevlânâ’yı da başkalarından ayıran aşk, çoşkunluk ve heyecandır.

Her ikisinde de mânevî bir vahdetten beşerî bir vahdete doğru geçiş müşahade edilmekte ve Tanrı sevgisi onlarda hoşgörürlük ve insan sevgisi yaratmaktadır. Aşk anlayışlarındaki ilerilik ise onları her türlü taassup ve kayıttan kurtarmıştır.

Marifet ve sülük hakkındaki görüş ve anlayışları da hemen hemen bir gibidir.

Onlar gerçeğin sırlarını aşkta görür ve bütün aşkların menşeini Mutlak aşkta bulurlar. Aşık ile maşuğu da bir ve aynı görürler.

Fâil-i Mutlak hususundaki inanışları birdir. Bahaeddin Veled Yaratan ile yaratılanın münasebetinde der ki: “Dedim ey Tanrım, seni kendimde sıfatınla göremezsem, hiç birşeyle uğraşamam, çünkü ikilikte ayrılık vardır.. “Mevlânâ ise:” Suret ve renklerden geçer ve mânaya ulaşırsak, yekrenlik âlemine varmış oluruz.” diyor. Bu yekrenklik âlemi Baheddin Veled’i beşeri birleştirmeğe götürmektedir. Çünkü renkler ve suretler örtüler olup, gerçekte hepsinin ruhu ve mânası birdir ve yine Mevlânâ der ki: Güneş gibi tek cevher idik. O’nun dinleri, mezhebleri bir görme düşüncesinin esası da buradan çıkmaktadır. Ruhun ölümsüzlüğüne inanan Bahaeddin Veled ve oğlu Mevlânâ için en yüksek merhale, fenâ merhalesidir. Fakat bu, yokluk ve kaybolmak anlamında olmayıp, aksine sureten fenâ bulup daha iyi ve üstün bir hale gelmektir. Bunlarla hemfikir bulunan Mevlânâ’nın hocası ve babasımn da talebesi olan Seyyid Burhaneddin Muhakkik Termizî ise Makalât’ında bunu daha açık bir şekilde anlatıp diyor ki: “Kulun kendini yok etmesi gerekmez; çünkü o, âleme kendisini bizzat getirmemiştir ki, kendisi gitsin. Onun için yapılması gereken şey, kendisinde bulunan kötü ve zararlı şeyleri yok eylemektir..” Bu şekilde, bir nevi vicdan ve nefis tasfiye ve tezkiyesini fenâya varış olarak kabul etmektedir.

Bahaeddin Veled’in “Allah beni cezbediyor ve ben O’nda mahv oluyorum ve O oluyorum.” sözleri, onun tasavvuftaki derece ve mertebesini anlatmak için kâfidir sanırız. Başka bir deyişle: “Sanki Tanrı’nın fiili, benim fiilimdir ve benimki de O’nundur. Bütün o lezzetler, aşklar, güzellikler, iyilikler ve sular, rüzgarlar yeşillikler ve gül bahçeleri, çeşmeler hepsi benden çıkıyor ve akıyor.” diyor. Bu misalleri çoğaltabilir ve şu sonuca varırız ki Bahaeddin Veled’in zahirî bilgisi yanında bir de batınî ahvali ve bir iç âlemi, iç hayatı vardır ki o, bu halde iken aklın kabul edemiyeceği bazı şeyler duyar ve uzun zaman, içinde bulunduğu bu mistik halden zevk alır. Bu kadar açık olmamakla beraber aynı fikri Mevlânâ’da da buluyoruz, O’na göre istidlâller insanı daima yanıltabilir bu yüzden duyguyu da nazar-ı itibare almak lâzımdır. Bütün bunlar Bahaeddin Veled”in Mevlânâ’ya ne dereceye kadar tesir ettiğini gösterirse de, bu tesirin derecesi ne olursa olsun, çok cepheli, tamamen kendine has bir düşünce sistemine ve ifade kudretine sahip olan Mevlânâ’nın büyüklüğüne halel getirmeyeceği gibi, onun tasavvufî anlayış ve düşünüşde birleştiği babası Bahaeddin Veled’den ayıran taraflarını meydana çıkarmaktadır.

Babasının ölümünden az sonra, 1231 de Burhaneddin Muhakkik Termizî ile tanışıp, dokuz yıl müddetle bu kâmil şeyhin müridi olmuş, onun ruhanî nüfuzu altına girmiştir. Mevlânâ’ya babasının iç ahvalinden bahs ve bunu elde etmesi için teşvik eden bu zattır. Bahaeddin Veled için der ki: “Ahmed-i Mürsel’den sonra bir çok veliler gelmişler, fakat hiç birinin mertebesi Mevlânâ Bahaeddin Veled’inki kadar büyük olmamıştır. Bunu riyakârlıktan söylemiyorum.... ”

O’na göre bâtından gayrisi bâtıldır; halbuki bâtın insanın gönlünün hakikatidir.

Ruhun ölümsüzlüğü ve kemali ayrıdır. Binaenaleyh ölümsüz olan ruha kavuşabilmek için bâtını düzeltmek gerekir. Zira o ebedî olan ruh, bu umumî olandan ayrıdır. İkiliğin kalkması lâzımdır. Sen sen, ben ben, bu olmaz. Sen ben, ben sen olursa bu, visâl olur ve aşıkla maşuğu da diğerleri gibi bir görüp “ve yakîn olarak bilesin ki senin maşuğun da yine sensin.” der. Seyyid Burhaneddin kendisinin Bahaeddin Veled’den öğrendiği bu batınî ahvalin ilimle değil, duyuşla elde edilebileceğini söylemişse de bu arada Mevlânâ’nın zahirî ilimlerdeki bilgisini artırmak ve derinleştirmek maksadıyla Halep ve Şam’a gittiği ve Şam’da İbn-i Arabî ile görüştüğü de söylenmekte, fakat Sultan Veled, Veled-Nâme’sinde bundan bahsetmemektedir. Bununla beraber imkânsız da görülmez. Çünkü o sırada Halep ve bilhassa Şam gibi şehirler Moğol Akınından kaçan bilginlerin toplandığı mühim İslâmî ilim merkezlerinden biridir. Meselâ Muhiddin Arabî orada yerleşmiştir.

Eflâki’ye göre Mevlânâ fıkıh ve mezhebler ilmini Halaviyye Medresesi müderrisi âlim ve şâir bir kimse olan Kemaleddin İbn-i Adîm’den okumuştu. Mevlânâ Şam’ı sever. Şems’e ilk defa orada tesadüf etmiş, onu aramağa yine oraya gitmiş, çocuklarını da tahsil için oraya gündermiştir. Şam için söylediği güzel bir gazeli vardır.

Seyyid Burhaneddin Hakîm Senâî’yi çok sever, ve “Bütün mütekellimler ve hakimler mânalar sırrını onun divanından nakletmektedirler” diye Senâî’nin şiirlerinin değerini de belirtir. Mevlânâ Fihi Mâfih’de bu hususa temas etmektedir: “Dediler ki Seyyid Burhaneddin pek güzel konuşuyor, ama söz arasında Senâî’nin şiirini çok tekrarlıyor, Seyyid buyurdu ki: onların dediği şuna benzer: Güneş iyidir, ama nur veriyor, bu kusuru var. Senâî’nin şiirini misâl vermek, o sözü göstermektir.. Gerçekten de Mevlânâ da gerek Mesnevi’sinde, gerekse Fihi Mâfih’de Senâî’den beyitler almıştır.

O’na büyük bir kıymet verir ve: “Attar ruhtu ve Senâî onun iki gözü, biz Attar ile Senâi’nin ardından geldik”. der. Bilhassa onun şu:

Kufr u din her do der reheş pûyan

Vahdehu lâ şerike leh gûyan,

(Küfür ve din her ikisi de “O birdir, Onun şeriki yoktur” diyerek O’nun yolunda koşmaktadırlar.) beyiti Mevlânâ’nın inandığı esaslardan biri haline gelmiştir.

Şeyh 1240 da ölmüş ve ölürken Mevlânâ’ya yolunu kaybedenlerle uğraşmasını, onları Tanrı yoluna çağırmasını, vasiyet etmiştir. İrşada fazla önem verdiğinden tasavvufu daha çok sosyal ve ahlâkî bir karakter taşıyan Bahaeddin Veled’în tesiri burada da görülür.

Seyyid Burhaneddin ölünce, Mevlânâ beş yıl kadar medresede fıkıh ve diğer dinî bilgileri okutmakla vakit geçirmekle beraber, Burhaneddin Termizî’nin yanındaki dokuz yıllık zaman, onu derûnî âleminde cereyan edecek hadiseler için iyice hazırlanmıştır.

Mevlânâ Tebrizli Şems ile Kasım 1244 tarihinde karşılaşır ve tasavvufî mânada ona âşık olur. Bu aşk kendisini şâir yapar. Bundan sonra Mevlânâ kendisini zühde, takvaya veren, zâhiri ilimleri öğreten, vaaz eden, fetvalar veren bir insan değil, cezbeye kapılmış heyecanlı bir aşıktır. Hulâsa tamamen değişmiş, bambaşka bir insan olmuştur.

Şems kimdir?

Âlim değildir. Zahire değer vermez. Zıtlıklar içinde olup, bütün kayıtların dışındadır ve hatta kayıtlara bağlananları noksan bulur. Sıra şeyhleri ile eğlenir. Dâimî bir arayış içindedir.

Âlim olmadığı gibi ilmin de aleyhindedir. Şiddetli bir ruhâni cezbe altında bulunan Şems, kendinin Tanrı sırlarını nakleden ve feyizlerini yayan bir vasıta olduğuna inanarak, manevî nüfuzu altına girenler üzerinde büyük bir tesir sağlar. İngiliz müsteşriki Nicholson onu kuvvetli azmi, dervişliği, fakri ve ölüm şekli bakımından Yunanlı hakîm Sokrat’a benzetir. Zira her ikisi de deha sahipleri üzerinde nüfuz yürütmüşler ve dâhiler de onların ilka ettikleri ham fikirleri bir san’at kisvesine bürümüşlerdir. Aynı zamanda her ikisi de zahirî ilimlerin faydası zlığına, nefis tezkiyesi ve vicdan tasfiyesinin lüzumuna inanmış, aşkın yüksek mahiyetini ve mertebesini anlatmışlardır. Nicholson’un işaret ettiği bu benzerliğe rağmen Şems, felsefe ve hükema mesleği aleyhinde olup, Yunan felsefesini İslâmlaştırdığı için Mevlânâ ve babası Sultan al-Ulema Bahaeddin Veled gibi Fahri Râzî’ye kızmaktadır. Dâimi bir arayış içinde olan Şems’in derecesini takdir edenler ona Kâmil-i Tebrizî de derler.

Mevlânâ’ya göre o, din şeyhidir. Âlemler Rabbı’nın mânâlar denizi, can okyanusudur. Gerçeğe ulaşmak için onun eteğine yapışmalıdır.

O’na olan bağlılığını ve bu bağlılığın onda hasıl ettiği değişmeyi şöyle anlatıyor: “Ülkenin zahidi idim, minberlere sahiptim. Gönül kazası sana karşı ellerini çırpan bir âşık haline getirdi beni.”

“Onun sayesinde kurtulanların canlarına yemin ederim ki kurtuldum, hürüm.”

“Senden başka başım varsa yok olsun, sensiz yaşarsam yak varlığımı.. Kâbe’de mabudum sensin, kilisede de....” Daha ileri giderek:

“Benim pîrim, benim müridim, benim derdim, benim devam. Bu sözü açıkça söylüyorum: Benim Şems’im, Benim Tanrım.”

Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled bu durumu açıklamak ihtiyacını duyarak diyor ki: Şems’in yüzünü görünce aydın gün gibi sırlar ona açıldı, görülmemiş şeyleri gördü, kimsenin duymadıklarını duydu. O’na âşık oldu, elden çıktı yanında yücelikle alçaklık bir oldu.”

Şems’in ve Mevlânâ’nın müdafaasını yapar mahiyetteki şu ibareler de bilhassa Şems’in meşrebini ve kuvvetli şahsiyetini bellirtmesi bakımından dikkate değer: “Adem zamanından beri cihanda evliyay-ı kâmil ve âşıkan-ı vâsıl bulunmuş ve bunlar halk tarafından tanınıp, takdir edilmişlerse de, ilm-i zâhir mümessilleri hiç bir zaman bunu fark edememişler, hatta bilgisizliklerinden Hallaç gibi kimseleri asmışlardır. Fakat bu evliya âleminin üstünde başka bir âlem daha vardır ki burası makam-ı maşuktur. Buna dâir Şems-i Tebrizî ortaya çıkmadan evvel kimse bir şey işitmemişti. İşte tabiatıyla alelade kimselerin gözünde, âşıklar zümresinden, de gizli olan bu zümrenin mümessillerinden biri Şemseddin’dir. O, bu yolu Mevlâna’ya göstermiştir ve Mevlânâ onun yanında yeniden öğrenmek zorunda kalmıştır.” Sultan Veled Şems’i Hızır’a, babasını da Musa peygamber’e benzetir.

Acaba hakîkaten Şems Mevlânâ’ya ne öğretmiştir ki, onu tamamen değiştirmiştir?

Burası henüz gereğince açıklanmış değildir. Fakat tesiri muhakkaktır. Okadar ki Şems için sihirbaz diyenler olmuş, onu ölümle tehdit edenler çıkmış ise de zahir ehlinin dar bir çerçeve içindeki ahlâk ve din telâkkilerinin üzerinde durmayan Mevlânâ ve Şems, doğruluğuna inandıkları ve diledikleri gibi hareket etmişlerdir. Eflâki, Mevlânâ’nın hayatının bu safhasında etrafında toplanıp arkasından gelenlerden bahsederken diyor ki: “Bundan sonra semam temelini attı, her taraftan gelen aşıkların aşkı ve şevki dünyayı kapladı. Aşağı ve yüksek tabakadan insanlar, kuvvetliler, zayıflar fakirler, fatihler, bilginler, cahiller, müslümanlar, ve kâfirler, padişahlar, mezhep ehli ve tarikatçılar hep Mevlânâ’nın etrafında toplandılar.”

Yolunu değiştiren Mevlânâ artık namaz ve vaaz yerine semaı, okutma yerine de neyi ve rebabı tercih etmiştir. Bir düşünür ve bir sanatkâr olarak devrinin hâkim inanç ve telâkkilerini aşıp geniş insan kitlelerine hitap edebilmiş onları arkasından sürüklemeğe başlamıştır.

Sonunda, her ikisini de dinsizlikle itham edenler Şems’i ortadan kaldırmağa muvaffak olmuşlardır. Bu harekette bulunanları da samimî dindarlar ve onun şöhretini, kudretini kıskananlar diye ikiye ayırmak yerinde olur.

Aşk ve cezbeyi esas olarak alan Şems’in 1247 de tamamen kaybolmasından sonra, bir zaman ümit ve ümitsizlik içinde yaşayan Mevlânâ kendidisini, hatta oğlu Sultan Veled’in bile üzüleceği bir şekilde, semaa verir sokakta, tekkede, medresede ve her yerde, döner.

Şems’i her yerde arayan ve herkesten onun haberini bekleyen Mevlânâ:

Lahzeî kıssa kunan kıssa-ı Tebriz kunîd

Lahzeî kıssa-i an gamze-i hun-riz kunîd, diyerek, onu aramak için iki defa Şam’a gitmiştir. Eflâkî, Şam ahalisi tarafından Mevlânâ’nın sözlerinin ve hareketlerinin nasıl garip karşılandığını ve pek çok Şamlının ona nasıl mürit olduklarını da naklediyor.

Nihayet bütün arayışlardan sonra Mevlânâ onu kendinde bulmuştur. Yani Mevlânâ’da diğer bazı mutasavvıflarda, ve bizzat babasında olduğu gibi, kendini maşuk ile bir görme duygu ve düşüncesi hâkim olmağa başlamıştır.

Sultan Veled bu hali,

Şems-i Tebriz ra der Şam nedîd

Der hodeş dîd hem-çu mah pedîd

(Şems-i Tebriz’i Şam’da bulamayıp, onu ay gibi aşikâr, kendinde gördü.)

Ve,

Goft Gerçi beten ezu dûrim Bî ten u ruh her du yek nûrîm

Hah ûrâ bibîn u hah mera Men veyem, û menest ey cûyâ (Dedi ki: Herne kadar vücud itibarile ondan uzak isek de beden ve ruh olmaksızın her ikimiz birtek nûruz. İster onu, ister beni gör; Ey arayan kimse! Ben o’yum, o da bendir.) gibi beyitlerle ifade eder. Hulâsa Mevlânâ Tanrının birliği inancını, Bahaeddin Veled gibi, tamamen hissetmiş ve bir sevgili olarak Şems’de bulduğu sevgili Tanrısını kaybedince, onu her yerde arayıp, evvelâ kendisinde, sonra da her yerde bulmuştur. Çünki o artık suret ve renklerden kurtulup yekrenklik âlemine, yâni mâna ve ruh beraberliğine ermiştir.

İşte bu devresinde hal ehli, ondaki bu değişikliğe kapılıp etrafını kuşatırlarken, şeriatçiler de her zaman yaptıkları gibi Kadı Siraceddin Urmevi’ye şikâyet ederek, halkın sema‘ ve müziğe olan aşırı düşkünlüğüne mâni olmasını istiyorlardı.

Mevlânâ geniş hoşgörürlüğü ve büyük sabrı sayesinde bu defa da muarızlarını yenerek hatta onların bir çoğunu, gönüllü taraftarları ile birlikte, istediği istikamete sürüklemekte devam etmiştir. Bu yolla o, şiir, müzik ve sema gibi üç önemli san’at kolunu, aşkı ve îmânı sayesinde, büyük bir ahenk içinde birleştirmeğe ve bu san‘atların çok geniş ve mütenevvi insan kitleleri arasında, dinî taassub karşısında yaymağa muvaffak olmuştur. Mevlânâ’nın bilhassa şiirleriyle yaydığı tasavvufî görüş, anlayış ve düşünceleri ve yaptığı hamleler hakikaten büyüktür. O, Tanrı sevgisinden ibaret olan mistik aşka şiir, müzik ve sema ile beşerî bir yön vermiş ve bunlardan hareket edenler için de varılacak yeri göstermiştir.

Netice olarak denebilir ki. Şems-i Tebrizî’nin Mevlânâ’daki fikrî tesirlerini sistemli bir şekilde gösterebilmek, ancak Şems’in Makalât’ının ilmî bir şekilde incelenerek, Mevlânâ’nın eserleriyle karşılaştırılmasıyla mümkün olabilir. Mesnevi’de Makalât’tan alınmış kısımlar mevcuttur. Divan-ı Kebir’de pekçok gazelde Mevlânâ, “Şems-i Tebrizî” yi mahlas olarak kullanmıştır ki bu da onu kendisiyle bir görüşün başka bir ifadesidir.

1247-1273 yılları arasında geçen zaman Mevlânâ’nın irşad devresidir. Geceleri neden uyumadığını soran karısına verdiği “Biz uyursak bu kadar uyuyana kim deva eder? Hepsini kemale erdirmeği, hepsini cezalardan kurtarmağı, cennet mertebesine ulaştırmağı ben üzerime aldım.” cevabı onun bu faaliyetinin delilidir.

1257 de Mevlânâ Şems’e bir mazhar da bulmuştur. Bu, Selâhaddin-i Zerkûbî adlı güzel yüzlü, iyi huylu, ümmî, ihtiyatlı, imânlı bir insan olup Mevlânâ’yı huzur ve sükûna kavuşturmuştur. Sultan Veled’e kızını alarak onunla bir akrabalık da kuran Mevlânâ, onu şeyh ve halife tayin etmiştir. Şehy Selâhaddin Seyyid Burlıaneddin’den feyz almış, ayrıca Şems’in sempatisini de kazanmıştı. Fakat bu ümmî şeyhi kıskananlar onu öldüreceklerini kendisine bildirdikleri zaman; “Hayatım Tanrının elinde iken beni nasıl öldürebilirsiniz? Mevlânâ’nın aranızdan beni seçtiğini, benim bir aynadan başka bir şey olmadığımı bilmeden kızmayınız. O bende kendi yüzünü görüyor. Nasıl olur da kendini seçemez. O bende sadece kendi güzelliğini seviyor.” diyince müritler yatışıp, incinen Mevlânâ’dan da özür dilemişlerdir. 1262 de ölen Şeyh Selâhaddin için Mevlânâ’nın yetmişbir gazeli vardır. Ayrıca Mektuplar’ında muhtelif vesilelerle kendisinden bahsederken ona zamanın Bayezid’i, Cüneyd’i ve kutupların kutbu diye iltifat eder. Mevlânâ’nın ona bağlılığı derindir ve saygısı büyüktür. Selâhaddin’in, arzusu üzerine, zamanın geleneklerine uymayan bir şekilde yapılan cenaze merasimi uzun zaman halkı meşgul etmiştir.

Urumiyeli Ahi Türk Hüsameddın Çelebi (1225-1284) dedeleri Fütüvvet ehlinden olduklarından, bir çok Fütüvvet erbabıyla beraber Mevlânâ’ya intisabetmiş, ve Mevlânâ’nın durulan tabiatını tekrar galeyana getirip Mesnevî’nin yazılışına sebep olmuştur. Mevlânâ kendisini Mesnevi’de öğmüştür. Hüsameddin Çelebi kimseden muhalefet görememiş, hatta Mevlânâ’nın ölümünden sonra, Sultan Veled’in arzusu ve ısrarıyla halifeliği kabul etmiştir. En büyük hizmeti hiç şüphesiz, Mesnevî’nin yazılışındaki rolüdür.

Mevlânâ 17 Aralık 1273 tarihinde Konya’da vefat etmiştir, ölümü büyük bir hadise olarak karşılanan Mevlânâ’yı her dinden, her mezhebden, her sınıf ve meslekten yüzlerce insan mezarına kadar takibetmişler, uzun zaman geceli gündüzlü mezarını beklemişlerdir. Eflâkî’nin Menâkıb’mda bu olay etraflı olarak anlatılmıştır. Arkasından, hristiyanlar: “Mevlânâ bizim İsa’mızdı, museviler ise o bizim Musa’mızdı.” diye göz yaşları dökmüşlerdir. Bir papaz ise: “Mevlânâ ekmeğe benzer, onsuz eden olur nu?” diye ona olan ihtiyacı anlatmıştır. Emir Bedreddin Yahya ise onun için yazdığı içli mersiyede: “Senin kederinle yaşlanmayan göz, senin mateminle parçalanmayan yen nerede kaldı? Senin başına yemin ederim ki yer üzerinden senin gibi biri daha toprağın karnına girmemiştir.” Onun eşsizliğini ve ufulü karşısında duyulan acının ve ızdırabın derinlik ve derecesini anlatmıştır.

Alâeddin Kayser ile vezir Muinüddin Pervâne Kubbe-yi Hadra’yı yaptırmışlarsa da onun gerçek makberesi, Mevlânâ dostlarının gönülleri olmuştur.

Mevlânâ bilindiği gibi ilk karısı Gevher Hatu’nun ölümünden sonra Kerra Hatun’la evlenmiştir. İlk karısından Bahaeddin Sultan Veled ile Alâeddin adlı iki oğlu, ikinci karısından ise Muzafferüddin Alim Çelebi ile Melike Hatun isimli bir kızı, bir oğlu olmuştur.

Bunlardan, bizzat kendisinin ifadesiyle de teyid edilmiş olduğu gibi, ona suret ve siret itibarile en çok benzeyeni Bahaeddin Sultan Veled’dir (1226 - 1312).

Sultan Veled, her hususta babasına benzemesi arzu edildiğinden büyük bir ihtimamla yetiştirilmiş, 1284 de Hüsameddin Çelebi’nin ölümü üzerine halife olmuştur. Tarikat tarihi esas itibariyle Sultan Veled ile başlar. Derhal sistemli bir teşkilatlandırma ve propaganda faaliyetine atılarak Mevlânâ’nın aşk ile karışık olan tasavvufuna muhalefet eden bir çok kimseleri kazanmağa muvaffak olmuştur.

Meselâ der ki: “Evliya ile müsahabet etmek Allah ile etmekle birdir ve zâhiri ibadet ve ilimler tahsilinden faydalıdır. Tanrı bütün şeyhlerde muhtelif sebeplerde tecelli eder.” Bunun gibi esaslara dayanarak tarikat teşkilâtının tessüsünde büyük bir rol oynayabilmiştir. Aslında, bu nazarıyeler babasının geçirmiş olduğu derunî mücadele ve tecrübelerin sonuçlarından ibarettir. Ayrıca tasavvuftaki umumî ve müşterek motiflerle, Mesnevi’de ki düşünceleri yepyeni bir ifadeye bürüyerek de aynı sonucu çıkarabilmiştir. Bilhassa sema’ı muayyen kaideleri olan bir âyin haline sokması onun tarikate yaptığı hizmetin en büyüklerinden biridir.. Eser vermek hususunda da babasına uymak isteyen Sultan Veled’in eserlerinden bilhassa Veled-Nâmesi bu konudaki en önemli kaynaklardan biridir.

Kendisine tabiaten benzemeyen ve aynı anneden olan kardeşi Alâeddin’in ismi Şems hadisesine karışmış olup Mevlâna’yı üzmüştür. Hatta Mevlânâ bu oğlunun -rivayete nazaran- cenazesine iştirak etmemiştir.

Mevlânâ’nın bu yakın çevresinden başka bir de devletin ileri gelenlerinden, emirler, vezirler, din adamları, fakihler kadılar ve bilginlerden müteşekkil bir muhiti daha vardı ki bunlardan bazısı onun büyüklüğünü teslim ederek ona mürid olmuşlar, bazıları da onu red ve inkâr eylemişlerdi. Tabiatıyla hepsinin ismi bize kadar gelmemiş olup, bilinenlerden muhtasaran bahsetmek faydadan hali değildir.

Sadreddin Konevî (ölm. 1274), ilk önce Mevlânâ’nın büyüklüğünü inkâr, sonra teslim edip, hatta cenaze namazını kıldırmıştır.

Fahreddin Îrakî (1203-1289) Mevlânâ ile tarikat ve şairlikte iyi anlaşmış iki dost idiler.

Kutbeddin Şirazî (1245-1316) de önce red edip sonra Mevlânâ’ya teslim olanlardan biridir.

Menâkıb’da Şeyh Necmeddin Dâye (ölm. 1256) ile münâsebetine dair rivayet vardır.

Bahaeddin Kanî-i Tusî de Hakîm Senâî’yi reddettiğinden Mevlânâ’nın hücumuna uğramıştır.

Kadı Sirâceddin-i Urmevî (1197- 1283) önce Mevlânâ’nın tasavvufî derece ve mertebesini inkâr edip sonradan kendisine inanmıştır.

Safiyüddin Hindî, rebab ve sema‘ın aleyhiınde bulunarak Mevlânâ’nın büyüklüğünü kabul etmek istememiştir.

Muasırı hükümdar ve emirlere gelince: Eskidenberi bilginlere ve tasavvuf ehline saygı göstermek âdetleri olan Selçuklu sultanları Mevlânâ’ya da büyük bir saygı göstermişlerdir. Bundan başka Moğol Akını’nın acı sonucu, sadece halkı değil onları da uyandırmış, ve onları ibadete, din adamlarına ve mutasavvıflara yöneltmiştir. Fakat bunlardan bazısı samimi olup, bazısı halkın temayülünü hesaplıyarak hareket etmişlerdir. İçlerinde mürit olanları bile olmuştur. Bilhassa baş tarafta da ifade edilmiş olduğu gibi, 1243 Kösedağı yenilgisinden sonra hükümdarlar hanedanlarını ve hayatlarını korumak için her türlü maddî ve mânevî kuvvete sarılmışlardır.

Sultan İzzeddin Keykavus II. nin mürit oluşu ve kardeşi Sultan Rükneddin’in Şeyh Baba Merendî ile münasebeti ve feci akıbeti gibi misâller çoğaltılabilir.

Emirler arasında da sufî- meşreb olanların sayısı bir haylidir. Bunlardan bazısı Mevlâna’nın meşrebine sahib olup, ondan feyz almağı ganimet bilmişlerdir.

Emîr Celâleddin Karatayî, Taceddin Mu’tez, Sahip Şemseddin Isfahanî, ve Muinüddin Süleyman Pervane bütün tasavvuf ehline hizmet etmiş ve saygı göstermişlerdir.

Mevlânâ, zamanının bütün büyüklerinden saygı görmesine rağmen hiç biriyle münâsebeti Muinüddin Pervane ile olduğu kadar samimî ve dostça olmamıştır.

Fihi Mâfih’de bu münasebeti gösteren bir çok bahisler oldağu gibi, Mektubât’ta da Pervane’ye hitap edilmiş bir çok mektup mevcut olup, mektupların en güzeli de bunlar arasında bulunmaktadır.

Pervane, Mevlânâ için sema‘ âyinleri tertipler, sık sık ziyaretine gelir ondan işleri huşunda fikir alır, öğüdünü dinler ve tenkidini kabul ederdi.

Müritleri bir defasında: “Emir gelince Mevlânâ büyük sözler söylüyor.” diye çekememezliklerini açıklayınca, Mevlânâ da: “Çünkü o, söz ehlidir ve daima sözü çeker. Başkaları da nazımla ve ya sözle incelikler gösteriyor ve maârif söylüyorlar; Emîrin meyli bizedir, maârif, dekayık ve vaazlara değil. Her yerde bunlardan var. Öyleyse onun beni sevmesi, beni görmek istemesi bunlar için değildir. O bende, başkalarında olmayan bir şeyi görüyor.” cevabını vermiştir. Bazan onu içeri almayıp uzun uzun kapısında beklettiği ve bunun sebep ve faydasını izah ettiği de olmuştur. Mevlânâ’nın Mektuplarından, müridlerinin veya kendisinden şefaat bekleyenlerin, derdlerini Emîr sayesinde nasıl hallettirdiğini öğreniyoruz. Mazlumların korunmasını, suçluların bağışlanmasını, borçların ödenmesini, ihtilâfların hallini hep Pervâne’den rica etmiştir.

Her halde Mevlânâ’nın Pervane üzerindeki tesiri büyük olmuş, ve Pervane’nin de ona olan saygısı ve bağlılığı aynı nisbette artmıştır.

Yâran Mevlânâ’nın en geniş ve hatta en yakın çevresidir. Bunlar her dinden ve her mezhepten olan, her tabakadan ve her meslekten bulunan isimsiz dostları ve müridleridir ki Mevlânâ onları çok sever, onlara çok değer verir; bunlar arasında kadınlar da vardır.

Kemaleddin Kâbî isimli, Mevlânâ’yı çekemeyen biri, Muinüddin Pervâne’ye: “Mevlânâ’nın müritleri acaip insanlardır. Çoğu aşağı tabakadan ve zenaat sahibi kimselerdir. Etrafında şehrin ileri gelenlerinden hemen hemen kimse yok gibi. Her nerede bir terzi, bir bezzaz, bir bakkal varsa onu dost ediniyor.” demesi üzerine Mevlânâ: “Onların zenaatları, mârifetlerine mâni değildir. Mansur hallaç değil mi? Bîr başka ârif bezzaz değil mi?” diye kızmıştır. Biri müritlerinin kötü kişiler olduğunu söyleyince, Mevlânâ da: “İyi olsalardı ben onların müridi olurdum.” cevabını vermiştir.

Hakikaten onun müritlerinin çoğu zenaat ehli, papazlar, museviler, hıristiyanlar ve kadınlardı. Kadınların tertipledikleri sema‘ meclislerine katılıp onlarla sema‘ ettiği nakledilmektedir. Kadınlar hakkındaki düşüncesi ve onlara muamelesi son derece’ medenîdir.

Mevlânâ’nın böyle geniş ve mütenevvi bir kitleye hitab edebilmesi ve onlar tarafından benimsenmesinin sebepleri, yukarıda izah edilen sosyal, politik ve kültürel olayların tesirleri, manevî bağlara, değerlere ihtiyaç, huzura kavuşmak arzusu ve bunların yanında Mevlânâ’nın yetişme şartları, tabiatı, eşsiz kudreti, insan, ahlâk, din anlayışı, yardım sevgisi, üstün irşad ve rehberlik vasfıdır denilebilir.

Mevlânâ fikir hürriyetine inanmıştır ve düşünceler muaheze edilemezler, der. Halkı sever, halkla ilgilenip onlardan şikâyet etmemeği, ve onları anlamağa çalışmayı tavsiye eder.

Mevlânâ fevkalâde hassas ve samimi, aynı zamanda çok da alçak gönüllüdür. Fakat değersiz insanlara da dalkavukluk etmez. Asil olmasına rağmen bununla öğünmez. Kanaatkar olup hiçbir şeye tama etmemiştir. Verilenleri daima başkalanna yardım edebilmek için kabul etmiştir. Doğruluğa da aşıktır. Başkalarının kusurlarını görmenin aslında kendi kusurlarını görmek olacağını söyler, müsamahakârdır. Açık kalpliliği de öğmüştür. Dilenmenin aleyhinde olup, başka şeyhlerin aksine, daima müritlerine çalışma tavsiye etmiştir.

Kader, ilim, din ve aşk, hakkındaki düşünceleri ise şöyle özetlenebilir: İnsan Tanrının kudreti elindeki bir yaya benzer. Kul tedbir alır, ama takdirin ne merkezde olduğunu bilemez. O, akıl, düşünce ve ruh gibi bir takım âletler vasıtasıyla fiillerinin yaratıcısıdır. Ancak bu âletleri bizzat kendisi yapmadığından ve bu fiiller de bu âletler vasıtasıyla meydana geldiğinden kul fiillerinin yaratıcısı olamaz.

İlim, Tannyı bilmek için istenilir; âlimlik, insanın zatında bulunan bir hünerdir.

Din ise, gayeleri bakımından bütün dinler bir ve aynıdır. Kur’an Tanrı kelâmıdır. Binaenaleyh, Musa, İsa ve diğer peygamberler zamanında da Kuran vardır.

Aynı şekilde dervişlerin yek-vücutlüğunu ve sâliklerin bütünlüğünü ileri sürer.

Aşk hakkında babası ile hemfikir olup, en açık bir ifadeyle der ki: Aşk, bütün maddi ve mânevi sevgilerin hepsi, hakikatte Tanrı’yı sevmektir. Tanrı sevgisi her yerde ve her şeyde vardır. Bir insan herşeyi Tanrı için sever ve başkasını Onun için isterse ve bu aşk Tanrıda nihayetlenirse sonunda, o kimse mutlaka Tanrının zatını da bulur. Esasen insan varlıklar arasında Tanrının vasıflarına mazhar olan yegâne varlıktır. Her şey insandadır ve insan büyük bir âlemdir. Çünkü o Tanrının cemâlinin aynasıdır.

Görülüyor ki onun kader, ilim, din ve aşk görüşünün hareket ve dönüş noktaları da varlık birliği inancıdır. Bu noktadan hareket ederek en yüksek insanî düşünce ve duygulara erişen Mevlânâ, bunları bütün insanlar için bir esas ve ideal haline getirebilmiştir. Onun Peygamber’den sonra ençok sevilen bir insan olmasının ve Mesnevisinin de çok okunan bir kitap bulunmasının sebebi de burada olmalıdır.

Hülâsa, bütün ömrünce aşk ile, gerçek peşinde koşan örnek insan Mevlânâ, insandaki sonsuz kudrete inanmış, en kötü ve ümitsiz durumlarda bile onu hayatın gayesi ve manâsı olan aslındaki iyilik, güzellik ve doğruluğa yani kemale erişebileceğine inandırmış, ona bu yolda muhtaç olduğu ümit, îman ve cesareti verebilmiştir. O, bütün bunları iddiasız, gösterişsiz, karşılıksız, san’atın ve tefekkürün zirvesine yükselmiş olarak verdiği eserleri ile gerçeklettirmiştir. Bu eserler zaman ve mekânın dar çerçevesini aştıkları içindir ki asırlar boyunca onu okuyanlar ve onu anlayanlar için tükenmez bir ilham, irfan ve huzur kaynağı haline gelmiştir. Binaenaleyh, Mevlânâ ve muhiti, eserleri ve tesirleriyle asırlardır yaşamaktadır.