Makale

İSLÂM’DA MADDE-MÂNÂ DENGESİ

Abdullah ŞAHİN /Musahhih

İSLÂM’DA
MADDE-MÂNÂ DENGESİ

İslâm, maddî refaha önem veren bir dindir. Söz konusu refahın gerçekleşmesi için de, bütün imkânların harekete geçirilmesine ışık tutar. Bu bağlamda göklerde ve yerde mevcut olan her şeyin, insanın emir ve isteklerine boyun eğme durumunda olduğunu haber verir1.
Bu nimetlerin sayılarak bir dokümanın çıkarılmasının, beserin güç ve tâkatinin üzerinde olduğunu bildirir. Binaenaleyh bu nimetlere karsı da, insanın zulüm ve nankörlükte bulunmamasını ister2. Ayrıca canlılar içinde şerefli bir konuma sahip olan insanoğlunun sağ duyularını kaybedip “hayat ancak dünya hayatıdır” seklindeki hevaperest varsayımlarının, sadece zanna dayanan bir cehâletten kaynaklandığını bildirir3.
Bunun yanında İslam, ruhban! bir anlayışla insanın kendisini sadece ahirete adamasını da hoş karşılamaz. Bunlardan birini azıtma, diğerini de sapıtma olarak değerlendirir. Bu iki yol arasında bir denge kurarak, mu’tedil bir yol seçer ki, bunu sırat-ı müstakîm (dosdoğru orta yol) olarak isimlendirir.4 Kur’an; azıtanlara, kendi çıkarları doğrultusunda dinlerinde değişiklik yapan Yahudileri; sapıtanlara da Hristiyanları örnek verir5.
Gerçekten Yahudiler için maddi menfaat söz konusu olğunda, mânâ faktörü gözardı edilir. Bu anlayışları geçmişte böyle idi, günümüzde de böyle olduğu malumdur. Hristiyanlık âleminin madde hırsına gelince, Roma’nın, Hristiyan cemaatinin merkezi haline gelmesiyle birlikte, burada kurulan Katolik kilisesi üstün bir mevki kazandı, episkopos, papa ünvanı alarak İsa’nın vekili sıfatıyla diğerlerinin reisi oldu.
İşte papalık bu üstün vasfıyla, para ve diğer servetler yönünden dünyanın en zengin teşekküllerinden biri haline geldi. Bu madde hırsı diğer kiliselere de sirayet ederek, her kilise bulunduğu yerin en zengini konumuna yükseldi. Madde ön plana çıkınca da, durumu iyi olanlara piskoposluk, başpiskoposluk, manastır basrahipliği v.s. gibi rütbeler önem kazandı. Ayrıca Hristiyanlığın önceleri günah isleyenler için uygulayageldiği nedamet, riyazat ve keffaret gibi günah çıkarma sistemleri de değiştirildi. Herseyin maddeyle ölçüldüğü bu dönemde, kilise tarafından çıkarılan bir kararname ile artık günahlar da sadece para karşılığı affedilir bir sekle dönüştü6.
Binaenaleyh mânâdan uzaklaşarak madde hırsına kapılan kilise temsilcilerinin, böyle gayri meşru kara servet tedarikine hız vermeleri, halk nazarında hoşnutsuzluk doğurdu ve sonunda bu maddecilik tutkusu 16.y.y. da ortaya çıkan dinde reform hareketlerinin en büyük âmili oldu7. Sonuçta yapılan bu reform hareketleriyle de, konumuzu ilgilendiren madde-mânâ dengesinin ince ayarı bir türlü tutturul a m azdı. Tarih boyunca da tutturulamamıştır. Çünkü ne zaman bir toplumda madde hakim olmuş, mâneviyât ihmal edilmişse, bu yanlış tutum o toplumda ahlâkî çöküntüye neden olmuştur. Bu kısa girişten sonra İslam’ın konuya yaklaşımını, bazı ayet ve hadisler ışığında arzedebiliriz.

İslam’da Madde-Mânâ Dengesi

İslam, insanı ilgilendiren her konuda ifrat ve tefrit’in karsısında yer alır ve daima insan için en uygun olan orta yolu tercih eder, aşırılığa izin vermez, iste özetle sunacağımız madde-mana dengesini sağlamaya da aynı şekilde yaklaşır. İnsanın özü nü teşkil eden bu iki unsuru, birbirinden ayrılmaz, bir bütün olarak ele alır ve atbaşı götürülmelerini ister. Nitekim Kuranda: “Allah’ın sana verdiğinden [O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste, ama dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki, Allah bozguncuları sevmez.”IS1 buyurularak, madde ve mânâyı dengeleyen mutedil bir yol (orta yol) tutulması tavsiye edilir. Buna mukabil aynı suresinin 60 ve 61. ayetleriyle diğer benzeri ayetlerde, büsbütün maddeye bağlanıp dünyanın geçici zevk ve sefasına dalmanın, beraberinde getireceği felaketler de, açık bir şekilde dile getirilir. Söyle ki: “Size verilen şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası olan malı ve süsüdür. Allah katında olanlar ise, daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâla buna aklınız ermeyecek mi? Şu halde, kendisine güzel bir vaadde bulunduğumuz ve ardından ona kavuşan kimse, [sırf) dünya hayatının geçici menfaat ve zevkini yasattığımız, sonra kıyamet gününde (azab için) huzurumuza getirilenler arasında bulunan kimse gibi midir?”9 “Doğrusu huzurumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünya hayatına râzı olup onunla yetinenler ve ayetlerimizden gafil olanlar, iste onların kazanmakta oldukları [günahlar] yüzünden, varacakları yer ateştir!”10 buyurulur. Binaenaleyh konuyla ilgili birkaçını örnek olarak takdim ettiğimiz bu ayetlerde sunulan mesaj, madde-mânâ bütünlüğüdür. Bunlardan birinin devreden çıkarılmasıyla, toplumun dengesinin bozulacağı açıktır. Zira toplumu oluşturan fertlerdir. Fertleri de sadece maddi yönleri ile ele alıp, mânevi yönlerini ihmal etmek, onların yaratılış gayelerine aykırı olur. 11
Bu itibarla yüce dinimiz maddî ve mânevî dinamizmlerini aksatma bir tarafa onları daima güçlü tutmayı istemektedir. Binaenaleyh “İslam terakkiye manidir”, sözünün hiçbir geçerliliği yoktur. Nitekim, “iki günü eşit olanın zararda oluşunu” ilan eden bir dini, kalkınmaya ve ilerlemeye engelmiş gibi gösterme çabalarının, gerçeklerle bağdaşır hiçbir yönünün olmadığı açıktır. Tam aksine bu yersiz iddianın, isi dünya yarısı ile noktalamayıp, ilerilerin de ötesi olan ahiret zirvesi yarısını da hedef gösteren12 bu yüce din için açık bir iftira olduğu da ortadadır. Binaenaleyh maddî çıkarlar ön planda tutularak mânevî değerleri inkar etmek, toplumu bir açmaz içine sürükler. Hatta bu hususta bir de iftira kampanyasına girişmek, çok yanlış ve çok tehlikeli sonuçlar doğurur. Bunun acı faturasının, toplumun tamamına çıkacağı ise kaçınılmaz olur. Zira Yüce Allah (c.c.): “Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere yetişmekle kalmaz (umuma sirayetle hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir.”13 Diğer ayet-i kerimede ise: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki] Allah, sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli], kafirlere karşı da onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihat ederler ve hiçbir kınayanın kanımasından korkmazlar [aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfü ve ilmi geniştir.”14 buyurur.
Binaenaleyh, tarih boyunca sadece maddeye saplanıp, mânâ gücünü inkar edenler olmuştur. Ancak İslam’ın çeşitli entrikalarla devreden çıkarılmasına hiç kimsenin gücü yetmemiştir. Su var ki, İslam bayraktarlığı el değiştirmiş, bu nimetin kadrini bilemeyenler, hor ve hakirliğe mahkum olurken, kadrini bilenler bayraktarlığı sürdürmüşler ve sürdürmeye de devam edeceklerdir.
Bunun geçerliliği ve sürekliliği için de İslam’ın ruhuna uygun olan bir madde-mânâ birlikteliği esastır. Aksi takdirde İslam adına yapılan rast- gele davranışlar, bu rûha uygun değilseler, bunların yanlış sonuçlarının, İslam’a maledilmeye çalışılması da kaçınılmazdır. Bu noktada ise din ve ahlâk eğitiminin gerekliliğinin tartışılmasına ihtiyaç olmadığı açıktır. Zaten Allah Rasûlü (s.a.s.), din adına yapılan bu rastgele hareketlere müsade etmemiştir. 0, madde ve mânâ dengesini, dinin ana prensipleri çerçevesinde en güzel ve en sağlam bir şekilde rayına oturtmuştur. Nitekim imam-ı Buhari’nin sahihinde yer alan bir rivayete göre, ashabtan Abdullah İbn-i Amr ibni’l- Âs (r.a.)’a Peygamber (s.a.s “Ey Abdullah! Senin gündüzleri oruç tuttuğunu, geceleri de ibadetle geçirdiğini, bana haber vermediler mi sanırsın, buyurdular. Ben de, evet ey Allah’ın Rasûlü, öyledir dedim. Allah Rasûlü (s.a.s.) öyle yapma! Bazı (günlerde) oruçlu, bazı (günler de de) oruçsuz ol, bazen (gecenin bir kısmı) uyu, bazen ibadete kalk! Zira senin üzerinde vücudunun hakkı var, gözlerinin hakkı var, esinin hakkı var,
ziyaretçilerinin hakkı var, (çocuğunun hakkı var). Her ayda üç gün oruç tutmak senin için kâfidir. Zira sana her iyilik için on misli ecir vardır. Binaenaleyh böyle yapmak, bütün ömrün boyunca oruç tutmak gibidir.”15 buyurdular. Abdullah ibn Amr İbn’il-Âs (r.a.) sözlerine devam ederek, ben bundan fazlasını yapabilirim dedim de, isi güçleştirdiğim için güçlüğe uğradım, demiştir. Yine aynı sahabe diğer rivayetinde sözlerine söyle başlamaktadır: Babam beni asil bir kadınla evlendirdi. Ara sıra gelinine: Nasılsınız, der ve kocasının halinden sual ederdi. Gelin (eşim) de: □ ne iyi erkektir! Geldiğim günden beri yatağıma ayak basmadı ve bana yanaşmadı, derdi. Bu hal uzayınca da, babam durumu Allah Rasûlü (s.a.s.)’ne arzetmişti. Allah Rasûlü de (s.a.s.), onu benimle görüştür demeleri üzerine, huzurlarına çıkmıştım...16’ seklindedir. Keza Buharî kitabu’s-savm’da Selman, Ebu’d-Derda olayını da nakletmektedir, verdiği mesaj ve muhteva aynıdır.
Bu hadis-i şeriflerde veri- en ana mesaj; İslam’da, dünyadan elini eteğini çekerek, kendini ahirete adama anlamında olan ruhbânî hayatın, Allah Rasûlü (s.a.s.) tarafından hoş karşılanmamış olmasıdır.
Buna mukabil Ka’b bin Mâlik (r.a.) den gelen rivayete göre de, Allah Rasûlü (s.a.s.): “Bir koyun sürüsüne salıverilmiş bir aç kurdun (o sürüye] yaptığı zarar, servet ve mevki düşkünü bir adamın, dînine yaptığı zarardan daha büyük değildir.”17 buyurarak, mânevi değerlerden uzaklaşıp tamamen madde-perest bir yasam tarzının, din ve topluma malolacak acı faturasını da haber vermektedir.
Binaenaleyh kişi dünyası için ahiretini, ahireti için de dünyasını harap etmemelidir. İste is- lamdaki orta yol da, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya imarı, yarın ölecekmiş gibi de ahi- ret hazırlığını prensip edinme yoludur.
Konumuzu, İmam-ı Müslimden nakledilen ve meseleye önemli ölçüde ışık tutan şu rivayetle noktalayalım:
Rasûlüllah (s.a.s.)’ın kâtiplerinden birisi olan Ebû Rebi Hanzala b. Rebi’el- Üseydî (r.a.)’den yapılan rivayete göre, adı geçenin;
Günün birinde Ebu Bekr (r.a.) benimle karşılaştı da, ey Hanzala nasılsın, diye hal hatır sordu. Ben de kendisine:
- Hanzala münafık oldu, dedim. O ise:
- Sübhanâllâh ne diyorsun? ü nasıl söz? dedi. Ben:
- Peygamber (s.a.s.)’in huzurunda bulunuyoruz; bize cennet ve cehennemi anlatıyor, âdeta gözlerimizle onları görür gibi oluyoruz. Peygamber (s.a.s.)’in huzurundan çıkıp da, çoluk çocuğumuzun yanına ve işimizin başına varınca (bu öğütlerin) çoğunu unutuyoruz (dünya islerine dalıyoruz) dedim. Ebu Bekr (r.a.) de:
- Vallahi biz de aynı haldeyiz, dedi ve Ebu Bekr ile beraber Allah Rasûlü (s.a.s.)’nün huzuruna girdik. Ben:
- Ey Allah’ın Rasûlü (s.a.s.)! Hanzala münafık oldu, dedim. Peygamber (s.a.s.)
- O nasıl şey? dedi. Ben:
- Ey Allah’ın Rasûlü (s.a.s.)! Sizin huzurunuzda bulunuyoruz, bizi cennet ve cehennemle öğütlüyorsunuz da, sanki [olayı] gözünüzle görür gibi (bir hava içinde] oluyoruz. Sizin yanınızdan çıkıp da, çoluk çocuk ve işimizle meşgul olamaya başlayınca da, çoğunu unutuyoruz (yani o manevî atmosferi kaybediyoruz] dedim.
Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.s.) :
“Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, sizler huzurumda bulunduğunuz hal üzerinde ve zikirde devam edebilseydiniz, yataklarınızda ve yollarınızda mutlaka melekler sizinle müsafaha ederlerdi. Ancak şu var ki, Ey Hanzala her zaman öyle olmaz. Bazen öyle, bazen de böyle olur,” buyurdu ve bu sözü üç kere tekrarladı.18
Bu hadis-i şerifdeki “bazan öyle, bazan böyle” sözüyle, dünya veahiret işlerinin belirli vakitler içerisinde, ölçülü ve dengeli bir şekilde yürütülmesinin vurgulandığı açıktır. Binaenaleyh dünyada huzur, ahirette ebedi mutluluk için, bu dengeyi sağlamak ve korumakla, fert ve toplum olarak herkes yükümlüdür. Şayet toplum bunlardan birisine yönlendirilirse; örneğin, madde hırsı bası çeker ve hiçbir kural da tanımazsa, meşru olmayan her türlü ticaret, kara para aklama oyunları, sadece rüşvetle iş yaptırabilme v.s. gibi toplumun dengesini alt üst eden hastalıklar ortaya çıkar. Toplumun maddeten ve manen çökmesine neden olan bu hastalıkların, geçici tedbirlerle de tedavisi mümkün olamaz. Doğrusu isi bu noktaya getirmemektir. Şayet iş arzedilen noktaya gelirse, bu ahlâki çöküntü, ancak köklü va akılcı tedbirlerle önlenebilir. Bu tedbirlerin başında da, arzetmeye çalıştığımız, maddî ve mânevî değerlere sahip çıkmak gelir ki, meseleyi halletmenin en sağlıklı ve en şaşmaz yoludur.
Son söz yine Allah Rasûlü (s.a.s.)’nden: “Ademoğlunun iki vâdi dolusu malı olsaydı, muhakkak üçüncüyü de isterdi. Binaenaleyh Ademoğlunun karnını (gözünü) ancak toprak doyurur.”19


[1 ] Câsiye, 45/13.
[2] Ibrâhim, 14/34.
[3] Câsiye, 45/23-24.
[4] Fatiha, 1/6-7.
[5] Bakara, 2/174-175, Âl-i imran, 3/77 vb.
[6] Prof. Dr. T. KOÇYİĞİT, iman-iba- det-Ahlâk s. 247-248.
[7] Prof. Dr. T. KOÇYİĞİT, a.g.e. s. 146.
(8) Kasas, 28/77.
(9) Kasas, 28/60-61.
[10] Yûnus, 10/7-8.
(11) Zariyat, 51/56.
(12) Âl-i İmran, 3/133.
(13) Enfâl, 8/25.
[14] Mâide, 5/54.
(15) Buhârî Sahih, Kitabu’s-Savm, 3/39, Bulak, Mısır, 1312.
(16) a.g.e., Fezailü’l-Kur’an, 8/196.
(17) Riyâz’s-Sâlihîn Trc., 1/514.
[18] Müslim Sahih, K. Tevbe, 4/2106, Hadis no: 2750, Beyrut, 1972.
(19) Buharî Sahih, Rikak babı, 8/92, Bulak-Mısır 1312.