Makale

HÜSEYİN OĞLU MUSTAFA ONBAŞI

İktibas:

HÜSEYİN OĞLU MUSTAFA ONBAŞI

Ruşen Eşref ÜNAYDIN

On yedinci, on sekizinci yüzyılda İstanbul’a gelen elçilerin falan hâtıranâmelerinde, öyle kâğıtlar üstüne Amsterdam basması uzun burma bıyıklı, geniş gövdeli, ablak yüzlü ve koca enseli babayiğit yeniçeri tasvirleri vardır a... İşte, yanımda duran asker de onlardan birini andırıyordu. Yalnız, usturayla traş ettirilmiş başında kavuk yerine kabalak, belinde, hançer yerine kasatura vardı. Ve onların bakışlarındaki kahhar heybet, bunda biraz daha yumuşak, biraz daha durgundu.

— E sen nerelisin bakalım, ağam? diye sordum.

— Afyon Karahisar’ın Sandıklı kazasının Kusura Kariyesinden Hüseyin oğlu Mustafa,

— Rütben?

— Onbaşı.

— Sen de Çanakkale’de bulundun, demek!

  • Evet efendim, bulunduk.
  • Yaralandın mı?
  • Evet; kolumdan, bileğimden, parmağımdan.
  • Ne ile yaralandın?

— Misket parçasiyle, şarapnel misketinin parçasiyle.

  • Hangi taraftaydın?
  • Seddülbahir tarafındaydım. “Donuz deresi” nden girdik, “Kanlı dere”ye çıktık; Kirte Köyünün alt yanında “Kanlı Dere” vardır; İşte oraya!...
  • Ne gördün bu muharebelerde? Biraz naklet, bakalım!...

İçini çekti:

  • Şimdi efendim, Kanlıdere’ye girdik. Başladık muharebeye…

Alayımızı ne söyliyecek miyiz?

  • Yok; sen bilirsin!
  • Neyse Kanlıdere’de biz, bir altı gün kadar müdafaa ettik. Sonra üç gün istinat yerine, sargı mahalline çekildik. Ondan sonra Kirte Köyünün altına girdik.

İşte asıl ateşe şimdice gireceğiz. Kirte Köyünün altında, şimdice, altmışıncı alay sağımızda taarruza başladı. Bizim alay da, ikinci alay da, onun solunda taarruza başladı. Ondan sonra bizim arkamızdan şiddetli hücum emri geldi. Biz hücuma kalktık, şimdice; düşman şiddetli ateş peydah etti. Bizim tabur kumandanımız “Haydi; bu şiddetli ateşe karşı Fedaî çıkacak yok mu?” dedi. Bizim birinci taburdan elli kişi kadar çıktık, biz... Düşman bize şiddetli ateş atıyor... Biz bir iki şehit verdik, düşmanın istihkâmını tutuncaya kadar... Hem atıyoruz, hem hücum ediyoruz!.,. Düşmanın istihkâmını tuttuk. Düşman her ne kadar bize ateş ettiyse de önümüzü alamadı, istihkâmdan püskürdü; şimdice birazlan istihkâmdan çıktı, kaçtı. Birazları, içinde kaldı. Onları arkasından süngüledik. Kâfir, kum torbasına sarılıyor ki öte yana kaçacak, deniz tarafına!... Biz hepsine süngüler saldırdık. Beline beline süngüledik. Hâlâ benimki yağırnısına geldi...

  • Yağırnı diye neye diyorsun?
  • Eliyle belini göstererek: — Hani şu bel kemiği yok mu? Ona biz yağırnı deriz...

Süngü kırıldı... Sonra biz bunun istihkâmına atladık, ikinci istihkâmdan dâ çıkardık, bunu.... Deniz aşağı yoğduk.. . Sonra bizim fırka kumandanından emir gelmiş: “Askeri geri çekin” diyerekten... Biz geriye dönünce, başladı denizden bombardıman etmeye... Biz kendimizi siper aldık. Evvelden gülle düşmüş de bir çukur açmış imiş. Bizim kaçırdığımız düşmandan on altısı kaçamamış, oraya siper almış da yatmışlar. Sonra bizim arkadaş vardı, Ethem Ağa deriz, o adam görmüş onları.,. Bombacıydı o da.

  • Kim? Ethem Ağa mı?

— Evet!.. Dedi bana: “Mustafa Onbaşı! Burda bir kaç kişi var amma, bunlar diri,,, Ben üstlerine varmadım. Ne yapalım?” dedi.

Dedim:

— “Sen; ben varayım üstüne!..”

Bundan üç bomba aldım, ben. O da peşimden geldi. Beraber olarak vardık. Gösterdi orayı bana. Hemen ben kirpiti aldım; çaldım attım; çaldım attım.,, Ben üç atıncaya kadar da iki tane o çocuk attı. On altısı da mâf (mahv) oldu. Sonra biz çocukla geri geldik. Sıçan yolundan gelirken, mülâzım-ı evvel Cemal Efendi vardı, bizim... Mülâzım-ı evvel Cemal Efendi orda bacağından vurulmuş. “Aman evlâdım, beni burada bırakmayın” dedi. Onu aldık arkamıza; sargı mahalline gittik...

Ondan sonra Kirte Köyünde bulunduk..,

  • Sen sonuna kadar orda miydin?
  • Hayır, üç ay eğleştim. Altmışıncı alayın ardından takviyye (takviyeye) gittikti. Yaralandım. İstanbul’a geldim.
  • Nasıl oldu?
  • Altmışıncı alay Kirte’nin altında muhârebeye girdi. Düşman buna taarruz etmiş,

İstihkâmın birinde bizimkileri maf etmiş. Sonra altmışıncı alay kumandanından bizim alay kumandanına telefon gelmiş. Takviye istemiş. Bizim dördüncü alayın birinci taburuna arkasından takviye verdiler. Altmışıncı alayla karıştık. Biz girdik, şimdice, Kirte’nin altından emir verdiler. Hücuma kalktık. Girdik orda. Düşmanı yine püskürttük istihkâmından dışarıya... Mustafa Efendi vardı: Yüzbaşımız; önümüzde:

“Haydi evlâtlarım! Anamız bizi bugün için doğurdu” diyerekten, elinde kılıçla İngiliz’in ikinci istihkâmına da girdik. Ordan da kaçırdık İngiliz’i.

  • Eh bu İngiliz cesur mu bari?
  • Askeri korkaktır, yâni... Denizden gücü çoktur. Yoksa karada yüzü yoktur. Bir kere Türk’ün askerini gördü mü, gerisi geriye kaçmaya yüzü yeter; yoksa başka bir şeye yetmez.
  • Hımm.

— Yine biz devam ediyoruz. Akşamın saat alaturka 11 raddelerinde bizim topçular yukarı cephemizden başladı ateş etmeye. Sonra, bu yol, onun topçuları da bu hücumun arasına ateş etti... Ortalık biraz siyahlık oldu, akşam olunca... Düşmanın askerinin kalan bir kısmı denize aşağı kaçtı. Sonra topçular birbirine müdafaa ederken toplarını hücum ettiğimiz mevkiye düşürüyorlardı. Tozdan dumandan birbirimizi farkedemedik. Başladık ünleşmeye gayri: “Bu tarafa gel, bu tarafa gel” diye... İşte o gün yaralandım. Amma bilmem bizimki mi yaraladı, onlarınki mi? Tozdan pumandan anlıyamadık.

Anlattığı fecâatli boğuşma sahnelerini, ölüm anlarını daha belirtebilmek için sözlerine ellerinin işâretlerini katarken gördüm ki sağ elinin şehâdet parmağı, yarısından yok. Sebebini sordum. Mühimsemez bir edâ ile dedi ki:

  • Orda düştü gitti.
  • Anlat, anlat; yaralanınca nasıl oldun?
  • Ben gızgından, bilmedim yaralandığımı.

Arkadaşlar dedi ki: “Sen yaralanmışın, Mustafa Onbaşı. Yeninden kan sızıyor... Bir de baktım, parmağım da yok. “Eh, ben yaralanmışım” dedim.

— Vurulanlar bağırıyor mu?

— Biz duymuyoruz. Onlar geride kalıyor. Top sesinden, silâh sesinden hiç duymuyoruz.

  • Bâri insan o aralık bir şey düşünebiliyor mu?

— Hiç bir şey düşünemiyor. Yalnız korkmuyor. O ateşin içinde öleceğini mi kalacağını mı bilemiyorsun. Zâbitlerimiz bize tenbih ederdi ki: “Oğlum, Selâten Tüncinâ’yı okuyun” derdiler. Bilenlerimiz okurdu, bilmeyenlerimiz de tekbir alırdı.

  • Arasıra şarkı markı söyler miydiniz?

— Asker kendi mabeyninde geceleri şenlik yapar, şarkı çağırır, türkü çağırır, İllik bu; oynayanlar oyun oynar; çalgı çalanlar çalgı çalar; bilmeyenler de seyreder, çadırın içinde.

— Arkadaşlar birbiriyle iyi geçinirler miydi?

— Avvv, iyi geçinmenin sözü mü olur? Birbirine imdat ederlerdi.

  • Senin en iyi kafadaşın kimdi?
  • Ethem vardı, şehit gitti, Allah rahmet eylesin. Bir de....

— Hani o bombayı atan Ethem mi?

— Evet... Bir de Hüseyin vardı, mecruf (mecruh = yaralı) geldi.

— Bizim askerlerimiz cesur muydu?

— Cesur idi. Cesur olmaz mı? Ben sonrakileri bilmiyorum a muvazzafları... Neden dersen biz hep bir misâldik. Biz lediflerdik hep; 93 tevellütlü.

— Derler ki muharebede bizim askerlerin gözüne yeşil sarıklı askerler görünürmüş; siz de gördünüz mü onlardan?

— Hayır efendim, biz görmedik. Yalnız kuşlar vardı. Yeşil yeşil. Ateşin arasında gezerlerdi. Sonra zeytin ağaçlarına konarlardı. Başka bir şey görmedik, işte o zeytin ağaçlarını kurşun, gülle kırmış, yıkmış, dalını budağını karıştırmış. O yeşil kuşlar oraya konarlardı. Kurşun murşun, Allah tarafından, onlara dokunmuyordu.

(Çanakkale’de Savaşanlar Dediler ki adlı eserden)