Makale

OSMANLILARIN HAREMEYN’E YARDIMLARI

OSMANLILARIN HAREMEYN’E YARDIMLARI (*)

Yrd. Doç. Dr. Ziya KAZICI
M.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

OSMANLILARIN TAKİP ETTİĞİ SİYASET, İDARESİ ALTINDA BULUNAN DEĞİŞİK DİN, MEZHEP VE IRKLARA MENSUP İNSAN­LARI SÖMÜRMEK DEĞİL, AKSİNE ONLARA HİZMET ETMEKTİ. BUGÜN, AVRUPA KITASINDA BAĞIMSIZ BİRER DEVLET OLAN OSMANLI İDARESİNDEKİ BİRÇOK ÜLKEYE YAPILAN HİZMET, KÜÇÜMSENMEYECEK DERECEDE BÜYÜKTÜR.

Bu yazımızda, Osmanlı Devleti’nin Haremeyn’e bakış açısı ve bu dö­nemde, bölge sakinlerine yapılan ekonomik yardım üzerinde duracağız. Dünya­nın, çeşitli yerlerinde bulunan arşivlerde konu ile ilgili pek çok vesika bulun­maktadır. Biz, bunca belgeden birkaçı ve bir ahbabımızın elinde bulunan bir SURRE DEFTERİ’nin(1) verdiği bilgilerden istifade edeceğiz.

Mevzuun daha iyi anlaşılabilmesi için, Osmanlı devletinin daha kuruluşun­dan itibaren takip ettiği dini, siyasi ve felsefî görüşlerin temelinde yatan pren­siplerden bahsetmek gerekecektir. Bu sayede, Osmanlı’nın değil sâdece Hare­meyn’e, idaresi altında bulunan diğer bütün milletlerle olan münasebetlerini öğ­renmiş olacağız.

Osmanlı Devleti, XIV. asrın başlarında Selçuklu-Bizans sınırlarında orta­ya çıkan küçük bir beylikti. Bu küçük beylik, kuruluşundan kısa bir müddet sonra büyüyerek, tarihin akışını değiştirecek derecede kudretli bir devlet hâline geldi. Yeni bir din ve kültürün taşıyıcısı olarak bölgeye İslâm - Türk damgası vurmasının sebepleri üzerinde münakaşalar hâlen devam etmektedir Tarihçiler, bunu henüz izah edilmemiş bir mesele olarak görmektedirler.

Bir beylik olarak ortaya çıkışından itibaren, bünyesi ve şartların gerektir­diği değişiklikleri yapmaktan çekinmeyen Osmanlı Devleti, sağlam temeller üze­rine bina edip geliştirdiği ve kemâl mertebesine ulaştırdığı müesseseleri vasıtasıyla uzunca bir hükümranlık dönemi geçirme imkânını buldu. Devletin, haya­tiyet sırlarını teşkil eden bu müesseslerden biri de, şüphesiz müsamaha denilen hoşgörüdür. Bütün İslâm ülkelerinde olduğu gibi, Osmanlılar’da da, başka din ve milliyetlere mensup olanlara karşı hoşgörülü olmak, devlet politikasının en belirgin özelliği idi. Devletin kuruluşundan itibaren, bu politikaya riayet ettiği bildirilmektedir. (2) Bu sebepledir ki, toprak ve genişlik itibariyle bir kıta görü­nümünde olmasına; çeşitli iklim ve tabiat şartlan ile tebaasının farklı bünyelere sahip bulunmasına rağmen bu devlet, onları, dünya devletlerinden çok azına nasip olmuş bir adaletle idare etmesini bilmişti. (3) Devletin, gerileyip zaaf ala­metleri gösterdiği bir dönemde bile bu adalete ne denli riayet etmeye çalıştığı Tanzimat (1839)’a yakın senelerde, Sadaret makamından valilere gönderilen bir talimattan da anlaşılmaktadır. (4)

Konumuzun, bir nevi girişini meydana getiren bu kısımda, Osmanlıların, gayrimüslimlere karşı nasıl davrandıklarını bir iki örnekle belirtmek istiyo­rum. Böylece onların, Haremeyn’e olan ilgisini daha iyi anlamış olacağız.

Osmanlılar, idareleri altında bulunan milletlerin iç yapılarına müdahale et­miyorlardı. Herkes, dininin icaplarını rahatlıkla yerine getiriyordu. Nitekim Osmanlıların tebaası olan Ortodoks mezhebindeki Hristiyanlar, tamamen serbest bir hayat sürdürdükleri gibi, çeşitli kademelerde devlet memurluklarında da bu­lunuyorlardı. İdari bakımdan onlar, cemaati üzerinde geniş bir otoriteye sahip bulunan patriklerine bağlıydılar. Bu bakımdan patrik, suç işleyenleri cezalandırabiliyordu. (5) Bu söylediklerimiz, Osmanlılar döneminde Türkiye’yi gezmiş bu­lunan pek çok seyyahça da doğrulatmaktadır. Onların eserleri, Osmanlı vesi­kalarını teyit etmektedir.

Bilindiği gibi pazar, Hristiyanların tatil günüdür. Günümüz Türkiye’sinin önemli şehirlerinden biri olan Adapazarı’nın (Osmanlılar döneminde burası kü­çük bir kasaba idi) Hristiyan sakinleri, eskiden beri pazar günü kurulan semt pazarının, başka bir güne alınması için ilgili yerlere müracaat ederler. Çünkü kendileri, o gün alışveriş yapmadıkları için zarara uğramaktaydılar. Bu du­rumu göz önünde bulunduran ilgililer, onların daha fazla zarar görmemesi için semt pazarını başka bir güne alırlar. (6) Günümüz insanlarından, bir kısmı için basit gibi görünen bu olay, o çağlarda küçümsenmeyecek bir hadiseydi. Devletin, tebaasına olan ilgi ve muamelesini göstermesi bakımından da enteresandır. Osmanlılar döneminde padişahlar, tebaanın malı ve canı üzerinde tasarruf hakkı­na sahiptiler. Fakat onlar bu hakla, keyfî olarak değil, kanun, nizam ve an’anelere göre kullanmak zorundaydılar. (7)

Gayrimüslimlere karşı böyle hareket eden devletin, kendi dininin olan­lara karşı, her türlü ırkî taassuptan uzak ve daha samimi davranacağı şüphe­sizdir.

Müslüman bir cemiyete istinat eden bünyesi ile Osmanlı Devleti, Şer’i hu­kuku hem nazari, hem de ameli bir şekilde tatbik ediyordu. (8) Bunun için, ken­disinden önceki diğer Müslüman devletlerin müessese ve özellikle ekonomi sahasındaki kanunlarını tatbik etmekten çekinmiyordu. Bu sebepten, eski devletlerin kanunlarından büyük bir kısmını, eski ismi ile muhafaza ediyordu.Nitekim, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, Mısır Sultam Kayıtbay, Dulkadiroğullarından Alauddevle Bey ile Arap ve Acem zamanına ait pek çok kanun eski isimleri ite aynen Osmanlılara intikal ediyordu. Böylece devlet, idaresine girmiş bulunan eski Müslüman devletlerin tebaasına karşı olan müsamahasını ispatlıyordu. Bununla beraber Osmanlılar, vergi ve diğer konularda, halkı zor durumda bırakan hare­ketlere karşı bu kadar müsamahalı davranmıyorlardı. Nitekim İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi, Es’ad Efendi, 1827 numarada kayıtlı bulunan Mısır kanunnamesinden anlaşıldığına göre, burada Osmanlı idaresinden önceki devlet tarafından, keyfî olarak konan ağır vergiler, “Fea Bid’atlar" kabul edildiğinden derhal ortadan kaldırılıyordu.(9) Vergi söz konusu olmuşken burada bir ger­çeğe daha parmak basmak istiyoruz. Bu vesile ile Osmanlıların, Haremeyn’e olan ilgisi ve gösterdiği hürmeti daha gerçekçi bir gözle görme imkânına ka­vuşmuş olacağız. Osmanlılar, günün şartları icabı, bütün topraklarını “Haraciye” hâline getirip buna göre vergi aldıkları halde, Hicaz mıntıkasını, eskiden oldu­ğu gibi “öşriyye” olarak kabul ediyor ve arazi mahsulatından, sâdece öşür alı­yorlardı. (10) Alınan bu vergi de orada dağıtılıyordu.

Osmanlı Devleti, daha kuruluşundan itibaren İslâm büyükleri ve müesseselerine karşı hürmetkâr davranıyordu. İmkânları nispetinde onlara yardımı bir vazife telakki ediyordu. Bu durumu belgeleyen pek çok vesika olmakla beraber biz, elimizde fotokopisi bulunan ve daha önce sözü edilen 1322 tarihli defterinden bir belge vermek istiyoruz. Buna göre, Surre alayı, İstanbul’daki Paşa kapısına geldiği zaman, Surre Emini olan kimse, daha önceden tespit edildiği üzere, is­tihkak sahiplerine durumlarına göre bir miktar para verecektir. Deftere göre, Mekke-i Mükerreme ahalisinden Receb Efendi’nin oğlu Abdulvahhab’a 250, gene ay yer ahalisinden Şeyh Abdullah Efendi’ye de 200 krş. verildiği görülmektedir. O günün şartlarına göre küçümsenmeyecek bir miktar olan bu para, Osmanlı­ların, mukaddes belde halkına verdiği değeri ortaya koymaktadır. Burada, Osmanlı idaresindeki “Nakibu’1-Eşraflık’’tan ve onun kuruluş şeklinden bahset­mek ihtiyacını duymuyoruz. Zira bu müessese, Osmanlıların İslâm büyüklerine olan hürmetinin mücessem bir sembolü olarak tarihteki şerefli yerini muhafaza etmektedir.

Osmanlılar, ’‘Mukaddes Belde” diye adlandırdıkları Haremeyn bölgesi ve sâkinleri için, her türlü titizliği gösterirlerdi. Bu yüzden Osmanlı sultanları, ken­dilerini oranın hâkimi değil, hizmetçisi olarak kabul ediyor ve kendilerine "Hâdimu’l-Haremeyn” unvanıyla hitap edilmesinden son derece memnun oluyorlardı.

Gerçekten, Osmanlılar tarafından Mekke ve Medine ile halkına gösterilen hürmetin benzerini, çok az kimse gösterebilmiştir. Tabir caizse bir zamanlar "Allah elçisinin kabrinin bulunduğu bir toprağı (hayvan ayağı ile) çiğnemekten utanırım” (11) diyen İmam Mâlik gibi Osmanlılar da, bu beldelere karşı edep dışı sayılabilecek her türlü hareketten çekiniyorlardı. İstanbul Başbakanlık Ar­şivinde 1246 (m 1830) tarihini taşıyan bir belge bulunmaktadır. Bu vesikada belirtildiğine göre, zaman zaman Mekke ve Medine’de yangınlar çıkmaktadır. Bun­lar da, yangın mahalline taş ve toprak atmakla söndürülebilmektedir. Hâlbuki bazen bu yangınlar, Kâbe veya Ravza-ı Mutahhara tarafında vuku bulmak­tadır. Bunları söndürmek için yangının bulunduğu tarafa taş atmak icap et­mektedir. Böylece, istenmeden bu mübarek yerlere karşı taş atılmış oluyor ki, bu da, o mahallin kutsiyetine yakışmayan edep dışı bir hareket olmaktadır. İstenmeden meydana getirilen bu durumdan, kurtulmak için, İstanbul’da, mirî masrafla yapılacak yangın tulumbalarının derhal buraya gönderilmesi gerektiği, daha fazla aynı davranışta bulunmamak için, adı geçen tulumbaların derhal Surre Emini ile gönderilmesi istenmektedir. Aynı yazıda, yeni yapılacak olan tulumbaların, Surre ihracı zamanına yetişilememesi hâlinde, mevcutlardan gön­derilmesi ve yenileri yapılınca onların yerine konması teklif edilmektedir. (12)

Osmanlıların yardımları, sâdece mukaddes yerlere karşı değil, aynı zaman­da ora halkına yapılıyordu. O günün imkânları bakımından ekonomik sıkıntılar içinde bulunan Haremeyn halkı, Osmanlı yardımı sayesinde az da olsa bu sıkın­tılarından kurtuluyordu. Bu yardım, değişik şekil ve isimler altında yapılıyor­du. Bununla beraber en önemli yardım, Surre ile yapılanıydı. Osmanlılarda Yıl­dırım Bâyezid (1389 -1402) veya oğlu Çelebi Sultan Mehmed (1413 - 1421)’le başlayan, surre gönderme olayı, bu söylediklerimizi teyit etmektedir. Dikkat edilecek olursa bu ilk surrenin gönderilmesi, zaman itibariyle Osmanlıların daha Anadolu’da bile tam bir birlik sağlayamadıkları bir devreye rastlamaktadır. Her ne kadar Yavuz Sultan Selim zamanından itibaren siyasî bir mahiyet aldığı söy­lenirse de kanaatimizce bu, siyasî olmaktan çok, dinî yönü ağır basan bir va­zife olarak görülmelidir. Zira Haremeyn’in Osmanlı idaresine girdiği dönemde, İslâm dünyasında Yavuz Sultan Selim ile siyasî bir rekabete girişecek kud­rette başka bir devlet yoktu. Bu bakımdan, Sultan Selim’in bunu siyasî gaye­lerle devam ettirdiğini söylemek gerçekleri ifade etmekten uzaktır. Tebliği­mizin sonunda, daha önce sözü edilen deftere göre İstanbul’dan Haremeyn’e ka­dar fakir, ilim adamı, talebe, şeyh, tarikat erbabı ve türbedarlara dağıtılan pa­ra, verilen elbise (fakir çocuklarına) ve etleri fakirlere verilmek üzere kesilen kurbanların miktarlarını gösteren bir liste bulunacaktır.

Haremeyn bölgesi, idarelerinde bulunmadığı sıralarda bile Osmanlılar, bu bölgeye yardım ediyorlardı. Bunun için her fırsattan istifade etmekten çekinmi­yorlardı. Nitekim Fâtih Sultan Mehmed (1451-1481) zamanında, Hacc fari­zasını yerine getirmek maksadıyla Mekke’ye giden bir Osmanlı hacısı, su bürkelerinin ( = havuz) kırılmış bulunduğunu, bu yüzden de hacc kafilesinin yol­larda çektiği zahmeti görür. Dönüşünde durumu adı geçen hükümdara anla­tır. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed, Müslüman hacılar için büyük sı­kıntılara sebep olan bu bürkeleri, masrafları kendisi tarafından karşılanmak üze­re tamir ettirmeyi düşünür. Bu dönemde Haremeyn, Memlûk idaresine bağlı olduğu için Fâtih, düşünce ve tasavvurlarını Mısır idarecilerine bildirir. (13)

Osmanlıların takip ettiği siyaset, idaresi altında bulunan değişik din, mez­hep ve ırklara mensup insanları sömürmek değil, aksine onlara hizmet etmekti. Bugün, Avrupa kıtasında bağımsız birer devlet olan Osmanlı idaresindeki birçok ülkeye yapılan hizmet, küçümsenmeyecek derecede büyüktür. Bu ülkelere götürülen hizmetin kat kat fazlasının İslâm ülkelerine yapıldığı, hâlen yaşa­makta olan Osmanlı devrine ait tarihî eserlerden ve konu ile ilgili vesikalardan anlaşılmaktadır. Bu söylediklerimiz, Philip K. Hitti tarafından şu ifadelerle doğrulanmaktadır: “İdareci Türkler (Osmanlılar), Arap ülkelerini sömürme ve ko­loni hâline getirme gibi herhangi bir emperyalist düşünce ve teşebbüse asla sâhip olmamışlardır.(14) Gerçekten, Osmanlı’nın, Arap, milletine karşı takındığı ta­vır, emperyalist bir tavır değildir. Bunun içindir ki Osmanlı, Arapların eko­nomik kaynaklarını sömürmek maksadıyla onları Anadolu’ya nakletme gibi bir hareketin içinde olmamıştır. Osmanlıların inancına göre Araplar, ekonomik yön­de sömürülmesi lâzım gelen ikinci sınıf bir vatandaş değildir. Aksine malî sı­kıntı içinde bulunduklarından, kendilerine yardım edilmesi gerekmektedir. Topyekûn Osmanlının anlayışı buydu. Zira Osmanlıya göre, insan olarak hiç kim­se bir başkasından üstün değildir. İnanılan Kitap (Kur’an) ve kendisine bu kitap gönderilen peygamber, Arap’ın Acem’den, Acem’in de Arap’tan üstün ol­madığını söylüyordu. Bunun içindir ki Osmanlı, kendi ırkından olmayan dindaşını (…) (15) âyetine göre düşünür ve bu düşünceye göre muamele ederdi. Bu anlayışın bir sonucudur ki Osmanlı, Mekke ve Medine fakirlerine yardım etmek İçin vakıflar, imaretler ve sebiller kurma hususunda birbiri ile yarışırdı. Arşivlerimizdeki Ha­remeyn Evkafı ile ilgili binlerce vesika, bu gerçeğin tarihî şâhidi olarak günümüze gelmiş bulunmaktadır.

Haremeyn, Osmanlı idaresine geçtikten sonra, her Osmanlı Sultanı, bu böl­gede bir hayır kurumu bırakmayı arzu ederdi. Bu dönemde, şehirlerde kurulan bu müesseselerin listeleri, çeşitli kaynaklarda verilmektedir. Bu listeleri havi eserlerden biri de Muhammed Emin el-Mekkî’ninkidir. Bu zat, Osmanlı sultan­ları tarafından, buradaki şehirlerde hayrat olarak yapılan eserler ile imar ve inşa edilen yeni müesseseler hakkında geniş bilgi vermektedir. Buna göre Osmanlılar, Anavatanlarından yaptıkları malî yardımlarla bölgedeki faaliyetlere katılmaktadırlar. Böylece bölgenin, çeşitli yönleri ile kalkınmasına yardımcı olu­yorlardı. Evliya Çelebi de bu yardımlar hakkında şunları söylemektedir: "Osmanlı, Mekke halkına çok yardımda bulunur. Zengin vakıflar, Mekke için tahsis edilmiştir. Mekke halkı, Osmanlıdan gördüğü bu ikramı, ne Emevîlerden, ne Abbasîlerden, ne Fâtımilerden, ne Selçuklulardan, ne Eyyubîlerden ve ne de Memlûklülardan görmüştür. O, Medine’ye yapılan yardımlar hakkında da şunları söyler: “Yavuz Sultan Selim, Kanunî Sultan Süleyman, III. Murad, I. Ah­med ve Hürrem Sultan vakıfları vasıtasıyla buradaki fakirlere, karşılıksız da­ğıtılmak üzere her sene 1.400.000 irdeb tahıl gelir.”

Daha önce sözü edilen Muhammed Emin el-Mekkî de Evliya Çelebi’yi doğ­rular mahiyette şunları söylemekten kendini alamaz: “Bin üç yüz seneden beri Hülefâ-i Râşidin ve Ömer b. Abdulaziz bir tarafa bırakılırsa, İslâm hükümdar­ları ve melikleri arasında Osmanlı padişahlarından başka Haremeyn-i Şerifeyn’de bi-hakkın eser bırakmış olanlar; Hz. Peygamberin âli’ne karşı gerçek manada hürmette bulunan başka bir kişi varsa ortaya çıksın. Emevilerle Abbasilerin, Hz. Peygamberin ailesine reva gördükleri muamele bilinmektedir. (16)

Osmanlı’nın, Haremeyn’e yardımı, sadece ekonomik değildir. Bu bölgede, ilmî ve kültürel faaliyetlerin gelişmesini temin için de Osmanlıların büyük bir çaba sarf ettiği, görülür. Nitekim başta Osmanlı sultanları olmak üzere her kademedeki devlet erkânı ile imkân sahibi olan diğer kimseler tarafından va­kıf suretiyle yüksek dereceli medreseler kurulmuştur. Öyle ki, Medine’deki III. Murad ve III. Mehmed medreseleri, devrin, en yüksek tahsil veren medreseleri kabul ediliyordu. (17) Ayrıca Osmanlılar, buralardaki kütüphanelere de merkezden (İstanbul) birçok kitap gönderiyorlardı. 1889 senesi Hicaz vilâyeti salnâmesine göre (Mekke, 1306) Osmanlı padişah ve devlet büyüklerinin Ravza-i Mutahhara ve Mekke için bağışladıkları kitap vs. şöyle sıralanmaktadır: II. Mahmud, Me­dine’de kurdurduğu kütüphaneye 4569 cilt yazma eser bağışlamıştır. Sultan Ab­dulaziz Hz. Peygamberin türbesine 143 parça değerli Uşak halısı göndermiştir, II. Mahmud ve Sultan Abdulmecid, Medine’de birer kütüphane ile birlikte, birer de medrese kurmuşlardır. Abdulmecid Han, kendi kütüphanesine 1659 kitap göndermiştir. Daru’s-saade Ağası Beşir Ağa kütüphanesinde 2063 yazma bu­lunmaktadır. Şeyhülislâm Arif Hikmet Efendi’nin Medine’ye gönderdiği yazma eser sayısı ise 5404’tur. (18) Görüldüğü gibi Osmanlılar, bölgenin ilmi bakımın­dan gelişmesi için de imkânları nispetinde oraya yardımı bir vazife biliyorlardı Gönderilen bu eserler Arapça, Farsça ve Türkçe eserlerdir.

Osmanlı devleti, Haremeyn bölgesinin asayişini temin gayesiyle gerekli çarelere başvururdu. Bunun için bölgede yeni kışlalar inşa ettirir ve asker gönderirdi. Bütün bunlar, buradaki halkı eşkıyadan kurtarmak içindi. Böylece, Mekke ve Medine halkına daha müreffeh bir hayat yaşatılmış olacaktı. Bura­da, asker gönderme ve kışla inşa ettirmenin ekonomi ile olan ilgisi sorulabi­lir. Bunun cevabı ise 16 Safer 1295 tarihli İstanbul Başbakanlık Arşivinde bulunan bir belgede verilmektedir. Belgeden anlaşıldığına göre Avali ve Kurban gibi yerler, Medine’nin bahçeleri olarak kabul edilmektedir. Hurma hasadı mevsiminde Urban eşkıyası, buraları basmakta, bahçeleri yağmalamakta ve halkın bahçelerine gidip hurma toplamalarına mani olmaktadır.(19) Halkın, eş­kıyadan kurtarılması ve hurma mahsulünü alabilmesi için burada yeni kış­laların inşası gerekmektedir. Bu kışlalar için de asker gönderilmesi icap eder. Gene adı geçen belgeden anlaşıldığına göre bu sâyede emniyet sağlanacak, “belde-i mutahhara” ahalisi zulüm ve taaddiden kurtulacaktır.

Burada, bölge için suyun nasıl temin edildiğine de kısaca temas etmek istiyoruz. Gerçi ilk bakışta, ekonomik hayatla pek ilgisi yokmuş gibi görünse de aslında, insan hayatı için vazgeçilmez bir unsur olan suyu, ekonomik ha­yatın dışında tutmak mümkün değildir. Biz, 1883 senesinde, Osmanlı idaresin­ce, Vâdi-i Nu’man’dan Mekke’ye suyun getirilmesi için nasıl çalışıldığına temas etmek istiyoruz. Vadi-i Nu’man, Mekke’ye sekiz saatlik bir mesafede bulun­maktadır. Buradan başlamak üzere geceli gündüzlü o sıcak vadilerde üç bin kadar insan, dört sene gibi uzunca bir zaman çalışarak bunu sağlayabildi. Ge­tirilen bu su, Mekke’nin her mahallesinde birer tane olmak üzere 18 depo ve çeşmeye, Harem-i Şerif çevresinde, Müslüman hacıların abdest almaları için inşa ettirilen, müteaddit musluklu çeşmelere akıtılmıştı. Böylece, Mekke halkı rahat bir nefes alma imkânına kavuştu. Bundan başka bu su, hastane, imaret, kışla ve diğer devlet dairelerine de getirilmişti. (20) Burada, benzer çalış­maların Cidde ve Mina gibi yerler için de yapıldığını belirtmekle yetiniyoruz.

Bütün bunlar, Osmanlı idaresini Haremeyn bölgesi için günün imkânla­rına göre nasıl çalışıp çaba sarf ettiğini göstermektedir.

Osmanlıların, Haremeyn bölgesine yaptıkları iktisadi yardımları gösteren delillerden biri de Surre Defterleridir. Daha önce bahsi geçen elimizdeki def­tere göre İstanbul’dan başlamak üzere pek çok yerde değişik meslek erbabına atiyeler verilmektedir. Aşağıdaki tabloda Beyrut limanından Mekke’ye ka­dar dağıtılan yardım miktarı görülecektir. Bu tabloya, İstanbul’dan Beyrut’a kadar dağıtılan yardımlar dâhil olmadığı gibi, hizmetlilere verilen ücretler de dâhil değildir.

Yardım alanlar

Yapılan Yardım(kuruş)

Kurban

Biniş

Fakirler

İmam,Hatib, Müezzin

12.450

39

vs. Hayrat hademesi

2.900

10

Müderris ve Muhatabı

400

5

Şeyh, Derviş, Türbedar 5.300

6

Talebe

500

Küçük çocuklar

110 takım elbise.

Al kaput, altın saat ve acem şalı gribi hediyeler bu listeye idhal edil­memiştir.

Bu yardımlar, rastgele zamanlarda herkese verilen birer yardım değildir.

Burada, bir konuya daha temas etmek istiyoruz. Surre vasıtasıyla yapı­lan bu yardımlar, rastgele zamanlarda herkese verilen birer yardım değildir. Bulunan bir vesikaya göre bu yardımların kimlere yapılacağı çok daha önce­leri tespit edilmiş bulunmaktadır. Bu bakımdan yardım yapılacak kimse, herhangi bir sebepten dolayı (ölüm gibi) bunu alamamışsa, o zaman mirasçı­ları gerekil makamlara müracaat edip mirasçı olduklarını ispata çalışırlardı. Ancak bundan sonra kendilerine surreden ayrılan hisse verilebilmektedir.

(*) 20-25 Ocak 1984 tarihinde, Tunus’taki bir kongrede Arapça okunan tebliğin Türkçesidir.

(1) Sultan II. Abdulhamid’in Kuşçubaşı’sı olan ve 1322 (1904) senesi için Surre Emini tayin edilen Osman Efendi’nin İstanbul’dan başlamak üzere neler yapması, kimlere ne miktarda para vermesi, nerelerde ne kadar kurban kesmesi lazım geldiğini gösteren defter, adı geçen zatın torunu muhterem Rüştü Erkuş Bey’de bulunmaktadır.

(2) Herbert, Adams Gibbons, Osmanlı İmparatorluğunun Kurulusu, trc. Râğıb Hulusi, İstanbul 1928, s. 58.

(3) Şinasi Altundağ, Osmanlı İmparatorluğunun Vergi Sistemi Hakkında Kısa Bir Araştırma, Ankara, 194,7, s. 189.

(4) Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi (TSMA), E. 5006.

(5) 14 Cemaziyelahir 1016 tarihli hüküm. BA. Mühimme Defteri nr. 76, s.96.

(6) 4 Rebiülevvel 1232 tarihli belge. BA. Cevdet (Belediye) nr. 1592.

(7) İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1972, I, 495.

(8) Ömer Lütfi Barkan, “Osmanlı İmparatorluğu Teşkilât ve Müesseselerinin Şer’iliği Meselesi” İHFM, (1945), XI/3-4, 209.

(9) Geniş bilgi için bak. Adı geçen kanunnâme, vr. 28 a.

(10) Hezarfen, Hüseyin Efendi, Telhisü’l-Beyân fi Kavanin-i Âl-i Osman, vr. 53 a’dan naklen bk. Ziya Kazıcı, Osmanlılarda Vergi Sistemi, İst. 1977 s. 86.

(11) Abdulaziz Dehlevî, Bostanu’l-Muhaddisin, trc, Ali Osman Koçkuzu, Konya 1979, s. 7 (Basılmamış Ders Notları)

(12) BA., Cevdet (Maliye) nr. 1646.

(13) Şehabeddin Tekindağ, “Fatih Devrinde Osmanlı-Memlûklü Münasebetleri”, İÜEF, Tarih Dergisi (1976) sayı 30. s. 77.

(14) Philip K. Hitti, Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, trc Salih Tuğ, İstanbul, 1981, IV, 1106.

(15) Kur’ân, Hucurat, 13.

(16) Muhammed Emin el-Mekkî, Hülefa-ı İzam-ı Osmaniye Hazeratınm Haremeyni’ş-Şerifeyndeki Asar-ı Mebrûre ve Meşkûreleri, İstanbul 1318, s. 4

(17) Ziya Kazıcı - Mehmet Şeker, İslâm Türk Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1982, s. 157.

(18) Adı geçen Salnameden naklen bk. Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1979, XIV, 46.

(19) BA. İrâde (Dâhiliye), nr. 2720.

(20) Muhammed Emin el-Mekkî, age. s. 12.