Makale

MEHMED ÂKİF ERSOY (1873-1936)

Mustafa BEKTAŞOĞLU

MEHMED ÂKİF ERSOY
(1873-1936)

Türk şiirinde milli-dini- ahlâki yeni bir çığır açmış olan Mehmed Âkif ERSOY İstanbul’da doğdu. Babası İpek’li Temiz Tahir Hoca, annesi, Buhara’lı bir aileden gelen Emine Şerife Hanım’dır.
Halkımızın gelenekleri içinde yetişen Âkif, İlk ve Orta öğrenimden sonra Mek- teb-i Mülkiye’ye yazıldı. Babasını kaybedince parasız yatılı olarak Halkalı’daki Baytar Mekteb-i Ali’sine girdi.
Şiirlerini 1908’den sonra X yayınlamaya başladı. 1911’de Safahat’ın ilk bölümünü çıkardı. 1912 yılı sonlarında iki aylık Mısır Seyahatini Medine’ye kadar uzattı. Dönüsünde, müdürünün haksız yere isten atılmasına kızarak Baytar Dairesi müdür yardımcılığından istifa etti.
1. Dünya Harbi sırasında, Almanlar tarafından Berlin’e davet edildi. Almanların bu davetten maksatları, ingilizlerden esir alınan müslümanlara iyi muamele yapıldığını Mehmed Âkif gibi şâir gazetecilere göstererek İslâm dünyasının sevgisini kazanmaktı. Bu seyahat, edebiyatımıza Berlin Hatırata- n’nı kazandırdı. Almanya dönüsü Necit’e gönderilen Âkif Medine’ye de uğrayıp Hz. Peygamberin Ravza’sını ziyaret etti. Dönüsünde, dini heyecan ve ürperişlerin ifadesi olan IMecit Çölleri’nden Medine’ye şiirini yazdı. Daha yoldayken işittiği Çanakkale sevinciyle, şehitlere seslenen ünlü ve muhteşem şiirini meydana getirdi.
Bir kişiyi ve düşünceyi, kendi çağı ve sosyal şartları içinde değerlendirmek, tarih incelemelerinin en temel prensipleridir. Mehmed Âkif ERSOY Türk tarihinin belki de en bunalımlı döneminde yasadı. O’nun yasamı, OsmanlI imparatorluğu’nun çöküş ve Türkiye Cumhuriyetinin doğuş devresine rastlar. Bu dönemde önce Bosna-Hersek, sonra Bulgaristan, daha sonra da Sırbistan birer birer imparatorluktan koparlar. Akif henüz, dört yaşındayken 93 harbi diye bilinen Osmanlı-Rus harbinin dehşetini yaşar, arkasından Kıbrıs’ın işgali gelir. Âkif sekiz yaşındayken Fransızlar Cezayir’i, ingilizler Mısır’ı işgal ederler. OsmanlIların Girit ve Yanya’yı Yunanistan’a teslim ettikleri yılda 24 yasında bir delikanlıdır.
Mehmed Âkif, çağının ilerisinde bir aydındır. O, toplumuna tepeden bakmayan, toplumunu hor görmeyen kendi toplumuna yabancılaşmamış bir aydındır. Bu büyük düşünce ve aksiyon adamı, istiklâl Marşı’nın Şâiri, fazilet ve ilim mücahidini, artık daha yakından tanımalıyız. Âkif’in fikirlerine dün olduğu gibi bugün ve gelecekte de ihtiyacımız vardır. Onun muhteşem eseri Safahat memleket meselelerimiz üzerinde düşünenlerin asla ihmal edemeyecekleri bir kaynaktır.
Yurt ve Millet meselelerini, dertlerimizi bu kadar canlı kuvvetli ve etraflı şekilde söyleyen, anlatan; bunlar için çareler, tedbirler düşünen başka şâirimiz yoktur. Yalnız kendi devrinin değil, geleceğin meselelerine de tercüman olan “Safahat” önem ve değerini hiçbir zaman kaybetmeyecektir.
Zaman geçtikçe ona karşı duyulan sevginin arttığı genişlediği görülecektir. Âkif ağlamışsa veya sevinmişse, muhakkak milletinin ızdırabı ve sevinciyle hareket etmiştir. Balkan harbi facialarına gözyaşı döken kimdir? Kahraman Mehmet- çik’in Çanakkale harikasını destanlaştıran Âkif değil midir? istiklâl Savaşında İstanbul’dan Ankara’ya giden yollarda cesaret aşılayıcı konuşmalar yapan ve Sevr Andlaşmasının geçersiz olacağını müjdeleyen ondan başkası mıdır? Bursa’nın işgali üzerine duyulan matemi “Bülbül” şiiriyle dile getiren o değil miydi? Hürriyet ve istiklâli terennüm eden “İstiklâl Marşı’nı” Âkif yazmadı mı? Bu millet kendisini candan sevenleri nasıl unutur.
Akif inanmış adamdı. Allah’ına, dinine, milletine bütün samimiyetiyle bağlıydı. Bütün hayatında eğilmek nedir bilmedi. Samimiyetsizlik, riya, dalkavukluk, korkaklık, inanç ve prensiplerden fedâkârlık Âkif in yapmadığı şeylerdir, inandığı davadan sonuna kadar dönmedi, idealinden, prensiplerinden bir an olsun ayrılmadı. Her ne pahasına olursa olsun bunları müdafaa etti.
Mithat Cemal Söyle diyor:
“Ona, şunu düşünmesi, bunu beğenmesi tenbih edilemezdi. Kendisiyle konuştuğunuz zaman ayrı bir adamla görüştüğünüzü anlardınız. Ne politikada bir partinin, ne de edebiyatta bir cereyanın adamı idi.”
Âkif, resimde hakim çizgiyi yakalayan ressamdır. Ruh vak’aları bile Âkif’te resimdir.
Âkifu aruzun Mimar Sinan’ıdır. Aruz mimarı olarak Âkif tektir. Aruzda yüz katlı binalar kurar. Şairliğinin şuursuz tarafı yoktur. Âkif vak’ayı yazmadan evvel yaşıyordu. Duyguları düşüncelerinden fışkırırdı. Kafiyede gösterdiği maharet bazen şayan-ı hayret derecelerine çıkar.
Ömründe bir kere olsun, kuvvete boyun eğmemişti. Kaviler, nüfuzlular onu karşılarında daima haşin görmüşlerdi. Haksızlığa karşı tahammülü yoktu ve haksızlığa hemen mukabele ederdi. Halkın ıstırablarına alâka gösterirdi. Halk sıkıntıda iken zevk ve sefâhat içinde yüzenlere düşman kesilirdi. Çetin huylu idi. Onunla dost olmak kolay değildi. Onu anlayabilirseniz canını da sizin için feda ederdi. Ruhunun ısınmadığı adamlara da alâka göstermezdi, fakat kin de bağlamazdı. Bildiğini iyi bilirdi. Bilmediği şeye de hiç karışmazdı. Hafızası çok kuvvetliydi.

İstiklâl Marşı

Şiirin, vatanın kurtarılması mücadelesinde manevi kuvvet olduğunu takdir eden Maarif Vekâleti, halkın heyecanını ifade etmek üzere bir marş müsabakası açmış ve para mükâfatı koymuştur. Âkif in müsabakaya katıl- / maktan alıkoyan sebep de işte bu para meselesiydi’ O. yurdun kurtulacağını hürriyet ve istikbalimizin yakında doğacağını parayla terennüm edemezdi. Müsabakaya girmedi. Vekâlete 724 şiir gönderilmişti. Fakat istenilen şiir henüz bulunamamıştı. Ruhları heyecandan heyecana sürükleyecek bu iman ve ümit şiirini yazacak tek şâir vardı o da para verilecek diye kabul etmiyordu. Zamanın Maârif Vekili Hamdullah Suphi’nin değerliliği anlayış ve sessizliği, İsrarı olmasaydı, belki de istiklâl Marşı yazılamaya- caktı. Büyük şâire şu mektubu göndererek para meselesini halletti:

“Pek aziz ve muhterem efendim.

istiklâl Marşı için açılan müsabakaya iştirak buyurmamalarındaki sebebin izalesi için pek çok tedbirler vardır. Zatı üstadanelerinin matlup şiiri vücuda getirmeleri maksadın husulü için son çare olarak kalmıştır. Âsil endişenizin icap ettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir fel- kin ve tehyic vasıtanızdan mahrum bırakmamanızı rica ve bu vesile ile en derin hürmet ve muhabbetimi arz ve tekrar eylerim efendim.”
5 Şubat 1337
Umuru Maarif Vekili
Hamdullah Suphi

Bu mektup üzerine Mehmed Âkif, birkaç gün içinde istiklâl Marşı’nı meydana getirdi. Kahraman ordumuza ithaf edilen şiir ilk defa 17 Şubat 1337 (1921 ]’de neşredildi ve her tarafta büyük heyecanlar doğurdu. Marş, Millet Meclisi’nin 1 Mart 1337 (14 Mart 1921) tarihli oturumunda Maarif Vekili tarafından okununca, ruhları coşturmuş ve Meclis alkışlardan sarsılmıştı. Konya Mebusu Refik Koraltan, “Milletin ruhuna tercüman olan işbu İstiklâl Marşı’nın ayakta okunmasını” teklif etti. Marş, Maarif Vekili Hamdullah Suphi tarafından kürsüde bir daha okundu ve sürekli alkışlar arasında ayakta dinlediler. Böylece mars ayakta dört defa dinlendi.
istiklâl Marsı kadar güzel ve büyük başka bir nokta, Âkifin seciyesidir. Ortada para bahis konusu olduğu için müsabakaya girmeyen ve parayı reddeden büyük şâirin o sırada palto alacak kadar bile parası yoktu ve kışta kıyamette ceketle dolaşıyordu.
Bugün söylediğimiz Zeki Üngör’ün bestesi halk tarafından beğenilmiş, benimsenmiş bulunmaktadır.
Mehmed Âkif, her ülkede az yetişir soydan bir ahlâk ve ülkü adamıdır. Bu seçkin karakter Safahat’ın her mısrasına yansımıştır.
Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
Biri ecdadıma saldırdı mı hatta boğarım...
- Boğamazsın ki
- Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Günlük hayatta karıncayı bile incitmekten korkan bu çelebi insan, millet, vatan ve Tanrı konularında bazı kişileri kırmayı dahi göze almaktadır, iman ve direnişi haykırırken benzersiz bir destan şâir olmuştur.
Mithat Cemal’in deyişiyle;
“Fatih’ten beri şehrin toprağına kendi eseriyle gömülen ilk ölü” idi.
“Boğaziçi’nde yüzme yarışı kazanan, Çatal- ca’da güreşen, Veliefendi Çayın’nda adım atlayan, ibnülfaraz’ı ezbere bilen, Dağıstanlı Hoca ile Kitabu’l-Kâmil’i hasbihal eden, Musa Kazım Efendi ile Bedrettin’in Varidatını okuyan, sonra Emil Zola’nın romanlarında, İnsan yığınlarını idaredeki kudretini seven... Bu kadar değil, Halkalı’da ineklerin karnından Trocart ile su alan, aruzun orkestrasyonunu yapan Âkif, kendi kendine kaldığı zaman nısfıye de üflüyordu”.
Âkifin kültürüne gelince, bir kere müsbet ilimler tahsil etmiş, meslek hayatında bilhassa Pastör’e hayranlık beslemiştir. Kendi kendine öğrendiği Fransızca’yı, en çetin eserleri göz ucuyla okuyup etrafındakilere Türkçe yazdıracak kadar kuvvettedir. Arapça ve Farsça’yı çocukluğundan beri bilir.
Kur’an âşığı bir hâfız olan Mehmed Âkif gençliğinde birkaç sene Ramazan’da mukabele okuduğu gibi, dostlarına hatimle teravih de kıldırmış- tır. Kur’an’ın ruhuna nüfuz etmiş bir hâfızdır.
İslâm ahlâkını hayatına düstur edinen Âkif merhum, şahsını değil, şahsiyetini bile tevâzu perdeleri altında gizlemeye çalışmıştır.
Üstad çok mütevazi idi. Gösterişi sevmezdi. Sırası gelmeyince ilmini bile izhar etmezdi. Mükemmel Fransızca bildiği halde söz arasında Fransızca bir kelime karıştırdığı ömründe vaki değildi.
Zahiri ahvali de ilmini, irfanını gizleyebilmeye müsaid, çok zaman fesi kalıpsız, pantolonu ütüsüz, boyunbağı gelişigüzel bağlanmış, sakalı uzamış gezerdi. Çizme biçiminde, fakat yumuşak deriden hususi surette yaptırdığı mestleri vardı. Pantolonunun paçalarını içine koyardı. Mestleri dizlerine kadar uzundu. Fakat son derece temizliğe itina ederdi. Tanıdıkları tarafından, tanımayanlara “Şâir Mehmed Âkif Bey” diye tanıştırıldığı zaman, muhatabı bir müddet hayret içinde kalırdı. Adeta inanmıyordu. Bu kalıp kıyafetin içinde o deha-yı şi’r ü edeb nasıl olur? diye tereddüde düşerdi.
Üstad da bunu hissetmez değil, fakat nedense hiç aldırmazdı. Hatta zannedersem hoşuna da giderdi.
Üstad’ın Eğinli bir arkadaşı var. Beşiktaş’ta oturuyor. Üstad ara sıra onu ziyarete gider. Eğinli’nin ahbapları da gelir. Bunlardan bir tanesi, Üstad’ı ya bir kasap ya da bir et müteahhidi zannediyormuş.
Bir gün Üstad’a Dârü’l-fünun kapısında rast gelir. Ahbabın ahbabı diye bir tanışıklık var ya. Bu kasabın, yahut bu et müteahhidinin burada bulunmasını merak eder. Merhabadan sonra:
“Hayrola! buraya niçin geldiniz?"
“Ders için”
Anlayamaz. Biraz durur. Üstadın yüzüne dikkatle bakar. Kendi kendine: “Allah Allah, der, bu yastan sonra, bu saç sakalla Darü’l-fünun’a devam. Çok tuhaf şey. Belki adamcağıza ilim hevesi gelmiştir. Ama talebe de olamaz. İhtimal, dersleri dinliyor...” içinden gülerek, şaşarak:
“Sami’in (dinleyici] sıfatıyla mı?” der.
“Hayır”
Yine anlayamaz. Düşünmeye, Üstad’ı süzmeye başlar. Gülümseyerek:
“Yoksa talebe mi kayd oldunuz?” der. Üstad’ın verdiği cevap, yine:
"Hayır”.
Adamcağız şaşırdıkça şaşırıyor. Adeta kızar. Sert bir sual fırlatır:
“Ya ne diye buraya geliyorsunuz?”
Sanki Üstad ona hesap vermekle mükellefmiş.
Ama Üstad hiç kızmıyor. Gayet soğukkanlılıkla cevap veriyor:
“Müderris sıfatıyla.”
Adamcağızın hayreti artar. Bu nasıl müderris olur? diye düşünmeye başlar. Bir türlü hafsalasına sığdıramaz. Bir ihtimal daha hatırına gelir:
“Belki vekâleten olacak!"
Üstad yine aynı soğukkanlılıkla ve gayet kısa:
“Hayır, asaleten” der.
Adamcağız büsbütün şaşkınlaşır. Artık söyleyecek söz bulamaz.
“Allah Allah!" der çekilip gider. Üstad da:
“Güle güle” diye onu uğurlar... Üstad diyor:
“Herif bana müderrisliği bir türlü yakıştıramadı”.
Osman Yüksel Serdengeçti’nin 1982’de yazdığı şu satırlara bakınız:
“Acaba hangi kelime, hatta isim, anamı babamı da dahil, bana Âkifin ismi kadar dokunuyor! Hiçbiri... Hiçbir kimse bu vefâlı memleket evlâdı kadar bende sevgi ve saygı uyandırmamış- tır. O gönüllerimizin rakipsiz sultanıdır. Ona “Bizim Akif’imiz” diyoruz. Tıpkı “Bizim vatanımız” der gibi.
Mehmed Âkif, söze büyük kıymet verir, verdiği sözü mutlaka yerine getirirdi. Meğer ki ölüm yahud ona yakın bir mani zuhur ede. Sözünü tutmayanlara insan nazarıyla bakmazdı. Yalan nedir bilmezdi. Her sözü doğru idi. Ümrü hayatında bir kere olsun yalan söylediği görülmemiştir.
Mehmed Âkif bir arkadaşıyla konuşuyor ve ona bir şey anlatıyordu.
“- Sahi mi?”
Bu çoğu kere konuşurken, hatta dalgınlıkla birbirimize sorduğumuz gibi bir soruştu.
Âkif birden durdu. Çok kızdığı ve gücendiği anlaşılıyordu. Bir zaman sonra sakin fakat ciddi bir ses tonu ile şöyle dedi:
Bana bir daha bu soruyu sorma!"

Neden Mehmed Âkif?

Bugünün Türkiye’sinde öyle birini seçelim ki, onu herkes tanısın ve kendisinden bahsettiğimizde sözlerini naklettiğinizde, şahsiyetine itiraz etmeden, ismini yadırgamadan, fikirlerini benimseyerek sizi dinlesin. Bugün ilkokuldaki yavrularımızdan, hatta okuma yazma bilmeyen çobandan başlayarak bütün Türkiye’de herkes tarafından tanınan ve kendisine sevgi duyulan, ismi etrafında, halkı korkutucu, ürkütücü yalan da olsa dedikodular bulunmayan Mehmed Akif’ten başka kim vardır?
Safahat; Mehmet Âkifin şiirlerini topladığı yedi kitaplık külliyatın genel adıdır. Birinci kitap, yalnız bu adı taşır. İlki gibi sıra numarası almış bulunan öteki kitapların ayrıca isimleri vardır. Sıra- sıyle şunlardır: Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Asım, Gölgeler. Safahat, “Safhalar devreler, dönemler” ve biraz geniş bir manalandırma ile “görünüşler, manzaralar” demektir. Fatih Camii, Hasta, Küfe... gibi “hayattan manzaralar” ihtiva eden bu manzumelerin bulundukları ilk cilde, “Safahat” adı verilmesinin sebebi budur. Safahatı teşkil eden manzumelerin tamamı aruz vezni ile yazılmıştır.
Safahatta geçen şahıslar hakkında açıklama yapmak gerekirse;

Kuruluşu bakımından manzum diyaloğu andıran bu eserde Hocazade (Mehmed Âkif] Köse imam (Âkifin babasının öğrencisi Ali Şevki Hoca] Asım (Ali Şevki Hoca’nın oğlu) Emin (Âkifin oğlu] sohbetleri arasında memleketlerin dertleri olup biten vakalar ve başlıca düşünce akımları ele alınmaktadır.
“Kimdi kürsideki? Bir bilmediğim pir ammâ” mısraındaki bu vâiz muhayyel bir şahıs değildir, tanınmış bir kimsedir ve Mehmed Âkif Bey merhumun sevdiği bir arkadaşıdır. Bu zat, İslâm âlemindeki .seyahatları, İslâmiyet uğruna giriştiği içtimâi ve siyasi faaliyetleri bu husustaki yazıları ve neşriyatı ile meşhur olan Abdurreşid İbrahim Efendi’dir. Üstadın Süleymaniye Kürsûsü’nde söylettiği zattır. Mehmed Âkif Bey burada vâiz olarak Abdürreşid İbrahim Efendi’yi konuşturmakta, İslâm dünyasının feci halini, dertlerini ve bunların çarelerini ortaya sermektedir.

Yazımızı şairin kendi dörtlüğüyle bitirelim:
Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyulayı da, er geç, silecektir.
Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni, nerden bilecektir?