Makale

Dayanışmayı zorlaştıran unsurlar ve İslâm

Prof. Dr. Faruk Beşer
Sakarya Üniv. İlahiyat Fak.

Dayanışmayı
Zorlaştıran unsurlar ve
İslâm

İnsanlar arası dayanışmayı, sevişmeyi yğ ve yardımlaşmayı kesen ve engelleyen X sebepler arasında: Allah’a ve buna bağlı olarak da bir başka âlemin varlığına inanmamak, insanları kardeş değil de ekonomik değerleri tüketmede yarışan rakipler olarak görmek, bu yüzden bencilleşmek, haset ve ihtirasla yanıp tutuşmak, sonuçta dünyaya bağlanıp kalmak, malla mülkle övünür hâle gelmek, "tekasür" ve "yabancılaşmak", "kendini unutmak" gibi ahlaken kötü sayılan vasıfları sayabiliriz.
Bu pozisyonlara konumuzdan uzaklaşmamak kaydıyla değinecek olursak, aslında hepsinin zincirleme olarak birbirinin sebep ve sonuçları olduğunu, temelde bu kötü duyguların tamamının insanın yapısından kaynaklandığını ve inançsızlıkla güçlendiklerini söyleyebiliriz. Allah’ın kendi çizdiği sınırlar içerisinde bir "ulûhiyet" fikrinin, (Tanrı anlayışının) kâinatı "esas âlem"in bir tarlası olmaktan ibaret sayan bir "kâinat/varlık" düşüncesinin, yapılan her şeyin aynıyla ceza ya da "on" katından "sonsuz" katına kadar mükâfat göreceğini kabullenen bir "ahiret" inancının, fertleri elbette iyiliğe, yardıma, kardeşliğe götüreceği açıktır.

İslâm’ın; insanları birbirlerine bağlamak ve yardımlaşmalarını temin etmek için en etkili kelimeyi kullandığını, onları bu doğrultuda terbiye ettiğini, arkasından birinin hoşlanmayacağı bir söz söylemenin bile ölü, öz kardeşinin etini yemek gibi çirkin olduğunu, inananların şuurlarına yerleştirdiğini görürüz. (Bkz. K. 49/12; Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. Mahmud Feyyaz, s. 402-409; Sawwaf, Nazarat, s. 98-160)
İnsanların birbirlerini sevmelerine, birbirinin yardımına koşmalarına engel oluşturan etkenlerden birisi de hasetlik, cimrilik ve ihtiras gibi, eğitilmediklerinde kötü sonuçlar doğuracak duygulardır. Daha önce de gördüğümüz gibi, "cimrilik insanın hamurunda vardır" ve tedavi edilmesi gerekir, çaresi ise; rızkı taksim edenin Allah olduğuna, herkesin taksimine düşenden ne az ne de fazla olacağına, kişinin bütün insanlarla temelde insan olma açısından eşit yaratıldığına, insanlara yardım etmenin aslında Allah’a yardım etmek olduğuna, yardım olarak verdiğinin, kendisininkini eksiltmeyip bilakis artıracağına, bütün insanların Allah’ın iyâli/halkı olduğuna içtenlikle inanmaktır. Ancak o zaman, insan cimriliğin ne çirkin bir şey olduğunu, cimrilik etmekle kimin malını kim adına hapsetmiş olacağının anlamını kavrayabilir.
Bu yüzden İslâm, sosyal düzeni bozucu nitelikteki bu kötü duygu üzerinde önemle durmuş ve "kurtuluşa ereceklerin ancak nefsinin cimriliğinden korunanların olacağını" vurgulamıştır. (Haşr, 9) Cimrilik edip kendini bağımsız ve ihtiyaçsız sayana "zorluk/azab" kolaylaştırı- lır.(Leyi, 8) Bunun karşısında ise "veren, korkup sakınan ve en güzeli doğrulayan" vardır. Ona da "kolay olan/cennet" verilir. (Leyi 5-7) Cimrilik edenler aslında Allah’ın verdiğinden cimrilik ederler. (Tevbe, 76) Bu yüzden bu hareketleri çok anlamsızdır. Ve cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. (Âl-i İmran, 180) Onun için cimrilikleri, onların kendi aleyhlerinedir. Çünkü onlar da muhtaçtırlar ve gerçek zengin olan, sadece Allah’tır.
Bu habis duygunun yanı başında israf vardır, israf da gösterişe, taşkınlığa, kaynakların ve değerlerin yersiz ve sorumsuz tüketimine, bencilliğe, kine ve nefrete yol açar. Bu yüzden İslâm hep iki aşırılığı da yasaklar ve birçok konuda olduğu gibi bu konuda da "orta yol’’u, "kıvam"! öğütler. "Elini boynuna bağlama, büsbütün de açma. Yoksa kınanan ve hasret çeken olarak kalakalırsın." (isra, 29) "Akrabaya hakkını ver. Muhtaca da, yolda kalmışa da... Ama büsbütün saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar şeytanın dostlarıdırlar. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür." (İsra, 26-27) "Allah’ın gerçek kulları, harcadıkları zaman ne israf ederler ne de kısarlar. Harcamaları bu ikisi arasında orta bir yol "kıvâm" olur" (Furkan,
67). N e h h â s ’ a (338/950) göre bu ayeti en güzel açıklayan ifade şudur:
"Kim Allah’a itaat söz konusu olmayan konuda harcama yapmışsa bu israftır. Allah’a itaat söz konusu olan yerde harcamamak ise "iktar"
(israfın öbür menfi ucu) dır. Allah’a itaatte harcamak İse "kivâm"dir". (Muhammed Sıddîk Haşan Han, Neylü’l-Merâm, s. 312)
Bu huyların aslında hepsi birbirine bağlıdırlar. Hepsi birbirlerinin sebep ve sonuçlarıdırlar ve fasit bir daire çizerek ilerlerler. Eğer bu zincire bir baş, bir de son halka aramak gerekirse, inançsızlığı baş halka, hiçleşmeyi ve intihar dairesine girmeyi de son halka olarak görmek gerekir.
İnanmayan insan varlığa anlam veremez. Bununla birlikte yok olma onun en büyük korkusudur. Ölümü yok olma olarak görür ve onu her hatırladığında karamsarlığa düşer ve elinden geldiğince onu düşünmemeye çalışır, kendisini tutunacak dalsız ve kimsesiz hisseder.
Artık kendinden kaçan, "kendini unutan" insan elbette başkalarını hiç tanımayacaktır, insanlar birbirlerinin rakipleridirler, ona göre ortak olan tek yanları, tesadüfen aynı dünyaya düşmüş olmalarıdır. Zoraki tebessümler çıkar icabıdır, sevgi gösterişleri yapmacıktır. Çağımızdaki İktisadî kalkınma, bu karanlık dünyayı aydınlatamamış- tır. Karartmıştır demek belki de daha doğru olur, "insan Hakları Evrensel Beyannamesi" ile kölelik, belki resmen kaldırılmıştır ama, insanlık artık kendisini hiç bırakmayacak bir efendiye bağlamıştır. Bu efendinin adı dün makine idi, bugün bilimdir. Yarın bir başka şey olacaktır, "insanlar artık birbirlerini sevmiyor. Ama neden? Dostoyevski de bunu soruyordu. "Budala"sın da! Fakat çağın sorunudur artık bu soru, bir insanın değil". (Eli- bol, s. 83) işte bütün bunların adı tek kelime ile "yabancılaşma"dır ve "bu durum, özellikle gelişmiş, sanayileşmiş toplumlarda sinir ve akıl hastalıklarının, intiharların, alkol ve uyuşturucu madde alışkanlıklarının, her çeşit suçların, sınıf çatışmalarının... en önemli sebebini oluşturmaktadır". (Kozak, s. 89)
Çağın bu hastalığı özellikle ve öncelikle, çağa ekonomik kalkınma açısından damgasını vuran ülkelerin sorunudur. Batılı insanın, insanlar yerine hayvanlarla yaşamayı yeğlemesi, insanlardan kaçış, dostluğu, sıcak duyguları hayvanlarda bulmaya çalışma arzusundan başka bir şeyle açıklanamaz. Meselâ köpek "vahşi büyüme"nin oluşturduğu "homo-ekonomi- kus"tan daha sadıktır.
Bir sosyal güvenlik uzmanı olan J. Henry Richardson, "Bu asrın başlarından itibaren bazı ülkeler, geniş çapta sanayileşmeden ve bilhassa iş gücü mobilitesi, ücret ekonomisi, ferdiyetçi cemiyet şekli, aşiret ve köy hayatı yaşayan topluluklarda geleneksel basit tedarik metotlarının terki gibi sebeplerle doğan güvensizlik" (Richardson, age, s., 9) ten söz eder ki, kanaatimizce bu anlatım, "güvensizlikle ifade ettiği "yabancılaşma"nın, sebeplerini doğru, ama eksik bir tespittir. Richardson’un şu ifadeleri için de aynı şeyi söylemek mümkündür: "Sanayileşme ile birlikte aynî aile ekonomisinin yerini nakdî ekonomi aldı, iş gücünün seyyaliyeti bir zaruret hâline geldi, işçiler İktisadî ve malî politikanın dalaverelerine bağlı kaldı ve işgücünden tasarruf eden makineler vasıtası ile işçi emeğine talep azaldı, "işsizlik, yaklaşan bir dolu fırtınasının kararttığı meşum gökyüzünden daha tehdit edici bir vaka hâline geldi." İşçi belirsizlik ve güvensizlik içine düştü. Kendisi ve ailesinin istikbali dolayısıyla, kaçınılması imkânsız bir endişe içine gömüldü...". (Richardson, age, s. 8)
Peki bütün bu "yabancılaşma", "hiçleşme", "anomi" ve "güvensizliği" yenmenin, "şehir gökdelenlerinde" "âdeta üst üste tabutlar" içine sıkıştırılan çağdaş insanı" (Elibol, age, s. 75) bir- birleriyle ilgilenir, birbirlerini tanır ve sever hâle getirmenin, yaşamayı, "durup dinlenmeden bir kaya parçasını bir dağın tepesine sürükleyerek çıkarmaya mahkum olmak" (Elibol, age, s. 85) hâline getiren hissizliği yok etmenin yolu nedir?
Kanaatimizce Müslümanlar açısından, Kur’an’daki bir ayet, tümüyle bu dertlerin çaresini gösterir niteliktedir.
"Mümin erkekler ve mümin kadınlar da birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve Allah’a ve Rasulüne itaat ederler. işte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği kimseler bunlardır. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir." (Tev- be, 71) Görüleceği üzere, bir reçete niteliğindeki ayette şu maddeler yer alır:
1. iman ve ayrılmaz parçası olan dostluk "velayet",
2. iyiliklerin hakim olması için çalışma/maruf olanı emretme,
3. Kötülüklerin yok olması için ça- lışma/münkeri yok etme,
4. Namazı dosdoğru kılma,
5. Zekâtı verme,
6. Allah’a ve O’nun elçisine itaat etme.
Bu ayetin tam karşı sayfasında da "yabancılaşma" diyebileceğimiz olaya değinen ve sebeplerini sayan karşıt bir ayet daha vardır ki, üzerinde durduğumuz konu açısından gerçekten ilginçtir:
"Münafık erkeklerin ve münafık kadınların da, bazısı bazı- sındandır; kötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar, ellerini de sımsıkı tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular, O da onları "unuttu". Şüphesiz münafıklar, fıska sapanla rdır." (Tevbe, 67)
Gerçek anlamıyla Allah’ın unutması söz- konusu olamayacağına göre olay, bu nitelikteki kişileri diğer ayette söz edilen rahmetinden nasipsiz tutması ve desteksiz bırakmasıdır. Çünkü onlar Allah’ı unutmuşlar, kötülüğü yayarlar, iyiliği engellerler ve verilmesi gerekenlere vermemekte ısrar ederler. Onlar aslında bu vasıflar da ortak olsalar bile, birbirine destek olma anlamında birbirlerinden tamamen uzaktırlar. Allah’ın desteğini kaybettikleri gibi, birbirlerinin desteğini de kaybetmişlerdir. "Sen onları birlik sanırsın, oysa kalpleri parça parçadır". (Haşr, 14)
Kur’an’da bu yabancılaşma olayına işarette bulunan daha belirgin bir ayet de şudur: "Allah’ı unutup da, Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın; onlar yoldan çıkmış kimselerdir." (Haşr, 19) Nitekim Gazalî de bu ayeti aynı anlam çerçevesinde ele alır. (Gazalî, İhya, ın/382)
Sosyal bilimlerle ilgilenip de asrın bu hastalığını sezmeyen ve kendince çareler teklif etmeyen yok gibidir. Richardson’un şu ifadeleri bizi teyit eder mahiyettedir: "Bazı güvensizlik sebepleri umumiyetle dün, bugünden daha az şiddetli neticeler doğururdu... Mahalli cemiyetler ve kabilelerde insanlar, karşılıklı bir dayanışma ve güvenlik duygularıyla birbirlerine bağlı idi.
Böyle bir komşuluk ve dayanışma bugünkü beşeri münasebetler çerçevesi içinde de, eskiden olduğu kadar aranan ve istenen şeydir. Fakat bugünkü büyük şehir merkezlerinde yaşayan halk, kapı komşusunu dahi çok kere tanıyamaz...". (Richardson, s. 5; Ne var ki, müellif buna sebep olarak daha çok artmış olan coğrafi seyyaliyeti gösterir ki bu, en azından yetersiz bir sebep olmalıdır)
Russell’a gelişmiş bir ülke olan İsveç’te intihar olaylarının çokluğu hatırlatıldığında -ki, bilindiği üzere intiharlar çoğunlukla hiçleşmenin ve yabancılaşmanın sonucudur- "Burası doğru. Ama bunun sebebi, din ile bağlı olmadıklarındandır" der. (Russell, B. Dünya Görüşüm, çev. C. Yılmaz, Ankara, 1970, s. 28) v
Kısacası, Pascal’ın deyimiyle "bu hayatta, başka bir hayatı ümit etmekten büyük mutluluk yoktur." (Elibol, s. 86)
işte böyle bir hayatı umanlar elde edemediklerine hasretlik duymayacaklar, elden kaçırdıklarına yakınmayacaklar ve bu dünyada aynı yolda yürüyen kardeşlerine sadece "kısa bir yolculuk" süresince arkadaş olacaklar ve azıklarını onlarla paylaşacaklardır. Madem ki, hep beraber oraya gitmek üzere yola çıkan insanlardırlar, öyleyse bu yola giren herkesin mutlaka, "kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmesi" gerektiğini bilmiş olacaklardır. Ama buna rağmen A. Carrel, "insanları sevmenin kanununu bulmanın, yer çekimi kanununu bulmaktan daha zor olduğunu" söyler. (Elibol, s. 89)