Makale

İNSANIN YARATILIŞ GAYESİ VE ALLAH’A KARŞI GÖREVLERİ

Hasan ARAL / Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni

İNSANIN YARATILIŞ GAYESİ VE ALLAH’A KARŞI GÖREVLERİ

Evreni meydana getiren her mevcudun bir varoluş sebebi, gayesi ve hikmeti vardır. Yerde gezen karıncadan, gökyüzünü süsleyen, uzaklardan insanlara cilve yağdıran yıldızlara, güneşe, aya kadar her varlıkta bir yaratılış gayesi mevcuttur. Zira Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de mealen;
“Onlar göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. Rab- bimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen münezzehsin..” 1 buyurarak, kainatta bulunan hiçbir varlığın bosuna yaratılmadığını, her mevcudun bir var oluş sebep ve hikmetinin bulunduğunu ifade etmektedir.
Diğer bazı ayet-i kerimelerde Yüce Allah, evreni meydana getiren varlık ve hadiselerin yaratılış gayelerini mealen söyle bildiriyor:
“O, yeryüzünü size-ikâmet etmeniz için-bir döşek, göğü de yüksek bir tavan yaptı. Gökten su indirerek, onunla size rızık olmak üzere türlü türlü ürünler meydana getirdi. Artık Allah’a bile bile es koşmayın.” 2
“Biz yeryüzünü-rahat yasamanız için-bir beşik, dağları da onun için birer direk kılmadık mı? Sizi çift çift yarattık. Uykunuzu dinlenme zamanı, geceyi de bir örtü yaptık. Gündüzü geçimi sağlama vakti kıldık. Üstünüze yedi kat gök bina ettik. Parlak ısık veren güneşi varettik. Taneler, bitkiler ve ağaçları sarmaş dolaş olmuş bahçeler yetiştirmek için, yoğunlaçmış bulutlardan bol bol yağmur yağdırdık.” 3
Evet. Evrende bulunan canlı- cansız her varlıkta ve her hadisenin gerisinde mutlaka bir İlâhi hikmet vardır.
Ayet-i kerimelere bakınca, evrenin yaratılış gayesinin bir noktada yoğunluk kazandığını görüyoruz. Bu gaye de “İnsan İçin” yaratılmış olduğudur. Güneşin doğuş ve batısında insana yönelik bir amaç vardır. Keza gökyüzünün milyarlarca yıldızla süslenmesinde, yağmurun yağmasında, dünyanın dönmesinde, mevsimlerin birbirini takip etmesinde hep aynı gaye mevcuttur. Diğer bir ifade ile kainat, her varlık ve hadisesi ile insana adanmıştır. Evren, insan ile anlam kazanmakta, bir değer ifade etmektedir.
Kainatı meydana getiren her varlığın bir yaratılış gayesinin olması, bir anlamda Allah’ın varlığını isbat eden delillerdendir. Ilm-i Kelâm âlimleri bunu, "lllet-i Gaiye Delili” olarak adlandırırlar.
Meşhur İslam Filozofu ibn-i Rüsd, bu konuda söyle demektedir:
“Bu dünyada bulunan varlıkların karakter ve tabiatını araştırınca onların, sanki insan için, insanın varlığını devam ettirmek için yaratılmış olduğunu görürüz. Bu alâka, gaye ve dengenin gelişi güzel, rastgele bir tesadüf neticesinde olması mümkün değildir. Belki bu denge ve uyum, insana verilen kıymet ve önemi, her şeyin ona hizmet ve faydalı olma gayesini hedef alarak, müstakil irade ve kudret sahibi bir varlık tarafından yaratılmış olduğunu gösterir. Gece ile gündüz, ay ile güneş, mevsimler, denizler ve karalar, toprak, su, hava, ateş, hulasa herşey insana hizmet için yaratılmıştır. Bu şüphe götürmez bir hakikattir.4

BİR HAYAT TARZI

Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim, “İnsan gerçekten pek huysuz yaratılmıştır. Basına bir fenalık gelince fer- yad eder, bir iyiliğe uğrarsa onu herkesten men eder, kıskanır.” 5 buyurarak, biyolojik yapımızın yanında ruhsal varlığımızın tezahürlerini de yine mucizevi bir dille gösteriyor ve dikkat edeceğimiz hususları gözler önüne sererken, alacağımız tedbirler konusunda da mantığımıza rehberlik ediyor.
Yaratıcımız olan Yüce Allah, yarattığı varlığın psikolojik yapısı içerisinde düşebileceği hataları ve bunlara karşı alınması gereken korunma yöntemlerini de rehberimiz olan Kur’an-ı Kerim’de dile getirerek, iki cihan saadetinin yolunu, adeta trafik işaret ve işaretçileriyle donatılmış büyük bir cadde misali hafızalarımıza nakıs nakış işliyor. Kazasız-belasız bir yolculuğun sonunda ulaşılacak gerçek saadetin anahtarını sunuyor. Yolcuya düsen görev; sadece anahtarı talimatlar doğrultusunda kullanmak, yoldaki işaretleri iyi tanımak, işaretçilerin gösterdiği doğrultuda yasamaktır. Bu büyük caddedeki işaretçiler hiç şüphesiz binlerce enbiya ve özellikle “Hatemü’l Enbiya” olan Hz. Muhammed (s.a.s.) ve onların varisleri olan âlimlerdir, işaretler ise; emirler ve yasakları ifade eder.
Dünyaya imtihan için gönderilen insan, yasadığı sürece çeşitli şekillerde denenecek, imtihandan geçirilecektir. Zira var oluşumuzun değişmez bir kuralıdır bu. Hayatımızın muhtelif dönemlerinde, sahip olduğumuz maddi-manevi varlıklar konusunda ve bize bahsedilen imkânlar çerçevesinde denenir, sınavdan geçiriliriz. Zengin, fakirlikle; sıhhatli, hastalıkla; genç, ihtiyarlıkla... velhasıl hayatın binbir çeşit zigzag ve virajlarıyla. Kur’an-ı Kerim bu gerçeği; “Hiç şüphesiz sizi, biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenlere müjdele.” (6) mealindeki ilahi fermanıyla dile getirmiştir.
Sabır ise; “Nefsi arzu ettiği şeylerden men etmek, dinin hos karşılamadığı şeyleri işlememe konusunda tahammül göstermektir. Mesela, oruç ayında nefsi şehevi duygulardan uzak tutmaktır.” 7 Sabır; sıkıntı içerisinde kalmaktır. Nefsin, aklın ve dinin gerektirdiği şeylerden alıkonulmasıdır. Eğer nefis bir musibetten dolayı hapsedilirse bu sadece sabır adını alır, bunun zıddı feryaddır. Eğer sabır savaş meydanında ise bu, kahramanlık ve yiğitliktir, bunun zıddı ise korkaklıktır. 8 Nitekim Kur’an-ı Kerim; “Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz bir (takva ve kâmil iman) değildir. Ancak asıl birr... sıkıntıda,, hastalıkta ve şiddetli savaş anında sabredenlerinkidir.” 9 buyurmuştur.
Sevgili Peygamberimiz de “Ne garibtir mü’minin hali ki, Allah onun için ne hüküm verirse muhakkak bu kendisi için hayır olur. Ona bir bolluk gelecek olursa buna şükreder ve bu kendisi için hayır olur. Bir sıkıntı değecek olursa buna sabreder ve bu da kendisi için hayırlı olur.” 10 buyurarak, mü’min için sabrın kıymet ve önemini belirtmişlerdir.

İslâm tarihinden bir-iki örnek verelim:

“Zübeyr b.Avvam [r.a.) on- sekiz yaşında iken Müslüman olup hicret etti. Müslüman olduktan sonra amcası onu bir hasıra bağlar, yanında ateş yakarak ateş dumanı ile ona işkence eder ve “eski dinine döneceksin” derdi.
O da amcasına:
“Hiçbir zaman küfre dönmem” diye cevap verirdi.
Zübeyr b. Avvam’ı görenler, onun göğsünde su gözlerini andıran bir çok kılıç ve ok izlerinin bulunduğunu söylerlerdi.”11
“Hz. Ömer (r.a.] Hz. Bilâl’e müşriklerin elinden gördüğü işkenceleri sordu. Habbab b. Eret söze karışarak;
- Ya Emiral müminin benim sırtıma bak dedi. Hz. Ömer : Habbab’ın sırtına baktığında hayret ederek:
“Bugüne kadar bu kadar yarayı hiç kimsede görmedim, dedi. Habbab:
Müşrikler ateş yaktılar ve o ateşi ancak benim sırtımın yağı söndürdü,” dedi. 1121
Ammar b. Yasir de, İslâm’dan dönmesi için derileri dökülünceye kadar ateşte adeta kızartılmıştı. Babası, kardeşi Abdullah, annesi Sümeyye aynı maksatla işkenceye tabi tutulmuşlardır ki babaları Yasir, bu işkenceler sırasında ölmüştü. Anneleri Sümeyye ise, işkence edilmesi için Ebu Cehil’e verilmişti. Yaşlı bir kadındı. Buna rağmen Ebu Cehil ona işkence yapmaktan geri durmamış, beklediği küfür cevabını alamayınca da, mızrağını bu fedâkâr mü’mine saplayarak onu şehid etmişti. 13
“Yermük [savaşı] günü, Haris b. Hişam, ikrime b. Ebu Cehil ve İyaş b. Ebi Rebia savaş alanında yara ala ala nihayet yere yıkılıp can çekiştiler. Bu sırada Haris b. Hişam su istedi. Askerlerden biri ona su götürürken, ikrime’nin ona baktığını gördü. Bunun üzerine sucuya;
“ikrime’ye götür ver,” dedi.
İkrime de suyu alırken, iyaş’ ın kendisine baktığını görünce sucuya;
“Götür, iyaş’a ver” dedi.
Fakat sucu daha iyaş’ın yanına varmadan İyaş vefat etti. Bunun üzerine ikrime’ye döndü ve fakat daha ona varmadan o da vefat ettiği için bu sefer Haris’e döndü, lâkin Haris de son nefesini verdiği için her üçü de su içmeden vefat etmiş oldular." 14
Allah’ın emirlerine karşı sabır.. Günahlardan sakınmak için sabır.. Hakka karşı gelenlerle cihad etmek için sabır.. Her türlü hilekârlığa karşı sabır.. Zaferin gecikmesine karsı sabır.. Batılın çığırtkanlığına ve yayılışına karsı sabır.. Yardımcının azlığına karşı sabır.. Tehlikeli yolların uzamasına karsı sabır.. Nefsin süfli arzularına karsı sabır., insanların inatçılığına ve sapıklığa meyline karşı sabır... 15
Ne var ki insan, heva ve nefsine uyup huysuzluk ederek, fenalığı feryad, iyiliği ise kıskançlıkla karşılamak suretiyle imtihanı kaybetmekle karsı karsıya kalır. Mearic Suresinin 19-21. ayetlerinde açıklandığı gibi, bu yapı yaratılış mayasına Yaratan tarafından konulmuştur. Tenkid edilen, eleştirilen yönü yaratılışı değil, sahip olduğu bu yapısı sebebiyle bağırıp-çağırması (isyan], kıskançlığı, bütün gayret ve sermayesini sadece fani dünya için kullanması, sabır ve tahammülden uzak kalarak ahireti unutmasıdır. Bütün bu olumsuzluklara iman ve ibadet desteğinde tahammül göstermesi mümkündür. Sahabinin hayatı bunu en güzel şekilde is- bat etmiştir.
Kur’an-ı Kerim bunun yolunu söyle göstermiştir: “Ey iman edenler, sabır ve namazla Allah’tan yardım dileyin. Muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir.” (16), “Ey Muhammed, Allah anıldığı zaman kalbleri titreyen, başlarına gelene sabreden, namaz kılan, kendilerine verdiğimiz rızıktan sarfeden ve Allah’a gönül vermiş olan kimselere müjde et.” |17), “IMice peygamberlerin yanında Rabb’e kul olmuş pek çok kimse savaşmıştır. Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü gevşememişler, yılmamışlar ve boyun eğ- memişlerdi. Allah sabredenleri sever.” |18), “Doğrusu erkek ve kadın müslümanlar, erkek ve kadın mü’minler, boyun eğen erkekler ve kadınlar, gönülden bağlanan erkekler ve kadınlar, oruç tutan erkekler ve kadınlar, gönülden bağlanan erkekler ve kadınlar, oruç tutan erkekler ve kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve kadınlar, Allah’ı çok anan erkekler ve kadınlar, işte Allah bunların hepsine de mağfiret ve büyük ecir hazırlatmıştır.” 19
Kur’an-ı Kerim’de sabırla ilgili ayetlere baktığımız zaman pek çoğunda namaz ile yanyana zikredildiğini görürüz. Zira namaz kurumayan bir kaynak, bitmeyen bir hazinedir. Kalbi sükunete ulaştırır ve azmi artırır. 20 Allah’ın yardımını dilemek, mücerred bir yardım isteği değildir. Sabır ve namaza bağlı olan bir istektir. Çünkü insan, gerçekleşmesini istediği bir isin çeşitli güçlüklerini ancak sabrederek göğüsleyebilir ve bu esnada da Allah’tan yardım dileğinde bulunur. Bu dilek ise, ibadetlerin en büyüğü olan namazla gerçekleşir. 211Peygamberimiz (S.A.S.) kendisine bir musibet dokunduğu zaman hemen namaz kılardı. Elbette bu namaz, İhsan makamında Allah’ı görüyormuş gibi huşu içerisinde kılınan namazdır. Yoksa belirli hareketleri yapmaktan ibaret değildir.
İnsanın huysuz olarak yaratılışındaki hikmet, imtihan içindir. Zira insan itaat ya da isyan edebilme özelliğini bünyesinde taşıyan bir varlık olarak yaratılmıştır. Kendisine verilen irade-i cüz’iyyesi nisbetinde hürdür. Sorumluluğu da zaten bununla baslar. Ayrıca her şey zıddıyla bir kıymet ve anlam ifade eder; aydınlık-karanlıkla, iyilik-kötülüklerle, iman-küfür ve isyanla, cennet-cehennemle... insan ise, iyiliğe de kötülüğe de meyyal olarak yaratılmıştır ki imtihan edilebilsin, dünya hayatının bir anlamı olsun.
İnsanın denendiği konulara karşı takındığı tavır ve gösterdiği tepki, içerisinde bulunduğu psikolojik ortam ve sahib olduğu inançlara göre çeşitlilik arzeder: Feryad-u figân ve isyan ederek karşılayanlar, sabr-u sebat göstererek Allah’tan iyilik ve yardım isteyenler. Kur’an-ı Kerim, ikinci grup insanların gerçek huzur ve mutluluğu elde edeceklerini, misaller vererek anlatır, mantığımıza ve gönlümüze yol gösterir, insanlık tarihi buna en büyük şahittir.
“İnsanoğluna gelince; Rabb’ı onu denediğinde, ikramda bulunup nimetlere gark ettiğini de o, Rabbim bana ikramda bulundu, cömert davrandı der. Ama onu yine denemek için rızkını daralttığı zaman Rabbim bana haksızlık etti.” 22 der.
Cenab-ı Hakk’ın sayısız nimetleri içerisinde yüzen insanoğlu, yaratılış gayesinin bir cilvesi olarak imtihana tabi tutulup rızıkta ve diğer nimetlerde bir daralma söz konusu olduğunda, sanki sahip olduğu nimetlerin şükrünü hakkıyla eda etmiş gibi ukalâlık ederek, küstahça isyana, inkâra kalkışır, küfran-ı nimet eder.

KÂRUN GİBİ:

Bazen de öylesine egoist ve bencil olur ki, adeta Karun’u rehber edinmişcesine, Cenab-ı Hakk’ın, bir rahmet eseri olarak kendisine İhsan ettiği hayrı, iyiliği fani dünyada ebediyyen kalacakmış gibi herkesten kıskanır, hayatının gayesi haline getirir. Dünyanın geçici olan zevk-u sefası kendisini öylesine kuşatır ki, maddenin esire haline geliverir. Bir anlamda o maddeye değil, madde ona hakimdir artık. Bunun sonucu olarak da, yasadığı gibi düşünmeye başlar; kalbi öylesine katılaşmıştır ki, adeta taş kesilmiştir, hatta taştan da katıdır. Kulaklarına vurulan mühürle o, feryadı ayyuka çıkan yoksulun, yetimin, muhtacın fakr-u zaruret içerisinde kıvranan çaresizin haykırışlarını duyamaz, gözleri kör olmuşçasına hakikati göremez, zira o, kalbini rikkate getirerek yumuşatacak olan imanın ışık huzmelerinden mahrum kalmıştır. Kur’an-ı Kerim bu yapıyı şöyle dile getirir: “And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalpleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler. İste bunlar hayvan gibi, hatta daha da sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.” 23
Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de pek çok kıssa vardır. Karun’un kıssasını örnek vererek açıklamaya çalışalım.
Kıssa; bilgi ve mala güvenmenin nasıl sonuç vereceğini, Yüce Yaratıcının verdiği nimeti inkâr ederek büyüklenip azmanın ve şımarmanın nasıl felaketle sonuçlanacağını gösteriyor. Bu arada gerçek değer ölçüsü koyarak iman ve salih amelin değeri yanında, dünya malının ve süsünün değersizliği belirtiliyor. Yeryüzünde hayatın nimetlerinden itidal içerisinde büyüklük taslamadan ve bozgunculuk yapmadan istifade edilmesi gerektiği anlatılıyor.
Kârun, Hz. Musa (a.s.]’ın kavminden birisiydi. Cenab-ı Hakk ona sınırsız ve sonsuz hâzinelerinden öyle büyük bir zenginlik vermişti ki, sadece anahtarlarını güçlü-kuvvetli bir grup insan zor taşıyordu. Kavmi, Karun’u defalarca uyardığı halde o, kavmine karşı azıyordu. 24Ancak bu azgınlığın ne şekilde olduğunu ilahi kelam bize açıklamıyor. Konuyu meçhul bırakarak her türlü azgınlık ve serkeşliğin olabileceğini belirtmek istiyor. 25
“Kavmi ona demişti ki: Şımarma. Çünkü Allah şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdiği şeylerle ahiret yurdunu gözet, dünyadaki nasibini de unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun. Yeryüzünde bozgunculuk isteme, doğrusu Allah bozguncuları sevmez.” 26
Evet. Karun’a maddi değeri çok büyük olan zenginliklerin yanında bir başka nimet olarak da, onu uyaran, gerçeği tavsiye eden bir kavim verilmişti.
Belki de Kârun’un “Rabbim beni uyaracak, doğru olanı gösterecek insanlar nasib etseydin de sana inananlardan olsaldım” gibi herhangi bir itirazda bulunmasına meydan vermemek için Cenab-ı Hak ona herşeyin en güzelini vermiş, büyük bir imtihandan geçmişti. Ancak Kârun söz dinleyecek, doğruyu görecek durumda değildi. Zenginliğine, mal, mülk ve ihtişamına o kadar güveniyordu ki, enaniyet ve gururu onu, Allah’ı inkâr edecek kadar hodbinleştirmiş, azdırmıştı. Bilgiçlik ve kurnazlık taslayarak; “Demişti ki, bu (zenginlik ve ihtişam) bana ancak bende olan bilgiden dolayı verilmiştir.” 27 Bu mülkü kendi bilgimle elde ettim, öyle ise başkalarına tasarruf etmem konusunda bana müdahale edemezsiniz, diyordu. Kur’an ise ayetin devamında “Bilmez mi ki, Allah önceleri ondan daha güçlü ve topladığı (malı- mülkü) daha fazla olan nice nesilleri yok etmiştir. Suçlulardan günahları sorulmaz. (Allah onların hepsini bilir)” 28 buyurarak, Kârun ve benzerlerine sesleniyordu. Keşke anlatabilselerdi.
İnsan, kendi nefsinde taşıdığı enaniyet zincirini Allah’a iman ve itaat neşteriyle kırıp parçalamadığı zaman, öylesine bir sapıklık ve cehaletin girdabına sürükleniyor ki, “Onlar hayvan gibidirler, hatta ondan daha aşağı” ilahi fermanının ifade ettiği mânâ adeta tecessüm ediyor; birer ibret sahnesi olarak, biz insanlara sunuluyor.
Peygamberimiz [s.a.s.) de ümmetinin başına gelebilecek en büyük felaketten haber verirken şöyle buyurur: “Benden sonra üzerinize gelmesinden korktuğum şeylerden biriside, dünya güzellik ve ziynetlerinin (açılıp) ahireti ihmal edecek kadar sizi oyalamasıdır.” 29
Allah’a gerçek manada inanan ve korkan insanların temel değer ölçüleri olan iman ve salih amel prensibi ile, inançsızların maddi olan mal, mülk, mevki-makam gibi değer yargıları insanlık tarihi boyunca fikri ve ameli alanda mücadele edegelmiştir: Madde peşinde koşanlar için dünyanın debdebe, şa’şaa ve gösterisi bütün değerlerin üzerinde bir kıymet ifade ederken, dünya ve ukba dengesini iyi kurabilme hedefinde olanlar için ise; Yüce Yaratıcının rızasına ulaşma meselesi, ameli sahada yapılması gerekenlerin en basta olanı olarak algılanmıştır.
Nitekim kıssada bu manada Söyle bir sahne canlandırılmış- tır; “Kârun ihtişam içinde milletinin karşısına çıktı. Dünya hayatını isteyenler: “Keşke Kârun’a verildiği gibi bizim de olsa, doğrusu o büyük bir varlık sahibidir” demişlerdi. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise; “size yazıklar olsun, Allah’ın mükâfatı inanıp yararlı is isleyenler için daha iyidir. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir” demişlerdi.” 30
Hiç şüphesiz Kur’an-ı Kerim, her yönüyle, bugün nazil olmuş gibi dipdiri, taptaze.. Kârun’un şahsında günümüz insan yaşamını, sosyal münasebetleri ve değer yargılarını bizlere aksettiriyor. Maddecilerin nirvanasını teşkil eden dünya hayatı ve ziynetlerinin temel gaye olarak alınması halinde de Kuran bize söyle bir tablo çizer: “Nitekim onu (Kârun) da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Allah’a karsı kendisine yardım edebilecek kimsesi yoktu. Bizzat kendisini koruyabileceklerden de değildi.” 31 Etrafındaki dalkavuklar dağılıp gitmişlerdi. Zira menfaatperestlerin çıkarları bir anda yok oluvermişti. Karun’a yaptığı azgınlıkların gerisinde sadece sonsuz bir bedbahtlık yurdu kalmıştı. Oysa o, aynı şartlar içerisinde iman ve taatiyle ebedi bir saadeti kazanabilirdi. Demek ki, insanın hayat tarzı nasılsa göreceği karşılık da ona göre şekillenmektedir.

SAHABE TARZI

Resul-i Ekrem (s.a.s.)’in güzide ashabı ise; dünyayı ahiretin bir tarlası olarak idrak etmiş, maddi-manevi her türlü imkânı, ahireti kurtarma ve aydınlık kılma gayreti içerisinde kullanmışlardır. Onlar Allah’ın aziz kıldığı bir topluluk olarak dünyanın birçok nimetine mazhar olmuşlar, ancak dünya onlara asla sahib olamamış, kibir ve gurur gibi boş ve anlamsız kuruntulara kapılmamış, Allah ve Rasülünün rızasını taleb etmenin yerini hiçbir şey alamamıştır. Dünyanın emanetleri üzerine adeta titremişler, asıl sahibine sağlam ve emin olarak teslim edememenin endişesini, hayatları boyunca taşımışlar; diğer taraftan “... Allah’tan ümidinizi kesmeyiniz.” (32) ilahi fermanıyla, kalb ve gönülleri huzur ve sükun bulmuş, ümitvar olmuşlardır, iyiliklerinin, salih amellerinin karşılığını bu fani dünyadan ziyade ahirette görmek istemişlerdir. Konu ile ilgili bir örnek arzedelim:
Abdurrahman Ibn Avf oruçlu idi. Akşam yemek getirilip önüne konulunca; “Mus’ab ibn-i Umeyr şehit düştü. Benden çok üstün olduğu halde öyle bir kefene sarıldı ki, kefen başı üzerine atılınca ayakları, ayakları üzerine atılınca başı açıkta kalıyordu. Hamza (r.a.) da şehit düştü. □ da benden iyiydi. Sonra dünya bollaştıkça bollaştı, bize verildikçe verildi. Korkarım ki, iyiliklerimizin karşılığı bu dünyada verilmiş olsun” dedi ve o kadar ağladı ki, artık yemek yiyemedi. 33 Abdurrahman İbn Avf ise Aşere-i Mübeşsereden, daha dünyadayken cennetle müjdelenen on sahabiden birisidir.
Söyle bir sonuca ulaşabiliriz: Bizler cennetle müjdelenmediği- mize göre cennetle müjdelenenlerin yolunu takib ederek Allah’a gerçek bir kul, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e hakiki bir ümmet olmaya çalışmamız gerekmez mi? Allah’ın hidayeti varken dalaleti, sapıklığı; merhameti, mağfireti ve bağışlaması varken azabı seçmek, akıllı birer varlık olarak biz insanlara yakışır mı?
Cenab-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’de insanı söyle ikaz eder ki; “Belki kendine gelir, aklını başına toplar, âciz bir kul olduğunu anlayarak kulak ve gözlerindeki mühür silinir, kalbindeki buzlar eriyiverir de hakikatle kucaklaşıverir.” ikaz şudur: “Allah size huzur ve güven içinde olan bir kasabayı misal verir. Oraya her taraftan bolca rızık geliyordu. Ama Allah’ın nimetlerine küfrettiler. Bu yüzden yaptıklarına karşılık Allah onlara açlık ve korku belasını tattırdı.” 34
Ayet-i Kerime’de geçen kasaba Mekke-i Mükerreme olup, Harem-i Şerif [Kâbe-i Muazzama) hürmetine, her türlü bela ve âfetten emin kılındığı gibi, ahalisi de bolluk ve bereket içerisinde yaz aylarında Sam, kışları da Yemene yaptıkları ticaret seferlerinde gayet rahat ve emniyet içerisindedirler. Sahile yakın olmaları sebebiyle de kara ve denizden elde edilen nimetlerle, diğer kabilelere nazaran daha müreffeh bir hayat yaşamaktadırlar. Ancak Mekke halkı bütün bu nimetlerin kadr-u kıymetini bilmediler, serkeşlik ettiler. Kendilerine irşad için gönderilen Resul-i Ekrem’e iman etmedikleri gibi, putperestlik konusunda taasub göstererek İslâm’ın ilk yıllarında O’na binbir türlü eza ve cefayıda reva gördüler. Cenab-ı Hakk da kıtlık yıllarında Mekke müşriklerine açlık ve korku belasını tattırdı.35 Su halde; Allah’ın verdiği nimetleri inkâr ederek Şükrünü eda etmeyen her kavinin, her milletin sonu felâkettir, musibettir. Karun ve Mekke Halkının örnek verilmesiyle bütün insanlık uyarılmıştır.
Denendiğimiz konularda fer- yad etmekten kurtularak mutlu bir hayat tarzına, manevi dünyamızda esen karanlık gece fırtınalarının sükun bularak mutedil bir ruh yapısına ulaşmanın, diğer taraftan Yüce Mevlanın nimetlerine mazhar olmanın yolu yine Kur’an-ı Kerim’de şöyle belirtilmiştir: “Ancak namaz kılıp, namazlarında devamlı olanlar, mallarında yoksul ve yoksuna belirli bir hak tanıyanlar, ceza gününü doğrulayanlar, Rabb’lerinin azabından korkanlar böyle değildir.” (Onlar kurtuluşa ermişlerdir)36
Ayet-i kerimede namaz ve zekat yan yana zikredilmiş, her ikisinin de bizzat hayata tatbik edilmesi, gerçek manada bir imana, Yüce Mevla’nın azabından korkup rahmetini ümid etmeye bağlanmıştır. Namaz bedeni, zekât ise mali bir ibadettir. insanı her türlü kötülük, fenalık, çirkinlik ve isyandan koruyan namaz; bir anlamda beden ve ruhun temizliği, tatmin oluşudur. Zekât ise taharet, temizlik manasında olup, sahib olunan maddi varlıkların sağlık, temizlik ve bereketini ifade eter, iste insanoğlunun, denendiği ve hayatı boyunca devam eden imtihanın aslı. Cenab-ı Hakk’ın bahsettiği maddi-manevi her türlü varlığın; cesedin, ruhun, mal ve mülkün imtihanı. Başarının sırrı ise, Allah’a ve ahiret gününe hakiki bir imandadır. Namazın terki cesed ve ruhun ölümüne, zekâtın terki ise, Allah’a isyan ve fakirlerin hakkını gasbetmekle mürüvvetin yok olmasına sebep olur ki, dünya ve ahiretin kaybedilmesi demektir.

(1) Al-i imran, 191
(2) Bakara, 22.
(3) Nebe, 6-16.
(4) Dr. Ali Arslan Aydın, Islâm İnançları ve Felsefeleri, s. 207-208.
(5) Mearic, 19-21.
(6) Bakara, 155.
(7) Mu’cemu’l Vasit, Hey’et, s. 508.
(8) Ibn-i Kesir, Hadislerle K. Kerim, Tefs. C. 1, s. 554.
(9) Bakara, 177.
(10) İmam Nevevi, Riyazıı’s Salihin, C.1, s. 53, h. no: 27.
(11) Kandehlevi, Hayatil’s Sahabe, C. 1, s. 368.
(12) Kandehlevi, a.g.e., C. 1, s. 375.
(13) Koçyiğit-Cerrahoğlu, K.Kerim Meal ve Tefs. C. 1, s. 415.
(14) Kandehlevi, C. 1, s. 414.
(15) Ibn Kesir, a.g.e., C. 3, s. 629
(16) Bakara, 153.
(17) Hacc, 35.
(18) Al-i İmran, 146.
(19) Ahzab, 35.
(20) Ibn Kesir, a.g.e., C. 3, s. 629.
(21) Koçyiğit-Cerrahoğlu, a.g.e., C. 1, s. 267.
(22) Fecr, 15-16.
(23) Araf, 179.
(24) Kasas, 76.
(25) S. Kutub, Fi Zılali’l Kuran, C. 11, s. 298.
(26) Kasas, 76-77.
(27) Kasas, 78.
(28) Kasas, 78.
(29) İmam Nevevi, Riyazü’s Salihin, s. 344, h. no: 456.
(30) Kasas, 79-80
(31) Kasas, 81.
(32) Zümer, 53.
(33) Kandehlevi, a.g.e., C. 1, s. 404.
(34) Nahl, 112.
(35) Mehmed Vehbi, a.g.e., C. 7, s. 2908-2909.
(36) Mearic, 22-27.