Makale

İNSANLIĞIN BİRLİĞİ

İktibas:

İNSANLIĞIN BİRLİĞİ

Müellifi; Mııhammetl Ali

İngilizce aslından dilimize çevirenMehmed DÂNÂ

(Kıbrıs Müftüsü)

İnsanlığın bir oluşu fikri, Hz. Peygamber’in, medeniyete yaptığı nev’i kendine mahsus bir yardımıdır; bu ise telkin eylediği şeylerin temel taşını teşkil eden Allah’ın birliği akidesinin tabiî bîr neticesi olarak meydana gelmişti. Dünya tarihinin mütalâası gösterir ki, bütün insanlığın tek bir millet olduğu fikri, ilk olarak Hz. Peygamber’in zihnine doğmuştu. Bu, hakikî mânâsiyle Yukarı’dan gelen bir vahiy idi. Böyle bir fikre vücud vermek veya onun tahakkukunu te’mine çalışmak için Arabistan’dan daha uygunsuz bir memleket yoktu. Bütün memleket sayısız küçük hükümetlere ayrılmıştı ve her aşiret ayn ve müstakil siyâsî bir cüz’-i ferd (birim) teşkil ediyordu. Her aşîretin, bir düşman kabileye karşı yapılacak muharebede kendine önderlik edecek bir başkanı vardı. Çöl halinde olan o yerde sâkin olan aşiret ve kabileler, çölün kumlan gibi yek diğerlerinden ayrı ve bağımsız idiler. Onlar sonsuz münâzaalara tutuşmuş bulunuyorlardı. En küçük bir şey yıllarca devam edecek harbi ateşliyecek bir kibrit vazifesini görebilirdi. Genel olarak kan dökme ve tahribat faaliyeti vardı. Bir tarafın dermansız bir hâle gelmesi, kendisine zorla ahidnameler kabul ettirilmesine yol açardı; fakat gizlenen kin ateşleri tekrar parlardı ve bir def’a daha memleket kendini harb ateşleri içinde bulurdu. Bütün halk, bu harb alevleri tarafından yakılıp kül hâline getirilmek tehlikesinin kenarında bulunuyorlardı.

“Siz bir ateş çukurunun kenarında bulunuyordunuz” 3: 102. (Âl-i İmrân)

Yalınız Arapların değil, fakat bütün insanlığın tek bir millet olduğu fikri, insanlık tarihinde ilk def’a olarak burada doğmuştu.

“İnsanlar ise tek bir milletten başka bir şey değillerdi, fakat ihtilâfa düştüler” 10: 19. (Yunus)

“Ve bu sizin ümmetiniz, bir ümmettir. Ben ise sizin Rabbinizim, bunun için Benden sakınınız. Fakat onlar kendi aralarında partilere ayrıldılar, her parti ise sahip olduğu şeylerle ferahlanırlar. O hâlde onları bir zamana kadar kendilerini ihâta etmiş olan cehaletleri işinde bırak.” 23: 52-54. (Mü’minûn)

“Şüphesiz bu ümmetiniz, tek bir ümmettir, Ben ise sizin Rabbinizim, bunun için Bana ibâdet ediniz. Onlar ise işlerini aralarında fırka fırka oldular; hepsi de Bize döneceklerdir.” 21: 92. (Enbiyâ)

“Bütün insanlar bir millettir; Allah İse müjde getirici ve (yanlış yolda gidenler için) sakındırıcı olarak (onlara) Allah, Peygamberler gönderdi ve onlarla beraber hak ile kitap gönderdi” 2: 213. (Bakare)

O, hayalâta dalmış bir kimsenin istiğrak halinde atıverdiği ânî bir fikir değildi; o, bir fiil ve hareket düsturudur ki, vahyolunan âyetlerde ve Hz. Peygamberin sîretinde bütün teferrüatı ile işlenerek meydana getirilmiştir. Beşeriyetin, kabile ve ailelere bölümü kabul edilmiştir; fakat bu bölümün gayesi insanlığın en son birleşmesi idi.

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ile bir kadından yarattık ve sizi kabileler ve aileler hâlinde kıldık ki birbirlerinizle tanışasınız” 49- 13- (El-Hücürat)

Renk ve dil ayrıntıları tabiattaki tehâlüften ileri gelmektedir.

“O’nun (Ulûhiyyet’inin) alâmetlerinden biri de sizi topraktan yaratmış olmasıdır; ondan sonra da her tarafa yayılan bir beşer oldunuz.” 30: 20.(Er-Rûm).

Bir cemâatin, içinde yaşadığı memleket neresi olursa olsun, konuştukları dil ne olursa olsun, derilerinin rengi ne olursa olsun, onlar bir dam altında —gök kubbenin altında—, yaşayan ve tabiattan müsâvî derecede istifade eden, bir aile olarak kabûl edilmişlerdir.

“Ey insanlar! Sizi bir nefisten yaradan ve eşini de aynı neviden yaradan ve bu iki varlıktan bir çok erkek ve kadınlar üreten Rabbinize karşı olan ödevlerinizi yerine getiriniz.” 4: 1. (En-Nisâ’).

“O’dur ki, yıldızları, kara ve denizin karanlığı içinde doğru yolu bulmanıza medar olabilecek mâhiyette kıldı.... Ve O’dur ki, sizi bir nefisten meydana getirdi, sizin için karar kılınacak bir yer, emaneten bir müddet kalınacak bir mahal vardır.... Ve O’dur ki, bulutlardan yağmur indirir, sonra da onunla bütün bitkileri tomurcuklandırır.” 6: 98-100. (El-En’âm).

“Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkilerini yaratmış olan Rabbinize kulluk ediniz ki sakınan bir kimse olasınız. O Allah’a ki, yeryüzünü bir eyleşme yeri ve göğü de bir kubbe halinde kıldı. Ve buluttan yağmur indirir sonra da onunla meyve (nev’in)’den sizin için rızık çıkarır.” 2: 21, 22. (Bakare).

Allah’ın tabiî kânunları, tâlim edildiğine göre, bütün beşeriyet için müsâvî derecede çalışır ve Allah bütün mahlûkâtın Rabbidir; O, müminlerin de, kâfirlerin de aynı derecede Rabbidir.

“Allah hakkında bizimle münakaşamı edersiniz? Hâlbuki O, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir ve bizim amellerimiz (in neticeleri) bize, sizin amelleriniz (in neticeleri) ise size âiddir.” 2: 139. (Bakare).

Eğer bütün insanlık, tabiatten. müsâvî derecede istifade ettikleri için, bir ise, Allah’dan rûhânî menfaatler elde etmeleri hususunda da birdirler. Her milletin içinde, manevî saâdetleri için, Peygamberler gönderilmiştir.

“Hiç bir ümmet yoktur ki, İçinde bir sakındınb uyarıcı bulunmasın” 35: 24. (El-Fâtır).

“Ve her ümmetin bir Peygamberi vardı.” 10: 47. (Yûnus).

“Ve her kavmin bir önderi vardı.” 13:7. (Ar-Ra’d).

“Ve Biz muhakkak her ümmete bir elçi gönderdik, desin ki, Allah’a ibâdet ediniz ve Şeytan’dan sakınınız.” 16: 36. (Nahl).

“Her ümmete bir ibâdet yolu gösterdik ki, onlar buna riâyet ederler.” 22: 67. (El-Hacc).

“Sizin her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik.” 5: 48. (Mâide).

Netice itibariyle yalınız bir kanun vardır ve bütün ümmetler bununla muhakeme edileceklerdir; bu ise ameller yâni, işler kânunudur, herkes yaptığı işe göre karşılık görecektir.

“Zerre miktarı hayır işleyen onu görecektir. Zerre miktarı kötülük işleyen de onu görecektir.” 99: 7, 8. (Ez-Zilzâl).

“De ki: ey kâfirler!... Sizin dîniniz size, benim dînim bana.” 109: 1, 6. (Kâfirûn).

“ Ve eğer onlar seni yalanlarlarsa, de ki: benim amelim bana âittir, sizin ameliniz de size âittir; benim yaptığımdan siz berisiniz, sizin yaptığınızdan da ben berîyim.” 10: 41. (Yûnus).

“De ki; Allah’ın K’itab’dan indirdiği şeylere inandım; ben ise aranızda adâleti icrâ ile emrolundum; Allah bizim de rabbimiz, sizin de rabbınızdır, bizim işlediğimiz bize, sizin işlediğiniz ise size âit olacaktır.” 42: 15. (Eş-Şûra).

Hz. Peygamber’in insanlığın birliğine dâir yukarıdaki necîb hükümleri vaz’ından daha büyük mazhariyeti o hükümleri tatbik sahasına intikâl ettirmesidir. Bu pek güç bir vazife idi. Araplar, zamanımızın beyaz ırka mensup milletleri kadar, ırk ve renk husûmetlerine sahip bulunuyorlardı. Onlar bütün Arap olmıyan milletlere “Acem” derlerdi; “Acem” kelimesi, dilsiz veyahut meramlarını ifade edemiyen bir cemaât demektir; “Acmâ” konuşmıyan hayvan veya vahşî hayvan demektir. Arap olmıyanlara, bu suretle aşağı yukarı hayvanlar gibi dilsiz ve iyi bir dil ile fikirlerini ifadeye gayr-i müktedir kimseler nazariyle bakarlardı.

Arabistanın, kısmen Romalıların, kısmen de İranlılann hükmü altında bulunduğu hakikatine aldırmayarak, Araplar kendilerini pek üstün bir ırk sayarlardı. Zencilere gelince: Araplar onları köleden başka bir şey telâkki etmiyorlardı. Bunun için Hz. Peygamber’in yapacağı ilk iş Arapların zihninden ırk, renk ve dil düşmanlıklarını silip çıkarmaktı. Çünkü Araplar, dünyanın diğer milletlerine İslâm nurunun meş’alecileri olacaktı. Müslümanlar günde beş def’a namazda buluşuyorlardı ve burada idi ki İslâm’ın eşitleştirici te’sîri gerçekleşmişti. İlk Müslümanlar arasında en asıl Kureyş âilelerinin efradı bulunduğu gibi, epeyce zenci köleleri de vardı ve namaz mahallinde ve Hz, Peygamber’in meclisinde iki kişi arasında hiç bir fark tanınmıyordu. Hz. Peygamber’in meclis-i saadetinde Müslümanlar arasında bir sınıf farkı tanınmaması, onların namaz saflarında yan yana durmanın bir neticesinden ibaretti. Onlar her münâsebetle tam eşitlik esasları üzerinde serbestçe yek diğerleri ile kaynaşıyorlardı. Bu suretle Allah’a ibâdet öyle bir kapı idi ki, insanların kardeşleştirilmesi onun vâsıtası ile tahakkuk ettiriliyordu. Kureyş uluları Hz. Peygamber’in meclisinde oturmazlardı; çünkü, diyorlardı ki, “O, cemiyetin aşağı sınıflarına mensup kimselerle serbestçe karışıyor.” Hz. Nuh’un şu hikâyesinde nakledilen, Hz. Peygamber’in hikâyesi idi:

“Biz ibtidâi fikirli (ve) en adî olanlarımızdan başka sana uyan kimse görmüyoruz.” II:27. (Hûd)

“İmân edenleri koğacak değilim; şüphesiz onlar Rabblerine mülâki olacaklardır; ben ise sîzi câhil bir cemâat olarak görüyorum.” II: 29. (Hûd)

“Haklarında az değer biçtiğiniz kimselere, Allah hiç bir hayır vermiyecektir, de demem — Allah onların içlerindekini m iyi bilendir —. Çünkü böyle yapmazsam o takdirde ben zâlimlerden olurdum.” II: 31, (Hûd).

Hz, Peygamber’in kendisine şu suretle hitab edilmiştir:

“Sabah ve akşam Rabblerine dua ederek O’nun rızâsını isteyen insanlarla beraber sabret, dünya hayatının süslerine kapılarak onlardan gözlerini ayırma ve kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, süflî arzularına uyan, kimseye tabi olma.” 18: 28. (Kehif).

Bu suretle zenci kölelerle asıl Kureyşîler namazda ve dînî toplantılarda eşitlik esasları üzerinde toplanıyorlardı. Onların hepsi Allâhu Teâlâ’nın önünde eşit idiler; eşitlik onların zihninde bu şekilde yeretmişti ve bunu onlar kolay anlıyabildiler. Bu hatlar üzerinde şekillenmiş olan hayat şu tabiî neticeye götürdü ki, zenci kölelerle asıl Kureyş, cemiyet içinde eşit haklara sâhib oldular ve bu sebebten de birbirlerine saygı gösterdiler. Şu düstur da vaz’ edilmişti ki, hiç bir kimseye belirli bir ırka veya belirli bir âileye mensub olduğu veya belirli bir dil ile konuştuğu veya belirli bir renge sahib olduğu için saygı gösterilmiyecekti. Saygı ancak, vazifelerine en büyük itinâyı gösteren kimsenin hakkı idi.

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ile bir kadından halk ettik ve yekdiğerterinizle tanışasınız için sizi aşîretler ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en değerliniz, vazifelerine en çok itinâ (Takvayı en çok iltizam) edeninizdir.” 49: 13. (El-Hücürat).

İmam veya bir cemâatin dînî reîsi, muayyen bir kabileye mensup olduğu için değil, Kur’ân-ı Kerîm hakkında en çok malûmata sahip olduğu için seçilirdi. Hz. Peygamber demişti ki:

“Allah’ın kitabı hakkında en çok bilgiye sâhib olan, halkın imamlığını yapacaktır.” Mişkat, 4: 26.

“Aranızda en faziletli olan kimse Ezan okuyacak, Kur’an hakkında en çok bilgi sahibi olan ise imamlık yapacaktır”.

Bir zenci olan Bilâl, Hz. Peygamber tarafından kendi câmiinde Ezân okumak için, seçilmişti; kendisi ise imam bulunuyordu. Bu suretle Mescid-i Nebevî’nin iki vazife sahibinden biri Hz. Peygamber’in kendisi, diğeri ise Bilâl-i Habeşî idi.

Araplar ile Arap olmıyanlar, hatta zenciler, karşılıklı yemek yerler ve evlenirlerdi; bu hâl, umûmiyetle tatbik edilen bir keyfiyet idi.. Tatbik sahasında beşeriyeti birliğe götüren tamamlayıcı muâmele ise, bir zencinin bile Araplara âmir tâyin edilmesi yolundaki icrââttır. Resûl-i Ekrem şöyle demiştir:

“Emirlik vazifesi kendisine tevdi’ edilen zat, başı kuru üzüm gibi olan bir kimse dahi olsa, onu dinleyiniz ve itaat ediniz.” Buhârî, 10: 54. .

*

(İslâm âlimlerinden Hintli Muhammed Ali’nin Living Thoughts of the Prophet Muhammed adlı eserinin Hazret-i Muhammed’in Yaşayan Fikirleri adlı tercemesinden iktibas olunmuştur.)