Makale

HADİSTE ISNAD SİSTEMİ ÜZERİNDE BAZI GÖRÜŞLER

HADİSTE ISNAD SİSTEMİ ÜZERİNDE BAZI GÖRÜŞLER

Yrd. Doç. Dr. Selâhaddin Polat
Erciyes Ü. İlahiyat Fakültesi

ŞUNU RAHATÇA SÖYLEYEBİLİRİZ Kİ, MÜNEKKİD SAHABİLER İSNADIN TEMELİ OLABİLECEK TAVIRLARIYLA SONRAKİ NESİL­LERE ÖRNEK OLMUŞLARDI. O DEVİRDE İSNADA VERİLEN EHEM­MİYET LÜZUMU ÖLÇÜSÜNDE OLDU. DAHA SONRA FİTNE VE FIR­KALARIN ZUHURUYLA HADİS VAZ’ININ YAYGINLAŞMASI, HADİ­SİN RESULULLLAHLA GÖRÜŞMEYEN KİŞİLERİN ELİNE GEÇMESİ, İSLAM ÜLKELERİNİN GENİŞLEYİP TOPLUMUN KOZMOPOLİTLEŞMESİ NETİCESİ İSNAD ÖNEM KAZANARAK HADİSİN AYRILMAZ BİR PARÇASI OLDU.

1 — İSLAM İSNAD SİSTEMİ­NİN BAŞLANGICI VE GEÇİRDİĞİ SAFHALAR

İsnad sistemi Müslüman Araplar için yeni ve bilinmeyen bir şey değil­di. İslâm’dan önce de bazı şiir ve kıs­saları isnad ediyorlardı. Fakat mut­tasıl isnad kullanımı nadir olduğu halde, munkatı’ isnad kullanımı da­ha çok ve yaygındı. (1)

İsnâdın başlangıcı için en geç ta sistemli bir şekilde tatbiki ne zaman başlamıştır? Bu konu, İslâm âlimleri ve müsteşrikler tarafından incelen­miş, farklı görüşlerin münakaşası yapılmıştır. Bu münakaşalara kısa da olsa göz atmak yerinde olacaktır.

İsnadın başlangıcı için en geç ta­rih ileri süren J. Schacht’tır. Şöyle diyor. "ibn Sîrîn’in ifadesine göre isnâd talep etmek ve isnâdla ilgilenmek, iç harp (fitne)ten sonra baş­lamıştır. (2) İnsanlar, araştırılmaksızın daha usun müddet güvenilir sa­yılamazdı. Emevîlerin son zamanları­na doğru halife Velid b. Yezîd (126/ 743)’in öldürülmesiyle başlayan iç savaş İbn Sirin’in ölümü olan H. 110 tarihinden çok sonradır. Bu sebepten dolayı bir bu ifadenin İbn Sîrîn’e ait olmadığı ve uydurma olduğu netice­sine varıyoruz. Her halükârda, düz­gün isnâd kullanma alışkanlığının, H. 2. asrın başlangıcından daha eski olduğuna inanmamızı gerektirecek hiçbir sebep yoktur.” (3)

“Schacht’ın, İbn Sîrîn’in ifadesindeki “fitne” kelimesini yanlış tefsir etmesi ve saptırmasına şâhit olmak­tayız. Schacht nedense İbn Sîrîn’in vefatından on altı sene sonraki bir dâhilî kargaşalığı hatırladığı halde, İbn Sîrîn’in orta yaşlarında meydana gelen dâhili kargaşalıkları hatırla­mak istememiştir. Daha önceki pek çok fitneler içerisinde en meşhur ikisi vardır ki; bunlar Hz. Ali ile Muaviye arasındaki iç harple (H. 36–40), Abdullah b. ez-Zübeyr’in Yezîd’e karşı halifeliğini ilan edip harbe girmesidir. (H. 64–72)

İslâm tarihinde Velid b. Yezîd’in öldürülmesi, hiçbir zaman Schacht’ın dediği gibi, eski güzel günlerin sonu sayılacak meşhur bir tarih olmamış­tır. Fitne kelimesini bu manaya hamletmek, aynı kelimeyi çok daha geç devirlerdeki Tatar ve Hülâgu fitne­siyle izah etmek kadar yersizdir.” (4)

Prof. Robson ise fitne kelimesini, Abdullah b. ez-Zübeyr’in kendisini halife olarak ilan etmesiyle patlak ve­ren hadiseler olarak izah etmekte ve Abdullah b. ez-Zübeyr’in Mekke’de kuşatıldığı 64–72 yıllarında olup bi­tenler hakkında, H. 33 de doğan İbn Sîrîn’in salâhiyetle konuşabilecek bir yaşta olduğunu belirtmektedir. Ayrı­ca Rasulullah’ın hayırlı ilk üç nesil­den sonra her şeyin fenalaşacağını ifade etmesinin, İbn Zübeyr zamanındaki fitneye tıpatıp muvafık geldiği­ni kaydeder. (5)

"Bununla beraber İslâm tarihin­deki fitnelerin en büyüğü, Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasında geçen ve te­siri hâlâ Müslümanlar arasında de­vam eden ihtilaflardır. Tâhâ Hüseyin Bunu İslâm tarihinin en şiddetli husumeti olarak tavsif eder. Fitneyi bu devreye kadar geri götürmek için şu sebepler vardır:

1 — İlk hadis uydurmaları da­ha çok politik sahada ve Ali Muaviye(r.a.) arasındaki olaylardan son­ra başlamıştır. Bundan sonra hadisçiler, râvilere karşı ölçülü olma lüzumunu duymuşlardır.

2 — İbn Sîrîn’in ifadesindeki “sormazlardı, derlerdi, alırlardı” gibi geçmiş zaman sigalarından, isnat alışkanlığının kendi zamanından erken devirlerde başladığı anlaşılıyor.” (6)

Ayrıca biyografik eserlerde vefat tarihi genellikle H. 68 olarak gös­terilen İbn Abbas’ın, Hz. Muâviye ve İbn Zübeyr fitnesine şahit olduğu ke­sindir hatta kaynaklar İbn Zübeyr’in Mekke’ye gelen İbn Abbas’tan, kendisine biat etmesini istediğini fakat O’nun bunu kabul etmediğini kay­dederler(7). İbn Abbas’ın hayatının sonlarına doğru hadis rivayetini terk etmesi, buna sebep olarak da insanların her önüne geleni rivayete başla­dıklarını göstermesi (8) de fitnenin yukarıdaki şekilde izahını haklı kıl­maktadır çünkü H. 68’de vefat eden İbn Abbas’ın ifadeleri, İbn Zübeyr’in halifeliğini ilânından (H. 64–72) daha sonraki bir olayın neticelerine işaret olamaz. Bununla beraber bu karışık­lığın, hadis vaz’ı için kesin bir baş­langıç tarihi olduğu iddia edilemez. Ta Hz. Ali zamanından itibaren karı­şıklıklar ve taassuplar bazı insanları hadis uydurmağa şevketmiş, fakat ilk günlerde bunlar fazla yekûn tutma­mıştır. Yalanın İslâm toplumunda bü­yük bir tehlike olmağa başladığı de­vir, sahabîlerin kalmadığı veya son günlerini yaşadıkları devirdir. Üstelik bu devirde İslâm ülkesi genişlemiş, karışık unsurlar girmiş, siyasî husumetler ve fırkalar ortaya çıkmış­tır. (9)

Şu halde bu fitne kelimesini, ister Hz. Ali - Hz. Muaviye arasındaki olaylar olarak düşünelim, ister İbn Zübeyr’in isyanı olarak düşünelim pek fazla fark etmez çünkü hem iki olay arasında zaman bakımından faz­la bir mesafe yoktur, hem de her iki anlayış neticesinde İbn Sîrîn’in ifade­sinin mevsûkiyetini engelleyici bir durum yoktur. Bu ifadenin mevsûkiyeti ortaya çıkınca Schacht’ın iddiası da manasızlaşmaktadır.

Caetani’ye göre ise isnat, H. 2. asrın ilk yarısında başlayıp, daha sonraları tekâmül etmiştir. Ceatani, Urve b. ez-Zübeyr (94/712) in ilk ha­dis müdevvini olduğunu, Urve’nin topladığı bu vesikaların bize et-Taberî tarafından nakledildiğini ve bu vesikalarda Urve’nin hiç isnat kullan­madığını belirttikten sonra diyor ki: “Abdülmelik zamanında (ö: 86/705) yani Resulullah’ın vefatından iki ba­tın geçmesine rağmen, rivayet ettiği vak’alardan epeyce uzak olan bir muhaddis, verdiği malumatın menbalarını vermeğe kendini mecbur addetmiyor. (10) Yine Muhammed b. İshak (151/768)’ın eserini bize nakleden İbn Hişam’ın (213/828) siyerini ince­lediğimizde, İbn İshak’ın kendi za­manının temayüllerine uyarak isnat kullandığı fakat bu isnadların usulsüz, kanunsuz ve noksan olduğu, çok yerde isnadı terk ettiği ve onun isnat ilminden habersiz olmasına bakarak, isnadın Urve ile ibn İshak arasında başladığı, daha sonraki devrelerde ise gittikçe sistemleşip mükemmelleşe­rek Buhari’nin eserinde kemal noktasına eriştiğini söyleyebiliriz.” (11)

Câetânî’nin yukarıdaki ifadeleri birçok yanlışlarla doludur. Bir defa Urve ilk hadis müdevvini değildir. Hadis tarihi Urve’nin, hadisleri bir usul dairesinde toplayan ilk kişi olduğuna dair hiçbir kayıt ve işareti ih­tiva etmez. Eğer Caetani, Onun bir kısım hadisleri kaydedip sonradan kaybettiği nüshasından dolayı hadi­sin ilk müdevvini sayıyorsa hatada­dır zira Urve’den daha evvel, hatta Rasulullah’ın (s.a.v.) hayatında ha­dis nüshaları meydana getirenler mevcuttur. (12) Urve’nin nüshası bu­gün elde mevcut olmadığına göre o­nun, hadisleri bir usul dairesinde toplayıp intizam verdiğini söylemek tamamen mesnetsiz bir iddia olmak­tadır. (13)

Diğer taraftan Urve’nin isnat kullanmadığı iddiası da gerçeğe uy­gun değildir. Onun isnat kullandığı vâkidir. Horovitz bu konuda diyor ki: ’‘Urve b. ez-Zübeyr’in isnadı kul­lanıp kullanmadığı ihtilaflıdır. Sprenger, Urve’ye izafe edilen isnadın ha­kiki olmadığını ispata çalışmıştır. Fakat Urve’ye atfedilen isnatların bir kısmı onun gözünden kaçmıştır. Taberîdeki Urve’ye ait bölümlerde, Urve’nin Emevi halifelerinden Abdulmelik’e, İslâmiyetin ilk zamanlarına ait olaylar hakkında yazmış olduğu mektup halindeki cevaplarında isnat vermemesi, bu konuda kesin bir hü­küm vermeğe mesnet teşkil edemez. Eğer o mektuplarda kaynak verme­mişse, muhtemelen diğer yazılarında kaynak vermiş olabilir. (14)

Urve’nin, Abdulmelik’e yazdıkla­rı sadece et-Taberî tarafından değil, aynı zamanda Taberî’den daha önce­ki klâsik hadis koleksiyonlarında da muhafaza edilmiştir (15) Taberî tara­fından aynı isnatla tahric edilen bu nakillerin birinde, Urve’nin şeyhi Aişe’nin ismini vererek rivayette bu­lunduğu görülür, (16) Urve’nin kay­naklarının araştırılmasındaki asıl güçlük, onun kaynaklan hakkında hususi çalışmaların olmamasıdır. El­de mevcut materyal sadece iktibas­lar şeklindedir. Urve’nin birçok sahabî ile şahsî münasebeti vardı. Bu se­beple onun, vak’ada bulunan bir ve­ya birkaç şeyhi bulunabilir. Üstelik isnat tek isimden ibarettir ve riva­yet esnasında tek kişinin isminin terki veya ihmali kolaydır. Onun ri­vayetlerinin diğer varyantları, özel­likle Zührî’nin rivayet ettiği isnatları hâvidir. Urve tek isnat kullandı­ğı gibi mürekkeb isnatlar da kulla­nır.” (17)

Kaldı ki Urve’nin katiyyen isnat kullanmadığı ispat edilse bile, bu, o devirde kimsenin isnat kullanmadığı­nı göstermez.

İbn Ishak’ın isnatlarındaki ku­sur ve noksanlıklar ise o zamanlarda muttasıl ve mükemmel isnatların bu­lunmamasını gerektirmez. Bizzat İbn İshak’ta dahi mükemmel isnatlar mevcuttur.(18) Onun isnadlarında ku­sur ve noksanlık gibi görünen kısım­lar, onun, aldığım aynen aktarma şeklindeki tatbikatından -yani dü­rüstlüğünden— ileri gelmektedir. İs­nâd kendisine nasıl ulaştıysa aynen vermektedir, (19)

“İsnadı ilk kullanan ez-Zühri idi” (20) gibi rivayetlere dayanarak, isnadın ez-Zührî devrinde başladığını savunanlar da vardır. Meselâ Fuat Sezgin yukarıdaki rivayete ve ez- Zührî’den önce te’lif edilen Haşan el-Basrî’nin “FEDÂİLÜ’L-MEKKE”, Âbid b. Şeriyye el-Cürhümî’nin "ÂHBÂR-U YEMEN VE EŞ’ARUHÂ’ Vehb b. Münebbin’in ibn Hişam re­daksiyonundaki "KİTABU’T-Tİ-CAN”ının hadislerinin isnat ihtiva etmemesinden istidlâlen, isnadın ez- Zührî ile başladığını savunur. Ayrıca Ma’mer’in (152/769) Câmii ve Mâlik’in Muvattaındaki isnâd elfâzından bu hükme delil gösterir. (21)

Mezhur hususlar, İsnâd’ın ez-Zührî’den önce kullanılmadığını gös­termez. Bunun delillerini ileride zik­redeceğiz. ez-Zührî’nin, hadisi ilk isnat eden kişi olarak vasıflandırılması, ya Ömer b. Abdülaziz’in emriyle hadisleri ilk tedvin eden kişi olma­sından (tedvini isnatlarıyla yapıyor­du) ya da isnadın yerleşmesi için gösterdiği gayretlerden dolayıdır(22). Hâlbuki H. 63 de vefat eden Rebî’ b. Hasyem’in rivâyet ettiği bir hadisin isnadının Şa’bî tarafından araştırıl­ması da kaynaklarda ilk isnat araş­tırması olarak vasıflandırılmaktadır(23) Bu da ez-Zührî’den önce isnatların araştırıldığını gösterir.

Horovitz ise isnâdın başlangıcı hakkındaki fikrini şöyle belirtmekte­dir: “İbn İshâk’ın hocası olan ez-Zühri, isnadla iç içedir. Goldziher ezZührî’nin mürekkeb isnadı bildiğine dikkat çekmiştir. Ez-Zührî hadis top­layıcılığı esnasında isnadı biliyordu. Bu bizce çok mühimdir çünkü o devirlerde isnat tatbiki mevcut olmasaydı, mürekkeb isnatlar da kullanılmazdı. O halde biz karar verebiliriz ki, isnadın tarihi ez-Zührî’den de es­kidir. Fakat ne kadar eski? Şüphe­siz kesinlikle karar verilemez... Bu­rada önemli olan, ez-Zührî’den önce­ki nesilde, âlimler, râviler ve müdevvinler çevresinde isnadın kullanılıp kullanılmadığıdır. Şüphe etmeksizin kabul edebiliriz ki, isnadın hadis li­teratürüne girmesi, hicretin ilk-yüz yılının son üçte birinde olmuş­tur.” (24)

Bu konuda J. Robson ise şöyle diyor: “İsnâdın ne zaman ortaya çıktığı şeklindeki bir soru yerindedir. Peygamberin vefatından, sonra saha­be, onun hakkında hikâyeler anlatmış olmalılar. Sahâbenin, “peygamber şöyle söyledi” veya “şöyle yaptığını gördük” demeleriyle, Peygamberin gerçekten öyle söyleyip öyle yaptığı hiç bir istifhama gerek kalmadan ka­bul edilmiş olsa gerektir. Bu dönem­de rivayetin alındığı kişinin kim ol­duğu sorulmamaktadır. İslâm’ın ilk asrının ortalarında isnada benzer her­hangi bir şey beklenebilir. Bundan sonra sahabenin çoğu vefat etmiştir ve Peygamberi görmeyen insanlar, O’nun hakkında hikâyeler anlatmak­tadırlar. Tabiî olarak bu insanlardan haberi aldıkları kaynağın sorulmuş olması akla gelebilir. Sistemin geliş­mesi tedrici olarak vuku bulmuş ol­malıdır. İkinci asrın ilk yarısında ibn İshâk’ın, malumatlarının çoğunu isnâdsız, geri kalanların çoğunu da noksan olarak verdiğini biliyoruz. O’nun selefleri ise malûmatlarının tev­sikinde ondan daha az titizdirler. Fa­kat biz isnâdın ez-Zührî döneminin bir gelişmesi olduğu ve Urve’ce bilin­mediği yolundaki faraziyeye hak ver­miyoruz. Gelişen sistem yavaş yavaş inkişaf ederken isnadın bazı elemanları, insanların onu talep edebileceği kadar erken bir zamanda görülüyor­du. (25)

Robson’un, İbn İshâk’ın isnâd kullanımından çıkardığı netice şudur: Ibn Ishâk’ın metodunun göz önünde bulundurulmadı suretiyle elde edilen intiba şudur ki: O, haberleri aldığı gibi dağıtan güvenilir bir kimsedir. Mâlik’in Muvatta’ındaki usûlünden de anlaşılacağı gibi, ikinci asrın ilk yarısında, daima kullanılan muttasıl bir isnâd metodu henüz inkişaf etmemiştir. Fakat şu da aşikârdır ki, çe­şitli şekillerde isnat kullanılmıştır ve biz bundan, bazen hadiseye kadar va­ran isnâd usûlünün, Ibn İshak dev­rinden daha eski olduğu neticesini çıkarabiliriz. (26)

Muasır hadis araştırmacıların­dan A’zamî de, Horovitz ve Robson’la aynı kanaati paylaşmakta ve şöyle demektedir: “İsnadın zuhuruna dair kat’î bir devir ve tarih ayırmak zor olmakla beraber, Horovitz ve Robson tarafından ileri sürülen de­virler, İbn Şîrîn gibi ilk hadisçiler tarafından belirtilen zamana çok ya­kındır. (27)

Bu kanaati paylaşanların mütalaaları genellikle şu şekildedir. “Rasulullah (s.a.v.) zamanından, H.35 yılında vuku bulan Hz. Osman’ın şehadetiyle Müslümanlar arasında başlayan fitneye kadar geçen devrede sahabe umumiyetle hayattaydı. Ha­dis ehil olanların elindeydi ve Müslümanların kalpleri iman, güven, itimad ve doğrulukla doluydu. Dolayı­sıyla birbirlerini yalanlamazlardı. Ancak bazı sahabenin, tesebbüt ve ihtiyatı talim maksadıyla yaptıkları araştırmalar dışında, isnâda fazla gerek duyulmamış olabilir. Bu dev­rede yaşayan sahabe ve tâbiûn de­vamlı olarak isnâd aramazlardı. Sa­habenin pek çoğu hayatta olduğun­dan rivayetleri her zaman tahkik im­kânı mevcuttu. Nitekim bu tahkik tatbikatına sıkça rastlıyoruz. O de­virde ki kişilerin birbirlerinden şüp­helenmeleri için sebep de yoktu hat­ta sahâbe ile Resulullah arasında hadisi kendilerine nakledecek başka bir nesil olmadığına göre —sahabenin birbirlerinden işittikleri hadisler dı­şında— isnâd zikrinin düşünülmemiş olması da tabiî olmak icap eder. Fa­kat bu durumun uzun süre devam etmediği de bir gerçektir. Fitneden sonra Şia, Havâric gibi fırkaların or­taya çıkması hadis vaz’ına yol açmış ve zaman ilerledikçe vaz’ işi bütün süratiyle genişlemiştir. Bu ise hadis râvîlerinin tespiti için isnâd kullanı­mını mecburi kılmıştır. Denilebilir ki hadis vaz’ı ne zaman başlamışsa, is­nâd tatbiki de vaz’ hareketinin bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. (28)

İsnâdın Rasulullah’ın hayatında başlayıp, fitneden sonra daha çok ö­nem kazandığı kanaatinde olanlar da mevcuttur. Meselâ muasır hadis araştırmacısı M. A’zamî diyor ki: “İsnâd sistemi Peygamber’in hayatında baş­ladı. Sahâbe tarafından hadislerin nakli esnasında isnâd kullanılıyordu. Dördüncü on yıldaki politik kargaşa­lıklar, muayyen bir partiye itibar kazandırmak veya kaybettirmek için uydurma hadisleri doğurdu. Böylece âlimler daha ihtiyatlı olup dikkatte tetkik ve tenkit etmeğe, haberin kaynaklarım araştırmağa başladılar. Bunun neticesinde isnâd kullanmak daha fazla önem kazandı. (29)

A’zamî, sahâbi devrinde isnadın mevcut olduğu neticesine şöyle bir mütalaa ile varıyor. “Hatta Hz. Ömer, Hz. Osman gibi ilk sahâbîlerden bazılarının Peygambere nispet ederek değil, doğrudan rivayeti aldıkları sahâbînin ismini vererek hadis rivayet ettiklerini görüyoruz. Isnâd sistemi o zaman mevcut olmasaydı, onların bu şekilde rivayetleri müm­kün olamazdı (30)

Yine çağdaş müelliflerden M.Z. Sıddîkî bu konuda aynı görüşü be­nimsiyor; "Bizzat Hz. Ali’nin tale­belerine”, bir hadis yazdığınız zaman onu isnâdla birlikte yazın.” hadisi­ni(31) rivâyet etmiş olduğu nakledi­lir. Hicretin birinci asrının sonundan önce vefat etmiş olması icap eden bir sahâbî olan Ebu Hind Abdurrahmân, bir hadisi ezber okurken isnadını vermekte kusur ettiklerinde, elindeki sopayı göstererek talebelerini ikaz ederdi.(32) Bu vak’alardan ve ilk sahabîlerin gösterdikleri ihtiyattan isnadın, hicretin birinci asrının orta­sından önce hadise tatbik edildiği, aynı asrın nihayete ermesinden evvel ise hadisin lüzumlu bir kısmı olarak telâkki edildiği meşru bir tarzda istinbat olunabilir. (33)

Kanaatimize göre, isnâdın baş­langıcı için Resulullah (s.a.v.) dev­rinden H. 1. asrın sonuna kadarki za­man arasında herhangi bir devreyi gösterenlerin aralarındaki farklılık, zihinlerde şekillenen isnâd mefhumu­nun farklılığından ileri gelmektedir. Bir kısmı, isnâdın temeli sayılabile­cek faaliyetleri isnadın başlangıcı o­larak telakki ederken, diğer kısım, sistemin tabiî seyri içerisindeki ge­lişmesi ve şartların zorlaması sonu­cu meydana gelen kemal noktasını başlangıç kabul etmektedir. Sosyo­loji ilminin verilerine göre, toplumlara belli alışkanlıklar kazandırma ve belli itiyatlardan vazgeçirmenin faz­la bir zaman gerektirdiği şüphe gö­türmez bir gerçektir. İsnâd tatbika­tının yerleşmesi ve sistemleşmesinin de belli bir seyir takip edeceği aşi­kârdır. Ehl-i hadis isnada ne kadar erken önem vermeğe başlamış olsalar bile hadis her Müslümanı ilgilendi­ren bir konu olduğu ve herkesin ha­dis rivayetine giriştiği gerçeği göz önüne alınırsa, isnâdın öyle kolayca yerleşemeyeceği takdir edilebilir. Bu­na rağmen isnâd alışkanlığına inti­bak edemeyenlerin durumlarını ve sistemin gelişmesi esnasında ilk devrelerdeki, sonraki devirlere göre ku­sur sayılabilecek hususları göz önüne alıp, isnâdın başlangıcı olarak en mü­kemmel olduğu devirleri göstermek yanlıştır. Üstelik haberin ilk kaynağı ile son râvisi arasına giren şahısların sayısı da isnada verilen öneme tesir etmektedir. Haberin kaynağı ile râvîsi arasına bir neslin girdiği rivayet­lerle, aradaki râvî sayısının çoğaldığı rivayetlerde isnada aynı önemin ve­rilmeyeceği taibîdir çünkü ilk şıktaki rivayetlerde hem tahkik kolay hem de râvinin ismini vermekte tesâhül gösterme durumu fazladır.

Şu halde diyebiliriz ki, isnâd sis­teminin temeli sahabe zamanında a­tılmıştır. Fakat o nesil içinde isnâda daha sonraki nesillerde olduğu ka­dar lüzum yoktu çünkü Rasulullah’ta aralarında vâsıta ve başka bir ne­sil yoktu. İsnâd sadece bir sahâbînin başka bir sahâbîden aldığı hadisler için düşünülebilirdi. Gerektiği za­man da bunu belirtiyorlardı. Meselâ Ebû Eyyûb, Ebu Hureyre’den hadis rivayet etmiş “Sen Rasulullah’ın ar­kadaşısın niçin böyle yapıyorsun” dendiğinde: “Ebû Hüreyre bizim işit­mediğimiz hadisleri işitti.” demiş­tir. (34) Yine İbn Abbas, Nesîe ribâsı konusunda rivâyet ettiği hâdisi Usa­me b. Zeyd’den aldığını tasrih etmiş­tir. (35) Bunun örnekleri çoktur. Fa­kat bu, sahâbenin daimî tatbikatı de­ğildi. Bunu genellikle ihtiyaç duyu­lunca veya sorulunca tasrih ediyor­lardı.

Şunu rahatça söyleyebiliriz ki; münekkid sahâbîler isnadın temeli o­labilecek tavırlarıyla sonraki nesille­re örnek olmuşlardı. O devirde isnâda verilen ehemmiyet lüzumu ölçüsünde oldu. Daha sonra fitne ve fırkaların zuhûru ile hadis vaz’ının yaygınlaş­ması, hadisin Resulullah’la görüşme­yen kişilerin eline geçmesi, İslâm ül­kelerinin genişleyip toplumun kozmopolitleşmesi neticesi İsnâd önem kazanarak hadisin ayrılmaz bir par­çası oldu. Hadis tarihinde isnâd sa­dece uydurma hadislerin tespiti maksadıyla kullanılmamıştır. Bazen, Zühd ve takvâ bakımından hiçbir kusuru olmayan şahısların hâfıza ve diğer bazı yönlerdeki zaafları dolayı­sıyla rivayetleri araştırma konusu yapılmış ve ehl-i hadis sayılmamış.

İsnâdın hadisin ayrılmaz bir par­çası olduğu dönem, küçük yaşlı sahâbe ile büyük ve orta yaşlı tâbiûnun iç içe yaşadıkları, H. 1. asrın son ya­rısıdır. H. 68 de vefât eden îbn Abbâs’ın “İnsanlar hırçın bineğe de uy­sal bineğe de binmeğe başlayınca (her önüne gelen, her şeyi rivâyete başla­yınca) ancak tanıdığımız şeyleri ka­bul etmeğe başladık.” (36), Muğire b. Şü’be’nin: (50/670): “Ali’den hadis rivayeti hususunda Abdullah b. Mes’ud’un arkadaşlarından başka doğru söyleyen yoktu.” (37) İbn Sîrîn’in: “Fitneden sonra isnâd sormağa baş­ladılar.” (38) gibi ifadeleri ve tâbiun ve etbâuttâbiînin isnada verdikleri ehemmiyeti incelerken zikrettiğimiz rivâyetler göz önüne alınırsa, isnâd tatbikatının hicrî 40–50 yıllarında başladığını söyleyebiliriz. Yine “Fülân tâbiî’ hadisleri isnâd etmez­di.” (39) şeklindeki rivâyetler de o devirde isnâd tatbikatının mevcûdiyetine delildir çünkü isnâd tatbikatı olmasaydı “Fülân isnâd etmezdi “şeklinde, umûmi hükümden istisna ma­hiyetinde bir ifade kullanılmazdı.

Sistem zamanla ez-Zührî ye Şa’bî gibi büyük tâbiûn muhâddislerinin gayretleriyle İslâm âleminin her ta­rafından benimsendi. Bu konuda şu haber dikkat çekicidir: Hadis hâfızlarından el-Velid b. Müslim. (195/ 810) anlatıyor: “Şam halkı ’“KALE RESULULLAH” diyerek hadis rivâyet ederlerdi. ez-Zührî onlara: Ey Şamlılar! Ne oluyor ki hadislerinizi ipsiz ve halkasız görüyorum, diye hitap ettikten sonra isnâd kullanmaya başladılar.” (40) Bu sözler Şam’da muntazam bir isnâd tatbikinin, tamamıyla ez-Zührî’nin gayretleriyle sağ­landığını açık bir şekilde göstermek­tedir. Bu gayretleri sonucudur ki ez- Zührî hadis tarihine "Hadisi ilk isnâd eden kişi” olarak geçmiştir. (41)

Bu ilk muhaddisler sadece kendileri isnâd kullanmakla yetinmemiş, baş­kalarını da buna zorlamışlardır.

Daha sonra isnâd sistemi büyük çapta geliştirilmiş, isnâdlarda krono­lojik metod uygulanmış, râvilerin tercüme-i halleri tedvîn edilmiş lsnâdı ilgilendiren ilimler müstakilleşmiş neticede bugün elimizde bulunan muazzam literatür ortaya çıkmıştır.

İkinci asırda artık hadislerin ya­zılma işi hadis naklinin hâkim vası­tası haline geldiği halde isnâd âdeti ortadan kalkmamış, kitapların riva­yet hakkı da isnâdlı olarak alınmaya devam edilegelmiştir.(42)

2) İSNADLARIN SONRADAN İCAD EDİLİP HADÎSLERE EKLENDİĞİ İDDİASI

Cactani ve Schacht gibi bazı müsteşrikler isnâdların daha sonraki asırlarda uydurulup hadislerin başı­na eklendiğini savunmaktadırlar.

Cactani isnâd tarihi hakkındaki mütalaalarını belirttikten sonra şöy­le diyor: "Yukarıdaki muhtasar mütalaalardan çıkarabileceğimiz yegâne netice, zahiren en mükemmel olan, en şayân-ı itimad isimlerden terekküp eden isnâdların bile ikinci hicrî asır nihayetinde belki de üçüncü asırdaki hadis ulemâsı tarafından tertip ve âdeta icat edilmiş olmalarıdır. Bunla­rın her isnâdda hakiki bir tağşiş, kasti bir kizb irtikâb ettiklerini id­dia etmiyorum. Fakat bunlar hakikaten vuku bulan nakil ve rivayet ameliye-i tarîhiyesini mefrûz bir su­rette ikmal etmeye teşebbüs eylemiş­lerdir. Bu suretle hususi bir tetkik mevzuu, bir ilm-i mahsus vücûd bul­du ki bunun maksad-ı hâssı evvelki nesillerin bütün muhaddisîni arasın­daki revâbıtı tâkib ve keşfetmekten ibaretti. Binaenaleyh isnad geriden vücûda getirilmiştir, yani ikinci asır sonundaki hadis ulemâsından hareket edilerek, batından batına menşe’lere kadar çıkmak suretiyle teşkil olun­muştur. Bu râvileri teşkil ilmi, zama­nın icâbât-ı ahlâkiyesinden ve ilme, tertip ve tanzime karşı temâyülâtından tevellüt etmiştir. Vâkıa hadis ulemâsı şüpheli isnâdların mevcudi­yetini de tespit ettiler. Fakat bunu yalnız ravî listesinde tarih itibarıyla noksan yahut manasız bir şey yahut vücutları olmadığı halde uydurulmuş eşhas isimleri keşfettikleri zaman yaptılar. İsnâd tam bir sıra arz ediyor, iyi isimlerden teşekkül ediyorsa her türlü şüphe bertaraf oluyordu. Herhangi bir hadîse en mükemmel ve en iyi bir isnâd izafe etmenin dünya­da en kolay iş olacağı hiçbir zaman akıllarına gelmedi. Buna kabul etmek bütün ilm-i hadisin temellerini sarsa­caktı ve İslamiyet’i nazardan düşüre­cekti. Müslüman ulemâsı hiçbir za­man bu kadar tenkîd cür’etine malik olamadılar. Böyle esaslı surette tah­ripkâr bir şüphe izhârına cesaret e­demediler. (43)

Schacht’ın iddiaları ise şöyle: “...Îsnâdlar hadisin en ziyade keyfî parçasını teşkil ederler... Herkesçe malumdur ki, isnâd ilkel bir şekilde bağladı. H. 3. yüzyıl yanlarında klâ­sik hadis kileksiyonlarında mükem­melliğe ulaştı. Îsnâdlar sık sık dik­katsizce yan yana konurdu. Akideleri ilk ravîlere kadar geri götürülen grubun tipik mümessilleri, rasgele seçilip isnâda yerleştiriliyordu. Aşa­ğıda isnâdın şüpheli ve keyfî karak­terine misaller verilmektedir”. (44) Schacht daha sonra tezini ispat gayretiyle imam Mâlik’in Muvatta’ından eş-Şâfiî’nin ve Ebu Yusuf’un eserlerindeki bazı hukukî hadislerin insanlarından örnekler vermektedir. (45)

Robson ise Schacht’ın tezinin bazı yönlerini kabul etmekte, bazı yön­lerini ise tenkit etmektedir. Diyor ki; “Bununla beraber Prof. Schacht hu­kukî hadislerin Hz. Peygamber’e kadar ulaşmadığını ikna edici bir şekil­de münakaşa etmiş ve bunların na­sıl inkişâf ettiklerini ve nasıl isnâd aldıklarını göstermiştir. Bu, dikkatli tetkiklerden sonra kabul edilmiş olan muayyen hadis nevileri için zararlı bir tenkittir. Schacht açık bir şekilde reddedilemeyen görüşünü kuvvetlen­dirmek maksadıyla deliller ileri sür­müştür. Biz onun delilini hukukî hadislere taalluk ettiği nispette tahkik edilmiş olarak muvakkaten kabul e­debiliriz. (46)

Robson başka bir yerde ise şöyle demektedir:’ “Prof. Schacht, bir za­manlar muttasıl bir isnâda sahip ol­madığı halde, sonraları tam bir isnâd kazanan birçok hadisin nasıl ciddî şüpheler doğurduğunu göstermek için misaller vermiştir. Fakat böyle olsa bile biz, her bulduğumuz şeyi reddet­mek hususunda haklı olamayız. Daha önce de gördüğümüz gibi ilk devir­lerde mükemmel isnâdlar mevcut idi. Daha sonraki müelliflerin bazı, yerlerde isnadlar ortaya çıkarmaları se­bebiyle —ki meselâ ne ibn İshak ne de Mâlik bu isnâdları kullanmamışlardır— bunlardan şüphelensek bile hepsinin de uydurma olduğunu kabul edemeyiz.” (47)

Demek oluyor ki Robson bilhassa hukukî hadislerde, uydurma isnâdların mevcûduyetini kabul etmekle beraber, bütün isnâdların daha sonra uydurulduğu fikrini kabul etmemek­tedir.

Aşağıda zikredeceğimiz hususlar isnâdların uydurulduğu şeklindeki bu teorilerin kabul edilmesini imkânsızlaştırmaktadır:

1 — Geçen bahiste isnâdın birinci hicrî asrın ortalarında kullanıldığı­nı gördük, (48) Bu durumda isnadların 2. ve 3. asırda icat edildiği iddialarına mahal kalmaz.

2 — Bilhassa sahâbe devrinden itibaren isnâddaki şahıslarla bizzat görüşülerek isnâdın sıhhatinin kont­rol edildiğine dair rivâyetler mevcuttur. Bu tatbikat tâbiûn asrında da yaygındı, (49)

3 — Hadis metinleri ikinci veya üçüncü asra kadar isnâdsız intikal etmiş olsaydı, onlara sonradan ekle­necek isnâdların hadis metinlerinin ayrılmaz bir unsuru halinde İslâm âleminin her tarafında ve herkes ta­rafından, hiç itirazsız kabul ediliver­miş olacağı nasıl tasavvur edilebilir? Hadis tarihinde bu yolda en ufak bir itiraz ve kıpırdama hareketi kaydedilmemektedir. Muhaddislerin, İmam Buhârî (256/869) Bağdat’a gelince, hadislerin isnâd ve metinlerini birbirine karıştırarak imtihana tâbi tut­maları ve Buhârî’nin onları düzeltme­sinden sonra ona itimat etmeleri (50) bize gösteriyor ki, böyle ihatalı muhaddisler uydurma isnâdlara kolay kolay aldanmazlar ve bunları kolayca kabul edivermezler. (51)

4 — Bütün hadis şeyhleri, hatta bir şehrin tamamı şöhret bakımından birbirlerinden farklıydılar. Her talebe kendi zamanının en hürmete lâyık o­toritesine (şeyhine) rivâyetini bağlamak ister. İkinci hicri asırda lite­ratürün büyük çoğunluğunu cerh ve ta’dil teşkil ediyordu. Şeyhlerin bir kısmı itham edilmekle beraber, büyük çoğunluğu mutemed kabul ediliyor­du. Schacht’ın teorisi doğru olsaydı, niçin bütün talebeler en güvenilir şa­hısları seçip kendi rivâyetlerini on­lara söyletmediler de, çok sayıda metrût ve zayıf kişileri seçtiler?(52) Hadis rivayet eden sahâbenin çoğu, Mekke günlerinden itibaren Resulullah (s.a.v.)’la beraber olanlardan ziyade, genç sahâbîlerdir. Bu durum Prof. Fück’ün de işaret ettiği gibi isnâdların mevsûkiyeti lehinde delildir. İsnâdlar uydurulmuş olsaydı daha ziyade ilk ve meşhur sahâbîlerden teşkil edilirdi. (53)

5 — Schacht’ın teorisi kabul e­dildiği takdirde karşılaştığımız bir diğer problem de şudur: Farklı İslâm mezheplerine mensup muhaddislerin eserlerinde hadislerin büyük çoğunluğunun müştereklik arz ettiğini gör­mekteyiz. Bütün hukukî rivayetler 2. ve üncü asırda imal edilmiş olsaydı, tek bir rivayetin, sünni, zeydî, şiî, hâ­rici vs. bütün farklı mezheplerin müş­terek kaynağı olmaması icap ederdi. Schacht’ın iddiasının kabul edilmesi tarihen mümkün değildir. O diyor ki: “Oldukça uzun bir sürece bilhassa H. 2. ve 3. asırlarda ilk mezhepler kendi siyasî ve iktisadi doktrinlerinin muhtaç olduğu sathî değişiklikleri başlatarak, sünni toplumla sıkı bir temas kurdular çünkü onlara göre Muhammedi hukuku benimsemekle doğru olan hukuk ekolu geliştirilmiş oluyordu. (54)

Tarihin sahifeleri mezhepler ara­sında geçen savaşlarla doluyken bir kişi bu teoriyi nasıl kabul edebilir? Birbirleriyle sürekli savaşlar, hasımlarını İslâm dışılıkla itham etmeler, cami minberlerinden hasımlarına sebbetmeler... Ortada dururken hukukî düşüncelerdeki alışveriş için sünnî toplumla sıkı bir temas kurulduğu na­sıl kabul edilebilir?(55)

6 — İsnâdların sonradan uydu­rulup hadislere eklendiği iddiasının râvilerce müşterek bir muhtevâ ve yersizliğini gösteren bir diğer husus da, hadislerin farklı şehirlere mensup râvilerce müşterek bir muhteva ve isnâdla rivayet edilmesidir. Daha önce de gördüğümüz gibi, (56) birçok farklı şehirlere mensup râvilerin birbirleriyle buluşup, bu çeşit bir hadis ve isnâd uydurma üzerinde anlaşmaları mümkün değildir. (57)

7 — Hadis tarihinde belki isna­dı tamamlama olayları görülmüştür ama bu, âlimler tarafından büyük bir reaksiyonla karşılanmıştır. Meselâ birçok sahâbî tarafından rivayet edilen muttasıl isnâdlı bir hadis vardır: ’’Siz hepiniz çobansınız ve hepiniz raiyyenizden mesulsunuz...” Süfyan b. Uyeyne (198/813) bu hadisi mürsel olarak rivayet etmiş, dolayısıyla onun bütün talebeleri de hadisi mürsel olarak rivayet etmişlerdir. Bu arada onun talebelerinden İbrahim b. Beşşâr (230/844) bu hadisi muttasıl ola­rak rivayet ettiğinden dolayı âlimler onu vehimle suçlamışlardır. (58)... Muhaddisler, bir şeyhin farklı talebelerinin rivayetlerini birbirleriyle karşılaştırıp onların kaynaklarım araştırmışlar ve malzemeyi değerlendirdikten sonra, senedi tamamlayan veya tağ­yir eden râvîleri cerh etmişlerdir.(59) Meselâ Yahya b. Main (233/847), Hammâd(167/783)’ın hatalarını a­yıklamak için Hammâd’ın kitabını on sekiz talebesinden dinlemiştir. Bazen hata ve tenakuzları mukayese için bir rivayetin veya eserin 15–20 kadar varyantı bir araya getirilerek değerlendirme yapılıyordu. (60)

Schacht’ın, isnâdların ikinci ve üçüncü asırda uydurulduğu şeklinde­ki iddiasını ispat için misal olarak gösterdiği hukukî hadisler, A’zamî tarafından tek tek incelenmiş ve hepsi­nin de Schacht’ın teorisi için delil olamayacağı ispat edilerek iddialarına cevap verilmiştir. (61) A’zamî Schacht’ın tenakuzlarına, kasıtlı iktibas­larına, olayları saptırarak değerlen­dirmesine dikkatleri çekmekte ve o­nun Mâlik ve diğer âlimlerden rivayet edilen binlerce hadisten kusurlu­larını seçerek, hepsinin öyle olduğu intibaını vermek istediğini belirtmek­tedir. (62)

8 — Mürsel hadislerin mevcudi­yeti ve târihî bir vakıa olarak elimiz­de bulunması isnadların sonradan uydurulduğu iddialarını çürüten başka bir delildir. Mürsel hadisler iddia edil­diği gibi isnadların sonradan uydurulduğunu değil, erken devirlerden iti­baren mevcut olduğunu gösterir. Eğer isnadlar ikinci asırdan sonra uy­durulmuş olsaydı, bunları uydu­ranlar kesintili ve mürsel isnadlar değil, muttasıl ve mükemmel isnadlar uydururlardı. Dolayısıyla bugün eli­mizde mürsel ve munkatı isnadlar bulunmazdı. Bu uydurmacıların uydur­dukları isnadları kamufle etmek için ara sıra da munkatı ve mürsel isnad­lar uydurmayı düşünmüş olmaları ise hemen hemen imkânsızdır.

9 — Schacht isnadların uydurma olduğuna delil olarak İmam Mâlik’in Muvatta’ında ve Şâfiî’nin er-Risâle’sindeki munkatı ve mürsel hadisle­rin, daha sonraki devirde telif edilen kütübü’s-Sitte’de muttasıl olarak zikredildiklerini göstermektedir. (63) Bu delili de iddiasını ispat için yeterli değildir. İmam Malik’in eserinde mürsel rivayetler bulunması, onun mürsel hadisleri delil kabul etmesin­den kaynaklanmaktadır. Yoksa o de­virde muttasıl rivayetler bulunmadı­ğından ileri gelmemektedir. Aynı şey imam Şafii için de söz konusudur çünkü o da belli şartlan taşıyan mürselleri delil kabul etmektedir. Kaldı ki, imam Mâlik’in Muvatta’ından ön­ce yazılmış müsned ve muttasıl ha­disleri ihtivâ eden eserler mevcuttur hatta bunlardan bir kısmı müsned ismini taşımaktadır. Meselâ Ma’mer b. Râşid’in eseri bunlardandır. Ayrıca İmam Mâlik ve Şafiî’ye mürsel ve munkatı olarak ulaşan isnadların Kütübü’s-Sitte müelliflerine muttasıl o­larak ulaşmış olması mümkündür.

Şu halde diyebiliriz ki, bazı ha­dislerin başına hataen veya kasıtlı olarak uydurma isnadlar takılmış ola­bilir ve bu mümkündür. Fakat bu durum mevcutsa bile çok nadirdir. Muhakkik muhaddislerce vaz’ edil­miş tenkit metotları sayesinde böy­le bir işe teşebbüs edenlerin durumu­nun kapalı kalması hemen hemen imkânsız hâle gelmiştir. Bu arada şunu da belirtelim ki, bir hadisin çe­şitli varyantlarını ve isnadlarını bir araya getirmek suretiyle birbirlerini takviye ettirmek veya isnadlar ara­sında mukayeseler yapmak şeklinde açıklanabilecek ’“itibâr” müessesesi kurulmuştur. Bu usul kontrol ameliyesi için en geçerli metot addedilmiş­tir. Tutulabilecek en isabetli yol da bu olsa gerektir.

3) İSNADLA İLGİLİ ARAŞ­TIRMALAR HANGİ SAHA­DA YAPILMALIDIR

İsnâdla ilgili araştırma yapan müsteşrikler araştırma sahası olarak siyer ve hukuk eserlerini seçmektedirler. Eğer kasıtlı değilse bu davranış hatalı sonuçlara ulaşılmağa sebep ol­maktadır. İsnâd sistemi hakkındaki araştırmalar hadis literatürü içinde yapılmalıdır. Doğru ve emin bir neti­ceye ulaşmak için yapılması gereken budur. Gerçi isnâd, her üç literatürde kullanılmış ise de, bu üç ilim birbirinden çok farklı özelliklere sahiptir.

Lammens ve Robson siyer ve ha­disin ayrı kaynaklar olmadığında ıs­rar etmektedirler. (64) Horovitz ise si­yer ile hadis arasında sınır çizmek taraftarıdır ve aralarındaki farklılıkla­ra dikkat çekmektedir. Onun İfadele­ri şöyledir:

“Muhteviyat ve şekil bakımından siyer ile hadis arasında çok sıkı mü­nasebetler bulunmaktadır. Bu iki sâha İslâm âlimlerince geliştirildi. Siyer her şeyden önce hikâye etmek ve inşa etmekle meşguldür. Hadis ise pratik hayatta rehber olarak işe ya­ramaktadır. Fakat siyer eserlerinde İslâm hukukçuları için istinad nokta­sı olacak pek çok yerler mevcuttur. Hadis derlemelerinde tarihî ve yapıcı unsurlar daha geniş bir sahayı içine almaktadır. Her iki sahaya ait sunu­lan malzemeler geniş ölçüde aynı o­lup, İbn İshak ve Vâkıdî’de fazla na­kil verilmemektedir. Fakat bakış açısı, malzemelerin düzenlendikten ve bölümlere ayrıldıktan sonraki muhtevası, kaynaklarına göre hanelendirilmesi çok çeşitlidir. Musannef ve müsnedlerde de olduğu gibi hadis literatüründeki tertip şekli siyerin aksidir. Hadis literatüründe her nakil bağım­sız ve müstakil olup özetvâri birleş­tirilmesine ihtiyaç yoktur. Bu müm­kün de değildir. Siyerde ise ayrı ayrı haberler bir bütünün teşkilini sağlarlar. (65)

A’zamî de hadis ve siyerin ara­sındaki farkları şu şekilde dile getir­mektedir: “Gerçek niteliği ile siyer ile hadis vesikaları arasında fark vardır. Hadiste herhangi bir ifade büyük bir karışıklığa yol açmadan, tamamen farklı herhangi bir ifadenin yanına konabilir. Fakat siyer, biyografi oldu­ğundan akılcılığı ve zaman mefhû­muna riayeti gerektirir. Bu sebepten biyografi derleyicileri tam ve bütün bir hikâye meydana getirebilmek için çeşitli kaynaklardan istifade ederler. Aynı yazarlar ve aynı râviler, diğerle­rinin rivâyetini naklederken biyogra­fik rivâyeler dışında biyografik metodu tatbik etmezler Bundan dolayı ha­dis ile siyer literatürü arasında fark vardır. Siyer, isnâd sistemini incele­mek için uygun bir alan değildir. Şimdiye kadarki araştırmaların ço­ğu biyografik literatür içerisinde yürütülmüştür.” (66)

Hadis ilminin hukuk ilmiyle far­kını da şöyle belirtiyor:

“Schacht; el-Mâlik’in Muvatta’ı, eş-Şâfiî’nin Ümm’ü, eş-Şeybâni’nin Muvatta’ı vs. gibi hukuk ilmine ait eserleri incelemiş ve sanki bir hadis literatürü mevcut değilmiş, bu literatürün bağımsız bir gelişmesi yokmuş gibi hukuk literatüründe yaptığı ça­lışmalarının sonucunu, hadis litera­türüne yüklemiştir. Tam bir açıklıkla görülüyor ki O, hukukî eserlerin ni­teliğine fazla dikkat ve titizlik gös­terememektedir. (67)

A’zamî daha sonra ilk hukukçu­ların hadis nakil metotlarını misalleriyle anlatıyor ve bu misallerden istidlâlen ilk asırlarda âlimlerin hadis dışı literatürde aşağıdaki metotları kullanmakta müşterek olduklarını belirtiyor:

1 — Tam isnâd ve teferruatlı atıflar eserin hacmini çok büyütece­ğinden isnâdlar kısaltılmış veya haz­fedilmiş, rivâyetlerin gayeye hizmet edecek kısımlarının verilmesiyle yetinilmiştir.(68) Şafii eserinde bu me­todu kullandığını kendisi ifade et­mektedir: “Ben eserimde munkatı olarak yazdığım hadislerin hepsini muttasıl olarak veya ehl-i ilmin âmmesinin yine âmmeden nakli şeklinde işitmişimdir. Fakat kesinlikle hıfzedemediğim hadisi (n tamamını) nakletmeyi kerih gördüm. Kitapları­mın bir kısmı da kayboldu. Ehl-i ilimce ma’ruf olan şeyleri hâfızamdan verdim. Eseri uzatmamak için kâfi gelecek kadarla yetindim.” (69)

2 — Hadis dışındaki literatürde, isnadda eksiklik ve aradaki râvileri atlayarak en yüksek otoriteden doğ­rudan nakil yaygındır.

3 — Ebû Yusûf’un isnâd kulla­nımından görüyoruz ki O, muttasıl isnâd kullanırken isnadı keser ve birkaç sayfa önce zikrettiği bir ismi tekrar zikretmek gerektiği zaman “RACUL” şeklinde anonim bir kelime kullanır. Aynı tatbikat diğer hukukçularda da müşahede edilmektedir.

4 — Âlimlerce ma’ruf olan ha­disler için sened ve metin vermeden “Resulullah’ın sünneti” gibi tabirlerle o hadise atıfta bulunulmuştur.

Sonuç olarak diyebiliriz ki isnad çalışmaları için fıkıh ve siyer litera­türü yetersizdir. Hadis birçok yan dallarıyla başlı başına mükemmel bir alandır. Hadis ilmi ile ilgili araştırmaları hukuk ve siyer kitaplarında yapmak tamamen haksız, yanlış ve gayri ilmîdir. Bu sebepten kendi literatürüne dayandırılmadan yapılmış hadis araştırmaları eksiktir, bu tip araştırmalara güvenilemez.

(1) Accâc, es-Sünnetü kable’t-Tedvin, 220–222 (Kahire- 1963) (Dr. Sârimü’d-dîn el Esed, Mesâdıru’ş-şi’r el-Câhilî, Kahire / 1956’dan naklen).
(2) İbn Sîrîn’in ifadesi şöyle: “önceleri isnaddan sormazlardı. Fitne vâki olunca (hadisleri aldığınız) adamlarınızın ismini söyleyin demeye başladılar. Ehl-i sünnetten olanların hadisleri alınır, ehl-i bid’atınkiler terk edilirdi. "Bkz: er-Râmehürmüzi, a.g.e., 208-9; Hatib, el-Kifâye, 122; İbn Salâh, Mukaddime, 7; İbn ebi Hâtim, el-Carh ve‘t-Ta’dîl, 1/28; en-Nevevî - Müslim Şerhi, I/44. (Mısır 1349)
(3) Schacht, J., The Origins of Muhammadan Jurisprudence, 36-7, (London - 1975)
(4) A’zamî, M.M., Studies in Early Hadith literatüre, 216. (Indiana- 1978)
(5) Robson, The Isnad in the Muslim Tradition, 22. (Glasgow University Oriental Society Tran-sactions, Vol; 15, p. 15-26.
(6) A’zamî, a.g.e., 217.
(7) İbnu’l-Esir, Üslü’l-Gâbe, III/194, Mektebetu’l-İslâmiye-1286
(8) İbn Abbas’ın ifadesi şöyledir: "Biz önceleri Resulullah’tan hadis rivayet ediyorduk. Ne zaman ki halkın durumu değişti (diğer bir rivayette: Ne zaman ki insanlar uysal bineğe de hırçın bineğe de binmeğe başladılar), ondan rivayeti terk ettik. “Bkz: Müslim, 1/13. (Beyrut–1972)
(9) Koçyiğit, T., llâhiyat Fak. Derg. IX/49–51.
(10) Câetânî burada, Halife Abdülmelik’in sorması üzerine, Urve b. ez-Zübeyr’in Asr-ı saâdetteki bazı olaylardan bahseden mektubunu kastetmektedir.
(11) Câetânî’nin iddiaları hakkında geniş bilgi için bkz: Caetânî, İslâm tarihi (tere: Hüseyin Câhit) I/71-89.
(12) Sahabeden elli kişinin hadis yazdığı ve bunların isimleri bk. geniş bilgi için bkz: A’zamî, Studies in Early Hadith..., 34 v.d.
(13) Köksal, Asım, Reddiye, 34–8. (Ankara - 1961)
(14) Horovitz, Alter Und Ursprang des İsnad, 43. (Der İslam C: 8 Yıl: 1918, 39–47
(15) Ahmet, Müsned, IV/323-332., (Beyrut . 1969)
(16) A.e, VI/212.
(17) A’zamî. —Studies 214.
(18) Köksal, A., Reddiye, 68-9 da, İbn İshâk’ın eserindeki sahâbeye kadar dayanan 170 muttasıl isnat, sahifeleriyle gösterilmektedir.
(19) İbn İshak’ın isnat metodu ve bu metottan çıkarılabilecek neticeler için bkz: J. Robson, İbn Ishak’ın İsnat kullanımı terc: T. Koçyiğit, İlâhiyat Fak. Derg., X, Yıl: 1962 s. 117–126.
(20) İbn ebi Hâtim, el-Cerh..., mukaddime. 1/20. (Beyrut - Ts)
(21) Sezgin, F, Buhâri’nin Kaynakları, 20.
(22) İsnadı ilk kullanan kişi Zührî idi sözünü “Şam’da ilk kullanan” şeklinde yorumlayanlar vardır. (Bkz: Ekrem Ziya el-Ömeri, Buhûs fi Tarihi’s-sünnetil müşerrefe), 48–49 (Beyrut - 1975)
(23) er-Râmehürmüzî, el-Muhaddisul Fasıl.
(24) Horovitz, Alter und Ursprungs des Isnad, 43.
(25) Robson, The Isnad in Muslim Tradition, 21.
(26) Robson, Ibn İshâk’ın isnad kullanışı, 124.
(27) Sıddîkî, M.Z., Hadi» Edebiyatı Tarihi, 124. (Terc: Y.Z. Kavakcı, İstanbul-1966)
(28) Anahatlarıyla özetlediğimiz bu mütalaalar için bkz: T. Koçyiğit, Ibn Şihâb ez-Zührî Midyat Fak. Dergisi, C: 21 s. 72–73; Accâc, es-Sünnetu Kable’t-Tedvin, 220–222; Köksal, Seddiye, s. 127.
(29) A’zamî, Studies..., 247.
(30) A.e. 231.
(31) ez-Zürkânî, Şerhu’l-Mevâhib..., V/394. (Mısır-1329) Zehebî’nin bu hadise mevzu dediği kaydedilmektedir. Bkz: el-Münâvî, C. Sağir şerh. I/434 (Beyrut–1972).
(32) Ibnu’l-Esir. Üsdü’l-Gâbe, III / 501.
(33) Sıddîkî, Hadis Edebiyatı Tarihi, 125.
(34) İbn Kesîr, el-Bidâye.„, VIII/ 109, (Beyrut - 1966)
(35) el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, TU/ 723–4. (İstanbul 1307)
(36) Müslim, I/13.
(37) Müslim, I/14.
(38) er-Râmehürmüzî a.g.e. 208-209:, el-Hatib, el-Kifâye, 122; (Medine-Tarihsiz) İbn Salâh, Mukaddime, 7. (Haleb-1966)
(39) Subhi Sâlih, Hadis ilimleri ve Istılahları, 276. (Terc. Y. Kandemir, Ank.)
(40) Koçyiğit, İbn Şihab ez-Zühri, İlh. Fak .Derg., C: 12 3. 74-75.
(41) îbn ebî Hatim, el-cerh ve’t-ta’dîl, Mukaddime, 1/20; Sezgin, Buhârî’nin Kaynakları, 20.
(42) Sezgin, Buharî’nin Kaynakları, 104.
(43) Cactâhî, İslâm Tarihi, I/86–89. Tercüme; H. Cahit. İst-1924)
(44) Schacht, The Origins.., 163-4.
45) A.e. 164 Vd.
(46) Robson, İbn Ishâk’ın İsnâd Kullanışı, îlh. Fak. Derg. C: X, 117.
(47) A.g. makale, 125, Robson aynı fikri biraz değişik ifadelerle şu makalesinde de belirtmektedir: The Isnad in Muslim Tradition, 20.
(48) Bkz: sh. 1 vd.
(49) Geniş bilgi için Bkz. Polat, Selâhattin, Mürsel Hadisler ve Delil olma Yönünden değerleri (Basılmamış Doktora Tezi, Erzurum - 1981).
(50) el-Hatib el-Bağdâdî. Tarihu Bağdâd, n/20, 21, (Beyrut - Tarihsiz)
(51) Köksal, Reddiye, 100-102.
(52) A’zamî, Studies..., 242.
(53) Robson, The Isnad..., 28.
(54) Schacht, The Origins.., 260,
(55) A’zami, Studies… 243.
(56) Bkz: A’zamî, a.g.e., 223-230. A’zamî burada, edisyonunu yaptığı Süheyl b. ebî Salih’in hadis nüshasındaki üçüncü hadisi ele alarak inceliyor ve bu hadisin: 4’ü Medineli biri Suriyeli 2’si Iraklı yedi sahabî tarafından nakledildiğini; Bu sahâbîlerden sadece Ebu Hüreyre’den, bu hadisi dördü Medineli, ikisi Mısırlı, biri Yemenli, en az yedi râvinin naklettiğini; bu yedi râviden de en az on iki kişinin, bu hadisi naklettiğini, bunların da birinin Suriyeli, beşinin Medineli, birinin Kûfeli, birinin Mekkeli, birinin Tâifli birinin Mısırlı, birinin Yemenli olduğunu belirtiyor. Ebu Hüreyre dışındaki bu hadisin ravileri hesaba katılmazsa, bu hadisin Ebu Hüreyre tarikli ravilerinin sayısı üçüncü nesilde 16’ya ulaşıyor. A’zami bu konuda başka örnekler de veriyor. Meselâ 27 numaralı hadisin bir düzine farklı yere mensup 74 râvisi vardır.
(57) A’zamî, Studies..., 243.
(58) ez-Zehebî, Mizânü’l-İtidâl, 1/23 (İbrahim b. Beşşar md.).
(50) A’zamî, a.g.e., 244.
(60) A.e..., 129 (İbn Hıbbân, Mecrûhîn, yazma, Ayasofya No: 496 v. 10 dan)
(61) Fazla bilgi için bkz: A’zami, a.g.e., 232.243.
(62) a.g.e., 237.
(63) Schacht, The Origins..., 163-175.
(64) Robson, Ibn İshak’ın İsnad kullanışı ,118.
(65) Horovitz, Alter und Ursprungs des lsnad, 39-40.
(66) A’zamî, Studies..., 218.
(67) A.e„ 219.
(68) A.e., 222
(69) eş-Şâfiî, er-Risale, 431. (Mısır- 1940)