Makale

Kur'an ve İnsan

Kur’an ve İnsan

Prof. Dr. Mehmet Aydın
Devlet Bakanı

Kur’an’ın tarihi, bir bakıma insanın tarihidir. Kur’an’ın başlaması, insanın başlamasıdır. Bu, bildiğimiz kitap anlamındaki Kur’an ile başlıyordan daha zengin bir mana ifade ediyor. Yani, Kur’an-ı Kerim, tarihini insanla
başlatıyor.

İnsan hakkında konuşmak, zenginliği, çeşitliliği ve tezatlarıyla, kıyamete kadar devam edecek gibi görünüyor. Bu konuşma, tüketilebilecek bir konuşma değil. Konunun zorluğundan mı, ya da konunun muğlaklığından mı veya işin nizamının böyle kurulmasından mıdır, bilinmez. Hangisi olursa olsun, yine netice işin nizamının böyle kurulmasına gelip dayanıyor.
Kur’an-ı Kerim’i dikkatlice okursak; onun pek çok farklı konuşma ve söylemlere ipucu verdiğini görmekteyiz. O yüzden de İslâm kültüründe, fıtratı bozmamak ve fıtrat çizgisinden ayrılmamak kaydıyla, herhâlde 40, 50 ya da 100 çeşit konuşma, söylem vardır. Bunların blok hâlinde olanları vardır. Meselâ, insana ilişkin bir kelâm söylemi veya bir ibn Sina ve Farabî söylemi vardır. İbn Sina ve Fa- rabî söylemi, bir İbn Arabî söyleminden oldukça farklıdır. Ama yine de dikkatle, teemmülle, tefekkürle dinlerseniz orada Müslüman insanı tanırsınız. Ama yine de insan denen zengin varlığın, birtakım özelliklerinin her söylemde merkeze çekilerek bir söylem inşasının yapıldığını fark edersiniz. Bu yanlış değildir. Bu bir zenginlik getiriyor. Meselâ İbn Arabî, daha kozmik plânda, daha nefsten başlayan ve gidebildiği yere kadar giden bir söylem stratejisiyle hareket ediyor. Ama kelâma, belki daha akıl merkezli, ondan uzaklaşmanın kendisine hep korku getireceği düşüncesiyle hareket ediyor. Ağzından çıkan her sözün acaba manası var mı? gibi. O mana çok farklı zaten. Sufî de aynı şeyi söylüyor. Acaba bir manası var mı? İkisinin mana dediklerinin manaları birbiriyle tam olarak aynı manada değil. O bakımdan bunların hepsini bir zenginlik olarak görmek lâzım. Bunları, bir kategorileştirme içinde küfre gitti mi, gitmedi mi, ölçüsü içinde almanın da yanlış olduğunu düşünüyorum. Yine dediğim gibi o fıtrî çizginin tehlikeye sokulduğu her yerde, eleştirinin sadece entelektüel bir vazife değil, aynı zamanda İslâmî bir vecibe olduğu telâkkisi içinde de bunu söylüyorum.
Aslında Kur’an’ın tarihi, bir bakıma insanın tarihidir. Kur’an’ın başlaması, insan ile ilgili bir başlamadır. Bu, bildiğimiz kitap anlamındaki Kur’an ile başlıyordan daha zengin bir mana ifade ediyor. Yani, Kur’an-ı Kerim, tarihini insanla başlatıyor. "Ikra’ bismi rabbikellezî halak, halakal-insâne min alak..." İlk cümle ve insan! insanın ontolojik durumu, insanın varlık bağlantıları, zaten ilk inen ayette göz önüne seriliyor. Nasıl bir varlık? Mutlaka bir inşa ameliyesi- ne tâbi tutulması gereken bir varlık. O bakımdan insan hayatı, bütünüyle insanlık hayatı için çok manidardır. Kusurlu insan realitesinden kişiliğin entegral olarak tevhidî bir perspektifle yeniden kurulması çabasıyla, Kur’an insan gerçeğini ortaya koyuyor. Belki vahiy tarihinin bütünü, aslında bir restorasyon tarihidir. İnsan bu çizgiyi devam ettiremiyor. O fıtrîliği, fıtratı, primordial varlık konumunu devam ettiremiyor. Yüzlerce, binlerce sebepten dolayı devam ettiremiyor. Bütün ana sebepleri de zaten Kur’an sayıyor, insan, o fıtrî çizgiden nasıl ayrılır, nasıl sapar? Bir bakıma vahiy tarihi, insanı o fıtrî çizgiye getirme tarihidir, insan o çizgiden ayrılıyor, Peygamber gelip insanı o fıtrî çizgiye çekiyor. Yaratan öyle yaratmış. Buna rağmen bazı şeyler araya giriyor ve o fıtrî çizgiden uzak veya yakın sapmalar olabiliyor. Sonra, iş tahammülü aşacak bir noktaya gelince, vahiy yeniden müdahil bir kudret olarak giriyor ve hayat böyle devam ediyor. Nereye kadar? "Artık, bu vahiyle âdem ol!" denme çizgisine gelinceye kadar devam ediyor. Kur’an’ın durduğu nokta da, o noktadır.
Muhammed ikbal’in deyimiyle: "Aklın var epeyce gelişti, fikrin var epeyce gelişti, bilgin var epeyce gelişti. Elinde son vahiy var, Kur’an var, adam ol kendine gel, işi yürüt, yeni bir vahye ihtiyacın yok." O bakımdan Muhammed ikbal, "Vahiy müessesesi, Kur’an ile kendi kendini lağv etmiştir.", diyor. Aslında lağvetme geriye giden bir ortadan kaldırma anlamında değil, müessese olarak "yeter artık" manasın- dadır! Bu yönüyle, bir bakıma vahiy sadece İlâhî bir müdahale olarak fıtrata çekme değil; insan denen varlığın varoluş şartlarının bir kemale doğru seyridir, bir ilerlemedir. Aklın, tefekkürün öteki varoluş şartlarının bir olgunlaşma süreci içinde devam etmesidir.
Kur’an’ın getirdiği restorasyonda ne var? Evvelâ iç tevhidin idraki var. Önce idrak. Olmadan önce bilme, olma ile bilme ve bilme ile olma. Kur’an perspektifinde bunlar sadece anlaşılmak için tefrik edilir. Var olma anlamında bunların hepsi aynı hakikatin muhtelif veçheleridir. insan bilerek olur, olarak bilir, bilme ile olma arasında sürekli bir varoluş geçişi vardır.
Amerikan felsefesinin özellikle son döneminde olumlu manada pragmatizm, yani yaşayarak öğrenme ve öğrenerek yaşama perspektifi, esasında Kur’anî bir perspektiftir. Bu perspektif, iç tevhidi gerçekleştirir. İç tevhidin manası; varoluş şartlarının birbirlerini yok edecek şekilde kullanılması değil, o şartların birbirlerini destekleyerek sonunda iç tevhidi gerçekleştirecek bir mana ve delâlet içinde kullanılmasıdır. Akıl olacak, duygu olacak, öteki varoluş şartları da olacak ama bunlar birbirlerini yıkacak ya da birbirlerinin önünü kesecek şekilde değil; sonunda muvahhidi, yani tevhidin insanını var kılacak; iç tevhidi sağlamış bir insan olarak onu ortaya koyacak bir programdır. Bu bir projedir. Akıl orada duyguyla kavgalı değil, duygu orada aklı tatile göndermiyor. İç tevhidin manası budur. Ancak bu ahlâk, "men are- fe nefsehu" ile bilinebiliyor. Bulunduğu konumu bilebilme durumunda olan insanın durabilme (imkânı) yoktur. Çünkü o durabilme, o bilebilme onun hem geçmişini gösteriyor, hem de geleceği onun önünde açıyor. Bu geleceğinin nihayetinde, kemalin, değerin ve varlığın kaynağı olan Varlık vardır. Değerin ve varlığın kaynağı olan Varlık. O varlık, "Değerin kaynağı" olarak, gözünün önünde olduğu için insan entegral kişiliği tevhid projesini gerçekleştirdiği süreç içinde, bulunduğu noktayı korkulacak ölçüde karanlık görür. Yani hiçbir zaman, "aman bu nokta ne kadar iyiymiş, ben oldum, ben bittim" diyemez. Çünkü o olma, bitme şeklinde tanımlanamaz. O olma, hiç bitmez. Çünkü olmanın hedefinde "tehallaku bi ahlâkillah" var. İlâhî sıfatlarla donanma, beşerî kudret ölçüsü içerisinde, İlâhî özelliklerle donanma gibi bir hedefe gözünü dikmiş bir muvahhit, bir mümin bulunduğu noktayla iktifa etmez.
Hep o yolda olmak zorundadır.
Hep o yolda olmak; bu fakir kardeşinizin yorumu eğer yanlış değilse, o yolda olma ahirette de devam edecektir. Onun için ahi- ret hayatı; bu kadar huri, şu kadar ırmak ve meyve vs. değildir. Çünkü insan tecelli ile muhatap olduğuna ve tecellinin kaynağı da Rabbu’lâlemîn olduğuna göre, o tecelli de ne burada ne de orada tüketilemeyeceğine göre, tecelli karşısında oluşan beşerî tecrübe de bir durma noktasına gelemez.
Onun için ahiret hayatı, sürekli mutluluk hayatıdır. Bu mutluluk, maddî ölçüler içinde değil, o tecellinin idrakidir. Tecelli kaynağı sınırsız olduğuna göre, insan her tecellide biraz daha tecrübe kazanır. Gazalî’nin kullandığı anlamda tecrübe, yani hem bilme hem de yaşama anlamında tecrübe artışı olacak. Ama bu artışla daha fazla tecelli talebinde bulunacak ve o talebe mukabelede bulunacak. Çünkü Kur’an diliyle söylenecek olursa, Varlığın ve değerin kaynağı, vaad ediyor: iste, vereyim diyor. Mukabele edeyim diyor. Orası da öyle devam edip gidecek.
O hâlde, bu tevhid evvelâ varoluşsal şartların bir birlikteliğidir. Ve insanlığın bugün bu otonom varlığa ihtiyacı vardır. Bugün, dünyada Kur’an’ın anlattığı bu bütüncül kişilik yok hayat planında; İslâm dünyasında da yok, ona yaklaşmış olan da yok. İnsanlığın tarihini bilerek söylemiyorum, tek tek bireysel durumunu bilerek söylemiyorum. Her hâlükârda bugün insanlık böyle bir entegral, böyle bir iç tevhidi gerçekleştirmiş insanın var olması iştiyakının ne yazık ki peşinde dahi değil. Neredeyse, bu entegral insan, bu tevhid adamı unutulmuş gibidir. Bölük pörçüklük, tamlık manasına gelmiş. O bölük pörçüklüğün epistemolojisi yapılmış ve çok defa insan ya ondan ibaretmiş gibi görülmüş ya da yeter artık fazla yol alamıyor gibi bir umutsuzluk ve kötümserlik içerisinde. Nietzsc- he’ye, Sartre’a bakarsanız "bu berbat varlık ancak bu kadar olur" diye düşünürsünüz.
Bu iç tevhidi gerçekleştirmiş insanın, dışa yönelik tevhid macerasını anlamak artık hiç de zor değildir. Bu insan, hayatı ölümle birlikte düşünen insandır. Hatta ölümü hayatla birlikte düşünen insan dersek daha doğru olur. Çünkü Kur’an, "halaka’l-mevte ve’l-hayâte" diye başlıyor. Ölümü önce zikrediyor. Tevhidi gerçekleştirmiş insan; ölümlü olduğunun idrakini her an teemmül ve tezekkür ederek yaşayan, dünyaya öyle bakan ve öyle değerlendiren, yaptığı iş ne olursa olsun o anda ölümlü olduğunun bilinci içinde olan insandır. Bu çok mu önemli? Gençlerin deyimiyle, "felaket önemli" dir.
Ölüm ile birlikte yaşamayı, ölümle birlikte varlığı düşünmek, en büyük özgürlük yollarından biridir. İşte, şurada ölüm. O hâlde eğilmenin, bükülmenin, makam ve mevkiin kudreti altında ezilmenin, onları bir şey zannetmenin gereği yok. Ölüm ile birlikte yaşamak, en azından bizim kültürümüzde, bu kültürün çok iyi işlendiği tasavvuf çerçevesinde bakıldığında bir özgürlüktür.
Entegral kişilik ile entegrist kişiliğin karıştırılmaması lâzım, ikisi de Fransızca kelime. Entegrist, fundamentalist dedikleri köktenci, o bir yere saplanıp insan varlığını ondan ibaret gören varlıktır. O, bir tek köke sarılıyor ve ondan ibaret sanıyor. Benim dediğim o bütüncül insan, tevhidi gerçekleştiren insandır. Hayata da öyle bakan insandır. Bunun yanında hayat, onun için âdeta öteki varlıklarla birlikte kollektif yaşanan bir macera oluyor. O zaman dışta gördüğümüz dünya "âyât" oluyor. Bu Kur’an-ı Kerim’in tarifidir. Demin anlattıklarım "enfüs" oluyor. Bu Allah’ın bize verdiği en büyük hazinedir, bilgidir; tefekkür, teemmül hâzinesidir. Enfüs ile âfâk - felsefî bir tabir kullanayım- alternettir. Sürekli elektrik akımı gibi devamlı gidip gelir. "Biraz nefsim dursun da dış dünya ile âfâk (âyât) ile meşgul olayım diye birşey yok tecrübede. Onlar hep birlikte olup-bitiyor. Onun için enfüs tecrübesi, zaten aynı zamanda bir anlamda âfâk tecrübesidir. O yüzden Kur’an-ı Kerim’de: "Rabbena mâ-halakte hâzâ bâtıla." ’bütün bunları anlamsız, değersiz olarak var kılmış değilsin’, kararı anında insanın kendi kendisine de söylediği bir karardır. Çünkü Rabbine söylediği, aslında kendisine söylediğidir. "Rabbim! Bunları boşuna yaratmadın, anlamsız ve değersiz olarak yaratmadın" ifadesi nefse dönen epistemik bir eylemdir.
Aslında, bir hayat, bir varlıklar dünyası içinde yaşıyor; hakikaten o tevhid hızla gerçekleşiyor, insan bütünüyle bizim meçhulümüz değildir. Olsaydı o zaman fıtratın bir manası olmaz. Biz onu tanırız ama o tanıma çok farklı şekillerde - hem tecrübe hem de dil olarak- karşımıza çıkıyor. Bu bakımdan o zenginliği görmek, ama o zenginlik içinde sanki insanın merkezi yokmuş gibi düşünmek yanlış olur. O zenginlik de var ama merkez de var. Onun için de ’üsve-i hase- ne’ vardır. Biz eğer görecek, tanıyacak durumda değil isek o fıtrat üstündeki insanı, "fi rasulillahi usvetun hasenetun"u anlamamız zor olurdu. Dolayısıyla insan varlığı, insan kişiliği dediğiniz şey insanın kendi hayatını evvelâ yine bir dünya ve ahiret vahdeti içinde görme, bilâhare bütün bunları yine varoluşsal olarak ilişkili bulunduğu bütün âlemle birlikte mütalaa edebilme, anlayabilme, idrak edebilme ve öylece yaşayabilmedir.

(*) 23-24 Kasım 2002 tarihleri arasında Ankara’da düzenlenen 6. Kur’an Sempozyumunda irticalen yapılan bir konuşma.