Makale

MEHMED AKİF’İ NASIL ANLAYABİLİR NASIL ANLATABİLİRİZ?

Yılmaz TARTAN / Derleme Yay. Şb. Md. Musahhih

MEHMED AKİF’İ NASIL ANLAYABİLİR
NASIL ANLATABİLİRİZ?

Yıllardan beridir yaptığımız iyi niyetinden şüphe edilmez bir çalışma var; Âkifi anmak adı altında D’na övgüler yağdırarak hizmet yaptığımızı sanmak... Oysa yapılması geken şey, Âkifi anmak değil, “anlamaktır.” Evet, insanımızın gün geçtikçe ahlâki bir erozyona hızla kürek çektiği günümüzde, hepimizin, herbirimizin, cesaret, irfan ve ahlâk numunesi Âkiften alacağı öğreneceği o kadar çok sey var ki...
Yukarıdaki ifadelerimiz, elbette Q’nu anmayalım anlamına gelmiyor. Yalnız Âkifi anmayı bir amaç değil araç haline getirip, önce O’nu bilmek, öğrenmek tanımak ve anlamak gereğinin ilk şart olduğunu vurgulamak istiyoruz.
Kabul etmeliyiz ki hepimiz de Âkifi çok çok sevmemize rağmen, O’nu yeterince tanıdığımızı iddia edemiyoruz, ü halde sormak gerekir. Peki insan yeterince tanımadığı birisini nasıl sevebilir; böyle bir sevginin sathî, yapmacık ve göstermelik olmadığını kim iddia edebilir? Nitekim 1936’dan bu tarafa 1,2 yıl hariç Âkifi hep andık, andık, andık; ama bir türlü anlayamadık.
İlmi, yasantısı, karakteri ve mizacıyla, san’at ve estetiğe yaklaşımıyla kolay varılamaz bir yere yükselen Âkif’e herkes sevgisini izhar etmesine rağmen, (gerçekçi olmak zorundayız), inanın pek çok kişi Âkifi niçin sevdiğini dahi bilmiyor.
Âkif hakkında söylenebilecek üç-bes cümle söz, O’nu tanıdığımız anlamına gelmez. Artık Âkifi Milletçe tanımak, bilmek ve anlamak zamanı gelmiştir.
İnsan bilmediğinin düşmanıdır derler. Evet kimse Âkife düşman olduğunu söylemiyor ama, ya O’nu hiç tanımıyoruz; yahutta yanlış tanıyoruz. Eğer Âkifi bilir, yakından tanırsak O’na uzaklardan alkış yerine bağrımıza basacak, kalbimize gömeceğiz.
Bu konuda Y. Bülent BAKİLER söyle diyor: “19B7 yılında 45-50 yerde Âkif hakkında konferans verdim. Gördüm ki bizim aydınımız Âkifi tanımıyor. Halkın da uzaktan yakından Âkifle bir ilgisi yok.” (M. Âkif’in Çağdaş Türkiye İdeali, DİB Yay. Sh. 6, 1990)
Âkif in vatan ve millet sevdasını anlatabilecek kelime ve kavramları bulup sıralamada zorlandığımızı samimiyetle ifade etmek istiyorum. Bütün bunlar, Onun şahsiyetini yükseltme amaçlı övgüvari sözler değildir. O’nu övmek bir yana, engin şahsiyetini dosdoğruca ortaya koyalım yeter... Göreceğiz ki övmeye çalıştığımız Âkif, bizim O’na uygun gördüğümüz sınır ve zirvenin çok üstünde âdeta bulutlarda geziniyor.
Rahmetli H. Basri Çantay’ın şu satırları, yazdıklarımızı doğrular nitelikte.
"Âkif başlı basına bir cihandı.”
“O’nu anlatabilmek, yazabilmek benim haddim mi? Ben Âkifi yazmayacağım, çünkü yazamayacağım” (Âkifname, Sh.
24, 1966, H. Basri ÇANTAY)
Rahmetli H. Basri Hocamız böyle dedikten sonra elbette bize haddimizi bilmek düşer. Bu yazının konusunun Âkifi anlatmak olmadığını hemen belirtelim. Sadece, Âkif’in anlasılması ve anlatılması konusunda fikirlerimizi ortaya koyacağız.
Bu arada şunu da belirtmeliyiz ki Âkif deyince Vatan, Âkif deyince çile, gözyaşı, sabır, ümit, korkusuz bir yürek, asil bir şahsiyet gözlerimizin önünde canlanıyor.
‘O rükû olmazsa dünyada eğilmez baslar” diyen bir şeref abidesi dikiliyor karşımıza. Kalemimizin ucundan sanki gayri ihtiyari dökülüyor bu satırlar; buna karşılık biz, esas söyleyeceklerimizi yazımızın sonuna erteliyor; önümüzdeki sahifeye dökülenleri bir hasretliden gelen dizeler gibi tekrar tekrar okuyoruz. Akif’le ilgili satırları her okuyuş ta da uzaktan gelmiş olan bir zarfı açarken kalbiniz nasıl çarpar, yüreğiniz nasıl titrerse, öylece heyecanlanıyor, öylece benliğimizi soğuk bir ter kapladığını fark ediyoruz.
Vatanın istilaya uğradığı günlerde, Âkifin çalışmalarını gören (yahut araştıran) bir insanın “O’nun bir avuç kalbi, damarlarına kan yerine ates mi basıyordu” diye sorası geliyor.
Çünkü Âkifin, cephe gerisinde yaptığı, düşmana karsı halkın uyandırılıp, çelikten bir yumruk haline getirilmesi için gece- gündüz demeden koşturmasını normal ölçülerle izaha kalkışırsanız, zorlanırsınız.
Âkif ve Türk Edebiyatı üzerine araştırmaları olan bir edebiyatçımızın değerlendirmesine göz atalım:
"Hiç bir büyük adam tanımıyoruz ki ‘ümitsiz’ olsun. Karalamak ve herseyi kötü, batık, bitik göstermek ancak kötülerin ve kötü ideolojilerin sömürgeciler hesabına ihanetleridir. M. Âkif, ümitli, iyimserdir. Karanlık ufukların ardından doğacak şafağı düşünür. Düşmanın, Sakarya boylarından Ankara’ya girmeye hazırlandığı günlerde O:
Doğacaktır sana vadettiği günler Hakkın,
Kimbilir belki yarın belki yarından da yakın.
diyebilmiştir”. (M. Âkif, Sh.
25, Ahmet KABAKLI)
Bize göre Akif’in bu çalışmaları ancak bir ana fedakârlığıyla anlatılabilir. Öyle bir ana tasavvur edin ki evladı cephede savaşmaktadır. Kendisi de cephe gerisinde askerlere bir yudum su verebilmek için çırpınıp duruyor.
Tam bu sırada o ananın biricik evladı vurulup yaralanır. Hem de gözü önünde.
Simdi bu ananın ruh halini anlamaya, hislerine tercüman olmaya çalışalım [tabi olabilir, anlayabilirsek)
Evladının vurulduğunu gören ana, yayından fırlayan ok gibi O’na doğru koşar. Ölüm kusan mermilerden pısmak, sinmek, siper almak aklına gelmez. Böyle birşeye lüzum bile duymaz. Çünkü evladının yaralandığını görünce aynı -yaranın bin fazlasıyla ana da yaralanmıştır.
Ananın basına âdeta Gök kubbe çökmüştür, ama bunu evladına belli etmez.
Evladına ilk müdahale için, hemen bir bez bulur; bulamazsa urbasından yırtar, yarasını sarar. Sonra, düşe kalka tehlikeli bölgeden O’nu uzaklaştırmaya çalışır. Gücü yetse de yetmese de alkanlar içindeki evladını gah kucağında gah sırtında daha emin bir yere çeker.
O ana ki, evladı ciğerinden bir parçadır. Onun gözünün içine bakar; onun iyileşmesi için ne lazımsa yapar. Bu uğurda hiç bir fedakarlıktan çekinmez. Artık uykuyu haram eder gözlerine. Yemez yedirir, giymez giydirir. Bir yandan ağlarken, bir yandan da evladım üzülmesin diye yüzüyle tebessüm eder.
Karamsarlık, zifiri karanlıklar gibi vatanın dört bir yanını sardığı bir günde, istiklâl Marsı Sairi için vatan yaralı bir evlat, kendisi de onun derdiyle hem dert olacak sanki tek sorumlu kişi; yani biricik anası...
Âkif böyle düşünüyor, şüheda beldesi yurdumuza karşı herkesin bu sorumluluk ruhuyla hareket etmesini istiyordu.
Âkif’i yorumlamak, halk diliyle halka anlatabilmek için, ana kavramından daha sıcak daha etkin bir teşbih ne olabilirdi ki?
“istanbuldan Anadoluya, Anadoludaki mücadeleye katılmak için cebindeki 36 kurusuyla hem de ailesini de getirmeden koşup gelen, Âkif değil miydi?" (Âkifname, Sh. 23, 1966, H. Basri)
Anadoluda gidebildiği her yerde, Milli Mücadelenin önemini, yekvücut olup düşmana karşı durulursa, zaferin mutlaka kazanılacağını, yazılarıyla, şiirleriyle çeşitli hitabeleriyle gözlerinden kan, dudaklarından alev saçılırcasına bıkmadan usanmadan anlattı.
Âkifin o yıllarda yaptığı binlerce konuşmadan sadece bir parağraf:
“Milletler topla tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tayyarelerle yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatini temin kaygusuna düştüğü zaman yıkılır.” (S. Reşad, 25 T. Sani 1336, s. 464.)
Birlik, beraberlik, tefrikadan uzak olmak, düşmandan korkmadan mertçe karşı durma gereği, Âkifin anlattıklarının ve yaptığı mücadelenin özeti gibidir.
Bilindiği üzere 1911’den itibaren Trablusgarp, Yemen, Balkan, Rus ve 1. Dünya Harbi ve tam 9 Cephede savaş... savaş... savaş... Hemen hepsi de savunmaya yönelik. Daha açıkçası mecbur kaldığımız bir kavga bu... Daha sonra da hepimizin bildiği milli mücadele geliyor.
“Kimi hindu kimi yamyam kimi bilmem ne bela”
Düşmanlar vahşi kurtlar gibi saldırıyor; bütün bir afaki dolduran çelik zırhlı duvara karşı tek savunma silahımız var; yine Akif’in diliyle:
"Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var"
Açlık ve sefalet almış başını gidiyor. Evler damlar harap olmuş. Nice onbinler, yüzbinler cephelere gitmiş gelmemiş. Nice onbinler sakat olmuş, ilaç yok, destek yok. Geride yetim yavrular, dul gelinler, evlat hasretiyle yanıp tutuşan anneler ve cepheden dönen ne kendine ne başkasına faydası dokunama- yan sakat kalmış gaziler...
Bu görüntünün nakşolması, destanlaştırılması gerekiyordu, iste Âkif Türk Milleti adına, hepimizin derdini, çilesini kendi derdi bilip isleyen hem eseri hem kendisi harika bir insan, muazzam bir sanatkardır.
O, Bayrağımın dalgalanışıyla âsudeleşir; saldırgan düşmanlara karşı ise, kükremiş sel gibi bendini yıkan korkunç bir güç olur; lav püsküren bir dağın kabarması gibi hiddetlenip burnundan solur; “bir avuç göğsünde bir umman huruşan- dır” ibaresini söyleyebilecek kadar eserleri sehli mümteni dolu bir sanatkârdır.
Evet kahramanlığı, korkusuzluğu, ümidi, birlik ve beraberliği, masumlar adına feryat edişi, mazlumlar adına gözyaşı dö- küsü ve bütün bunları Türk Edebiyatının nazlı boynuna, nazmın paha biçilmez dizeleriyle bir gerdan gibi takan O’dur. Bu konuda söylenecek çok şey var. Lâkin yazımızın başında belirtmiştik; biz bu yazımızda bir tartışma başlatmak istiyor ve kendi görüşümüzü ortaya koyuyoruz.
Simdi gelelim esas konumuza. Bize göre ortada cevaplandırılması gereken 2 soru vardır.
Akif’i nasıl anlayabiliriz? Milletimize ve insanlığa nasıl anlatabiliriz?

Bu sorulara aydın kesimin cevap araması gerekiyor. Değişik görüşler ortaya konmalı. İhanet odaklı olmadıkça, hiç bir görüşe kapalı olmamalıyız. Eleştirel yönde de olsa, fikirlere saygı duymalı, değerlendirmeye tabi tutmalıyız.
Âkif’in herhangi bir vasfından hareketle O’nu anlatmaya çalışmak; mesela, Akif’in doğruluğundan dürüstlüğünden bahsedip, bunun haricinde ortaya bir fikir koymamak, bence kolaya kaçmaktır. Çünkü Âkif’in doğru bir adam olduğunu O’nunla aynı görüşü benimsemeyenler de kabul ediyor.
Akif’le fikir ayrılığı bulunan H. Cahit’in, Âkif ölünce yaptığı uzun değerlendirme çok enteresandır. Bu değerlendirmeden sadece iki satır buraya alıyoruz. “Fikir ve kanaatleri bizimkilere uymadığı halde Âkif’e hürmet ederim. Çünkü yalan söylemedi, riyakarlık yapmadı, fenalık yapmadı. O dosdoğru, namuslu, dürüst bir insandı” (Eşref EDİP, Sh. 371) Akif’in şairlik yönünü, yahut ilim adamlığını, vatanseverliğini veya buna benzer nice faziletlerinden birini alıp Akif’i onun üzerine motive etmek de yanlış...
Akif’in bütün vasıflarını içinde toplayan daha doğrusu Akif’i içine alan, O’nu kapsayan bir anlatım ve yorumlamaya ihtiyacımız var. □ halde bunu nasıl yapabilir ve;

1-AKİF’İ NASIL ANLAYABİLİRİZ

Akif’i tanıyabilmemiz için ön- şart olarak şunların bilinmesi gerekiyor.
1-Türk Tarihinin hiç olmazsa Anadoluyu yurt edişimizin destanını,
2- Mukaddes dinimizi, güzel dilimizi
3- Tarihimizin 1 825’den 1925’e kadar geçen döneminin (özellikle) iyi bilinmesi gerekiyor.
4- Akif’in hayatını; anasını, babasını, yetiştiği ortamı tahsil hayatını,
5- Âkif’in Milli Mücadeledeki çabalarını, Milletin birlik ve beraberliği için yaptığı çalışmaları bölgesel isyanlarda hemen koşup halkı yatıştırmak için nasıl bir gayret sarfettiğini, neler yaptığını,
Cephede askerimize moral vermek için gösterdiği gayretleri, (Mesela, A. Fuat başkanlığında 1-16 Ağustos 1922 tarihinde Cepheleri dolaşıp askerlere moral verici konuşmalar yapmıştır.) Ayrıca 30 Ağustos zaferinin arkasından oğlu Emin’le birlikte Yunan’ın kaçtığı ve kaçarken yakıp yıktığı yerlere yardıma gitmiş ve yangınlara su taşımıştır. Bu şekilde Bilecik’e kadar gitmiştir. (M. Ertuğrul DÜZDAĞ, Safahat Giriş, s. 65 vd.)
Berlin seyahatinin amacı neydi? Necid Çölleri’ndeki ziyaretleri niçin ve kim adına yapmıştı? Balıkesir’e niçin gitmişti? Balıkesirdeki konuşması O’na neye mal oldu? Konya ve Kas- tamonuya niçin gitmişti? Mec- lis’in Kayseriye taşınma konusu tartışılırken Âkif’in ortaya koyduğu tavır neydi?
6- Âkifi şahsiyet ve karakter adamı olarak ne kadar bilebiliyoruz? Bütün bir ömrü evden eve taşınmakla geçen Âkif’in bir yuva sahibi olmadan öldüğünü biliyor musunuz? Âkif hep geceleri taşınıyordu; Niçin?
7- Âkif, milletvekili olarak, başkasının paltosuyla sokağa çıkarken, o günün parasıyla 3 çiftlik alabilecek bir parayı (500 Tl] elinin tersiyle geri itiyor; Niçin?
8- Âkif’in yayın hayatını,
9- Âkif’in ilim yolunda kendini yetiştirmek için neler yaptığını,
10- Bütün bunlardan sonra, Âkif’le ilgili müstakil kaç eser okudum? diye kendimize sorup ve bu sorulara müspet cevap alabiliyorsak, Âkifi tanıdığımızı iddia edebiliriz.
Âkif’in istiklâl Marşını yazdığını söyleyip, arkasından 4 tane de beytini (genellikle yanlış] okuyanlar, Âkifi anlayamazlar.
Demek ki Âkifi anlamak için tarihimizi, dinimizi, dilimizi, Milli Mücadeleyi, Âkif’in hayatını şahsiyetini iyi bilmemiz gerekiyor.

II. M. AKİF’İ NASIL ANLATABİLİRİZ

1- M. Âkif Üniversitesi kurulmalı; bu Üniversite içerisinde, Âkifi araştıracak ve tanıtımını yapacak enstitüler olmalıdır. (Marmara Üniversitesinde böylesi bir çalışmanın takdire sayan sonuçlarını görüyoruz.)
2- M. Âkif’le ilgili her türlü sorunu halledecek bir “M. Âkif Üzel icra Komisyonu” kurulmalıdır.
3- Âkif’in hayatı çok ciddi bir çalışma ve etüd yapılarak, Belgesel nitelikli bir film haline getirilmelidir.
a) Bu belgesel 2 saatlik bir özet film olmalı;
b] Ayrıca Âkifi bütün nitelik ve nicelikleriyle anlatan, O’nu anlatırken SAFAHAT’ı da bir desen gibi dokuyan en az 20 bölümlük bir dizi film yapılmalı.
c] Bu filmler en az 8-10 dile çevrilip dünya film piyasasına sunulmalıdır. (Bağımsızlığına kavuşan bütün Türk Devletlerine, onların anlayabileceği şekilde gönderilmeli; Arapça, İngilizce, Fransızca, Almanca, Farsça, özellikle Çince ve Japonca’ya çevrilmeli ve meselâ oralarda çok tanınmış birinden bu tanıtım konusunda istifade edilebilmelidir.
d) Âkif konusunda hazırlanacak kitap, broşür ve her türlü yazılar desteklenmeli. Bu sahada araştırma yapanlara “Ûzel Komisyon" tarafından her türlü maddi-manevi destek sağlanmalıdır.
e) Her yıl hem Türkiye, hem de Milletlerarası boyutta, sanat ve estetiğin bütün dallarında şiir, hikâye, roman, resim,hat san’atı, müzik, yüzücülük, güreş vd. (Çünkü Âkifin, müzik ve spora apayrı bir ilgisi vardı.) yarışma düzenlenmeli; M. Âkif san’at haftası adıyla, bir hafta içerisinde bunlar değerlendirilmelidir. Her dalda yarışmacılara 5 bin dolardan başlayarak 4,3,2, ve bin dolardan az olmamak üzere ödülleri verilmelidir.
f) S. Müstakim ve S. Reşad dergilerindeki yazıları acilen (kelimeler orjinal kalmak şartıyla) yeni alfabeye çevirilmelidir. Ayrıca bu dergilerdeki yazılar (henüz yapılmadı ise) en kısa zamanda İnter-Net’e geçirilmeli, isteyen kişiler, bir devrin terennümü olan o içli yazılara bu yolla ulasabilmelidir.
g) Âkif konusunda Türkiye’de en çok araştırma yapmış olan bir araştırmacıya “Âkifi nasıl bilinmezlikten kurtarabiliriz?” manasında bir soru sorduğumda, bana telefonda söyle demişti; “Âkifin Mısırdan göndermiş olduğu 1000 kadar mektubunun olduğunu sanıyoruz. Bunlardan henüz 50 kadarı elimize geçmiş bulunuyor. Geri kalanı nerede? Eğer onları bulabilirsek Âkif hakkında bilinmeyenlar kalmayacaktır.” Bu sözler benim çok dikkatimi ve ilgimi çekmiş bulunuyor. Bu satırlar, kıymetli aydınlarımızın da dikkatini çekecektir, sanıyorum.
h) Elinde bilgi ve belge olanlardan başvurdukları takdirde bunlar “M. Âkif Özel icra Komisyonu”nca” gerekirse yüksek ücretlerle değerlendirilmeli ve bu belgeler milletimize kazandırılmalıdır.
ı) Bu görev en basta elbette Devletimize düşüyor. Âkif dün, fakr-ü zaruret içindeki devletimizin bağımsızlığı için adım adım, yazında kışında harab olan yurdu gezmişse, halkı aydınlatmışsa ve bunda herkes hem fikirse; ‘‘Bu gün, Âkif’e olan vefa borcumuzu ödemek için daha ne bekliyoruz?” demekte herhalde haklıyız.
Âkif hiç bir şey yapmamış olsa bile İstiklâl Marşı ve Çanakkale destanını bu millete kazandırdığı için ona karşı herbirimiz borçluyuz.
i) Güçlü Devletimiz, kadirşinaslığını gösterip nasıl ki Âkif’in 50. ölüm yıl dönümünde onunla ilgili çalışmalar yapmış; İstiklâl Marsı 1982 Anayasamızda teminat altına alınmış ve 1996 yılında Âkif ilk defa Cumhurbaşkanlığı düzeyinde anılmışsa bu faaliyetler daha da geliştirilerek devam ettirilmelidir.
j) Diyanet İsleri Başkanlığı’nın, Sesli ve Görüntülü Yayınlar Müdürlüğü, Âkif konusunda bir öncülük yapmalıdır, diye düşünüyorum. (Şimdilik, Âkif’le ilgili hikâye ve senaryolar film yapılabilir.)
k) Ayrıca bu konuda Üniversitelerimize ve Vakıflarımıza da büyük görevler düşüyor.
I) Özellikle bu konuda, Diyanet Vakfının da çalışmalarını bekliyoruz. (İstiklâl Marsı konusunda bir kitabın basılmakta olduğunu duyduk. Vakıf yöneticilerini tebrik ederiz. Devamını bekliyoruz.)
Diyanet Vakfı, İslâm Ansiklo- pedisi’ni hazırlayarak Türk kültür hayatına mührünü vurmuş bulunuyor.
Eğer Diyanet Vakfı, M. Âkif konusunda da Yukarıda saydığımız ve daha başka bizim kaydetmediğimiz şeyleri yapabilirse, Âkif’e karsı olan görevimizi sanırım yerine getirmiş olacağız. Âkifin Bayrağımıza yönelip:
“Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal” dediği gibi, sanıyorum üzerimizde olan hakkını helal edecektir.
Simdi herbirimiz, bir diğerimize şöyle seslenelim: “Haydi Âkif’i anlamaya gidelim.”
Bu küçük çalışmamızda eksik ve yanlışlarımız olabilir. Bununla birlikte fikir dağarcığımızda olduğu halde, şimdilik yazmadığımız tekliflerimizin de var olduğunu belirtelim. Sebebi, böylesine nazik bir konuyu teklif kalabalığıyla boğmak istemiyoruz.
Bizim yegane arzumuz, buraya yazmaya çalıştığımız doğruların destek, yanlışların da eleştiri görmesidir. Böylece Âkifin anlaşılması ve anlatılması konusunda yeni yeni teklifler ortaya çıkacak, Âkif’i araştırma ve inceleme maksatlı çabalarımız amacına ulaşmış olacaktır. Sözün sonunda diyoruz ki:
Özü-sözü bir, namuslu insan, şeref abidesi Âkif, sana selâm olsun!