HİCRET’İN FIKHİ YÖNÜ
Dr. Ahmed ÖZEL
Hicret hadisesi tarihî, içtimaî, siyasî ve hukukî birçok yönden üzerinde durulması ve incelenmesi gereken bir mevzudur. Allah Rasulü ve kendisine tabi olan ilk Müslümanların yıllarca Mekke’de maruz kaldıkları zulüm ve baskıdan sonra Medine’ye hicret etmeleri, tarihî bir olay olarak bir zulümden kaçış ve melce arayışı şeklinde kendisini göstermiştir. Fakat hicreti yalnız bu dışyüzüyle görüp değerlendirmek hicreti anlamamaktır. Şüphesiz, birçok eski peygamber ve kavimlerin hayatlarında da bu tür hicret olayları gözlenmektedir. Ferdî veya toplu şekilde vuku bulan bu hicret olaylarının bazı ortak ve benzer yönleri elbette mevcuttur. Ancak Allah Rasulü ve ashabının hicreti, gerek mana ve mahiyeti ve gerekse doğurduğu sonuçlar bakımından, bizim için ayrı bir önem taşımaktadır. Denebilir ki Medine’ye hicretin diğer hicretlere nispeti, son risâletin evvelki risâletlere nispeti gibidir.
Siyasî açıdan Medine’ye hicretin anlam ve hedefini, Kur’an-ı Kerîm’in bir âyetinde şöyle müşahede etmekteyiz:
“Ve şöyle de: Rabbim Beni sıdk girdilişi ile girdir, sıdk çıkarışı ile çıkar ve tarafından bana hakkıyla yardım edici bir hüccet (i kâhire ve kudret-i kâmile) ver”.(1) Katade (r.a)”nin yorumuna göre, Allâh Rasulü (s.a.v), davasının bir kuvvet ve otorite olmadan yürümeyeceğini anlayınca, kendisine hicretten hemen önce nazil olan bu âyette kuvvet ve iktidar için dua etmesi emredilmiştir (2) ki, hicretle bu siyasî hedefin ilk adımı atılmış ve daha sonra merhale merhale bu gayeye ulaşılmıştır. Buna bağlı olarak hicret olayı birçok fıkhî sonuçlar da doğurmuştur. İşte burada, hicretin bu sonuçları ve ilgili hükümler üzerinde durulacaktır.
Hicretle ortaya çıkan en önemli durum, şüphesiz, Müslümanların bir yurt edinmiş olmalarıdır. O zamana kadar uğradıkları zulüm ve baskıdan dolayı yurtlarını terk ederek iki defa Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar, bu defa yurtlarıyla ilgilerini bütünüyle keserek Medine’ye hicret etmişlerdi. Hicretten önce Müslümanlar için siyasî bir teşkilatlanma söz konusu olmadığından, hukukî açıdan bir ülkeye, siyasî iktidarlarının hâkimiyet ve faaliyet alanı olan bir yurda da sahip değillerdi. Hicretin hemen ardından siyasî teşkilatlanmaya yöneldikleri gibi, siyasî ve hukukî anlamda bir yurt da edinmiş oluyorlardı. Bu husus o kadar önemliydi ki, bu ilk dönemde, İslâm’a girenlerden gücü yetenlerin Medine’ye hicret etmeleri hem bir fariza hem de hicret etmeyenlerin ulaşamayacağı eşsiz bir faziletti. Bu, gerek İslâm toplumunun güçlenmesi, gerek İslâm’a girenlerin zulüm ve baskıya maruz kalmadan yaşamaları ve İslâm esaslarını öğrenmeleri için zarurî idi. Hicretin bazı önemli sonuçlarının belirtildiği, bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
Süleyman b. Büreyde’den, O da babasından şöyle rivâyet etti: Rasulullah (s.a.v.) bir seriyye veya ordunun başında bir kumandan gönderdiğinde, ona kendisi ve beraberindeki Müslümanlar hakkında hayrı ve takvayı tavsiye ederdi ve buyururdu: Müşriklerden düşmanınıza kavuştuğunuzda, onları şu üç husustan birini tercihe davet et ve bunlardan hangisine icabet ederlerse kendilerinden kabul ederek onlardan el çek: Onları İslâm’a davet et, eğer sana icabet ederlerse, kabul et ve sonra onları kendi yurtlarından Dârul-muhâcirîn’e(3) (muhacirlerin yurduna) göçmeye davet et. Onlara bildir, eğer bunu yaparlarsa, muhacirlerin leh ve aleyhine olan hükümler onların da leh ve aleyhine olacaktır. Eğer böyle yapmaz da kendi yurtlarını tercih ederlerse, bildir ki, onlar Müslümanların Arapları (bedevi Araplar) gibidirler, binaenaleyh onlara da Müslümanlara uygulanan hükümler uygulanır. Müslümanlarla birlikte cihat etmezlerse, kendilerine feyy ve ganimetten nasip yoktur. Eğer İslâm’a girmeği kabul etmezlerse, onları cizye vermeğe davet et, icabet ederlerse kabul et ve kendilerinden el çek. Eğer bundan da yüz çevirirlerse, Allâh’u Teâlâ’ya güven ve onlarla savaş...” (4)
Şimdi evvelâ bu hadisten çıkan fıkhî sonuçlar ve daha sonra da hicretle ilgili diğer hükümler üzerinde duralım:
BAŞLANGIÇTAN MEKKE FETHİNE KADAR HİCRETİN HÜKMÜ
Yukarıda zikredilen hadis-i Şerifte Allah Resulü’nün (s.a.v) "sonra onları yurtlarından Dârul-muhâcirîn’e göçmeğe davet et” sözlerinden de anlaşıldığı gibi, başlangıçtan Mekke fethine kadar, İslâm’a girenlerin kendi yurtlarını terk ederek Medine’ye hicret etmeleri bir fariza idi. Çünkü Medine’deki Müslümanların sayısı az olduğundan Rasulullah’ın onlara ihtiyacı vardı. Yeni Müslüman olanların İslâm hükümlerini öğrenmeleri ve İslâm toplumunun çekirdeğini oluşturan Ensar ve muhacirlere destek olmaları için bu iltihak zarurî idi. Medine’ye hicretin bu farz oluş keyfiyeti Mekke fethine kadar devam etmiştir. Allah Resulü’nün “Fetihten sonra hicret yoktur” hadisi şerifi de buna delâlet etmektedir.(5)
İmam Şâfiî hicretin bu ilk dönemi için şöyle der; Esasen Medine’ye hicreti takip eden ilk zamanlar hicret farz kılınmadığı gibi, Mekke’de ikamet de haram değildi. Medine’ye hicretten sonra cihat ilkönce mubah ve daha sonra da farz kılınınca, düşmanlar arasında kalıp da hicret etmeyenlere baskı ve zulümler iyice arttı. Bunun üzerine, fitneye maruz kalıp da karşı koyamayanlarda hicrete gücü yetenlerin hicret etmeleri farz kılındı. Bu sebeple, hicretten geri kalıp da ölenler için Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyuruldu: “Öz nefislerinin zalimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki; “ne işte idiniz?”. Onlar: “Biz yeryüzünde (dinin emirlerini tatbikten) acizlerdik. Melekler de: “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Siz de hicret edeydiniz ya” derler. İşte onlar, onların barınakları Cehennemdir. O ne kötü bir yerdir” (6) Ancak, hicrete muktedir olamayanların (musta’zaflar) özrü beyan ve kabul edildi: “Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zaaf ve acz içinde bırakılıp da hiçbir çareye gücü yetmeyen ve (hicrete) bir yol bulamayanlar müstesna”.(7) Diğer taraftan, göç etmeye muktedir olanlara hicretin farzlığı, dinleri hususunda fitneye maruz kalanlar içindir. Çünkü Allah Resulü (s.a.v.), Hz. Abbas (r.a.) gibi fitneden korkuları olmayan bazılarına Mekke’de kalma müsaadesi vermişti. Bunun gibi, ordu kumandanlarına da, yeni Müslüman olanları hicrete davet etmeleri hususunda talimat verilmiş, buna uymayanların muhacirlere ait haklardan istifade edemeyecekleri beyan edilmişti. Böylece, yeni İslâm’a girenler hicret hususunda serbest bırakılmakla ancak kendilerine helâl olan bir hususta muhayyer kılınmış oluyorlardı. (8)
MEDİNE’YE HİCRET EDENLERLE ETMEYENLERİN CİHÂD, GANİMET VE ZEKÂT HUSUSUNDA TABİ OLDUKLARI HÜKÜMLER
Hz. Peygamber’in ordu kumandanlarına verdiği talimatta geçen “..hicret ederlerse, muhacirlerin leh ve aleyhine olan hükümler onların da leh ve aleyhine olacaktır” ifadesi hususunda âlimler şu açıklamada bulunmaktadırlar: Muhacirler muhtelif kabilelerden kimselerdi. Allah için yurtlarını terk ederek Medine’yi vatan edinmişlerdi. Çoğunun ne toprağı ne de hayvanı vardı. Allah Resulü (s.a.v.), onlara feyyden infakta bulunuyordu. Muhacirlerin lehine olan bu duruma karşılık, çölde yaşayan bedevî Müslümanların, savaşa katılanlar hariç, bundan nasipleri yoktu. Savaşa katılanlar ise, ganimetten sehimlerini alıp giderlerdi. Diğer taraftan, muhacirler cihâd ve umumî seferberlik (nefîr-i âmm) ilanı halinde, savaşa katılmakla mükelleftiler. Onlarda kifayet oldukça, bedevî Müslümanlar savaşa katılmak mecburiyetinde olmadıkları gibi, cihâddan geri kalmaları sebebiyle itaba da muhatap değillerdi. (9)
Mezkûr hadiste geçen “... kendi yurtlarını tercih ederlerse, bildir ki, onlar Müslümanların Arapları gibidirler, onlara da Müslümanlara uygulanan hükümler uygulanır” ifadesi de şu şekilde izah edilmektedir: Bedeviler, Müslüman olmakla İslâm hükümleriyle mükelleftiler, onlara da İlâhî ahkâm tatbik edilirdi. Ancak bunlar, cihâda katılmadıkları için feyy ve ganimetten nasipleri yoktu. Hicret edenler, bilfiil cihâda katılmasalar bile ganimette nasipleri vardı. (10) Ancak, İmâm Şâfiî’ye göre, hicret etmeyenlerden zekâta müstahak olanlara zekât verilir. O’na göre zekât. feyyden nasibi olmayanlara, feyy ise askerlere aittir. Feyy ehline zekât, zekât ehline de feyy verilmez, İmâm Şâfiî’nin delili de bu hadistir. Zekât ehli, hicret etmeyen ve savaşmayanlardır. Resulullah (s.a.v.) zamanında zekât ehli "Arap”, feyy ehli de “Muhâcirun” diye isimlendirilmişti.(11) İmâm Ebu Hanife ve Mâlik’e göre ise zekât ve feyy aynıdır, biri diğerinin yerine harcanabilir. (12)
MEKKE FETHİ’NDEN SONRA MEDİNE’YE HİCRETİN SON BULMASI
Müslümanlar Mekke müşriklerinin zulüm ve baskısından Medine’ye hicretle kurtularak orayı yurt edinince, İslâm’a yeni girenlerin de hem yeni kurulan İslâm toplumuna destek olmaları hem de İslâm esaslarını öğrenme imkânına kavuşmaları bakımından onlara katılmaları gerekiyordu. Bu sebeple, dinî bir vecibe olması yaranda, hicretin bir Müslümana kazandıracağı manevî mertebe de büyük ehemmiyet arz ediyordu. Hicret edenler, fazilette diğerlerinden üstündüler. Bu husus Kur’ân-ı Kerîm’de de belirtilmiştir:
“(Bilhassa o feyy) hicret eden fakirlere aittir ki onlar Allah’dan fazl (u inâyet) ve hoşnutluk ararlar ve Allah’a ve Peygamberine (mallarıyla, canlarıyla) yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından (mahrum edilerek) çıkarılmışlardır, işte bunlar sâdıkların ta kendileridirler. Onlardan evvel (Medine’yi) yurt ve iman (evi) edinmiş olanlar, kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç (meyli) bulmazlar. Kendilerinde fakr u ihtiyaç olsa bile (onları) öz canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunursa işte muratlarına erenler onların ta kendileridir.” (13)
Allâh Resulü (s.a.v.) zamanında hicretle ilgili bu durum, Mekke Fethine kadar devam etti çünkü bu müddet zarfında Müslümanlar güçlendiğinden inançları hususunda zulüm ve baskıya maruz kalmaları artık söz konusu değildi. Medine’de Müslümanlar hâkim oldukları gibi, fetihle birlikte Mekke’de İslâm ülkesine katılmış oluyordu. Bu sebeple, Mekke Fethinden sonra, Medine’ye hicret artık son bulmuş oluyordu. Bu husus bazı hadislerde açıkça belirtilmiştir:
Ibn Abbâs’dan (r.a.): "Resulullah (s.a.v.), Mekke Fethi günü şöyle buyurdular: Fetihden sonra hicret yoktur, ancak cihâd ve niyet kalmıştır. O halde cihâda çağrıldığınızda icabet edin”.(14) Şârihler bu hadisi şöyle açıklarlar: Yani Mekke’nin fethiyle, Medine’ye hicretin fazileti artık son buldu. Ancak, cihâd ve her amelde hayra niyet gibi hicret faziletine eş birtakım davranış ve amellerde bulunmak her zaman mümkündür. (15) Cihâd, her şeyde hayra niyet, Allâh rızası için ilim tahsili ve din uğrunda fitneden kaçmak gibi ameller, o faziletli hicretin değerine eş fiilerdir. Fetihle dârulislâm olan Mekke’den hicretin artık son bulmasına karşılık, dârulharbten darulislâma hicret kıyamete dek devam edecektir, (16)
Bu hususla ilgili başka bir rivâyet de şöyledir: Ya’lâ b. Ümeyye, babası Ümeyye’yi fetih günü Resûlullah’a (s.a.v.) getirerek; “Ey Allah’ın Resulü, hicret üzere babama biatte bulununuz’’ dedi. Allah Resulü de: “Onunla cihâd üzere biatte bulunurum, hicret artık sona ermiştir” buyurdular”.(17) Yani o faziletli hicret artık yok, diğerleri var.(18) Bu hâdisi şerif, dârulislam olması sebebiyle artık Mekke’den hicret edilemeyeceğine işaret ettiği gibi, başka herhangi bir yerden Medine’ye hicrete gerek kalmadığını da belirtmektedir çünkü İslâm her yerde ve özellikle Medine’de hâkim durumdaydı. Oraya kimsenin hicretine ihtiyaç kalmadığından, hicret artık farz değildi. Buna karşılık, dârulharbten dârulislâma hicret devamlı olarak bir vecibedir. (19) Zira hicretten maksat, inançları sebebiyle Müslümanların zulüm ve baskıya maruz kalmamaları ve Medine’dekilere destek olmalarıydı. Bu fitne meselesi ise küfür ülkesinde bulunan Müslüman için her zaman söz konusudur. (20)
Mekke fethiyle hicretin son bulduğuna dair bu hadisler yanında, bazı hadislerde de hicretin kıyâmete kadar devam edeceği belirtilmiştir. Mu’âviye (r.a.)’den: Allâh Resulü’nü (s.a.v.), üç defa “Tövbe sona ermedikçe hicret sona ermez, güneş batıdan doğuncaya kadar da tövbe son bulmaz” buyururken işittim. (21) Bir başka hadiste de “Küffârla savaşıldıkça hicret sona ermez” buyrulmuştur. Bu hadislerde, gayrimüslim bir ülkede Müslüman olan kimsenin İslâm ülkesine hicreti kastedilmiştir. Bu yorumla hicretin sona erdiği ve devam edeceği hususundaki rivâyetler arasında uygunluk sağlanmış olur.(22) Hicretle ilgili olarak zikredilen bu rivâyetlerden anlaşılacağı üzere fetihten sonra Mekke’den hicret artık sona erdiği gibi, o zamana kadar üstün bir fazilet arz eden Medine’ye hicret hususu da son bulmuştur. Buna karşılık, dârulharbte İslâm’a girenlerin dârulislâma hicret etmesi keyfiyeti ise kıyâmete dek devam edecektir.
GENEL OLARAK HİCRETİN HÜKMÜ
Hicret, terk demektir. Bir şeye hicret, başkasından ona intikâl anlamına gelir. Din ıstılahında ise, hicret, Allah’ın nehyettiği şeyi terk etmektir.(23) Nitekim Allah Resulü (s a.v.) de, “Muhâcir, kötülüğü terk eden ve Allah’ın yasakladığı şeylerden hicret edendir” buyurmuşlardır. (24)
İslâm’da hicret iki türlü olmuştur:
a) Korku ülkesinden (dârul-havf), emniyet ülkesine (dârul-emn) hicret. Habeşistan hicreti ile. Mekke’den Medine’ye hicretin ilk başlangıcı gibi.
b) Dârulküfrden dârulislâma hicret. Bu da, Allah Resulü’nün Medine’ye iyice yerleşmesi ve gücü yeten Müslümanların O’na hicret etmelerinden sonraki devreyi kapsar. O zamanlar hicret Medine’ye göçmeye münhasırdı. Mekke fethinden sonra bu inhisar kaldırıldı ve hicret genelde gücü yeten Müslümanların dârulharbten göçmeleri şeklinde baki kaldı. (25)
İcmaen kıyamete dek hükmü baki olan bu hicret hususunda fukaha şu tafsilatta bulunmuştur (26):
a) Dârulharbte dinini izhara muktedir olmayan ve farzları yerine getiremeyenlerin dârulislâma hicret etmeleri, hicrete güç ve imkânları varsa vaciptir. Bu durumda, dârulharbte ikamet haramdır. Kadınlar, yanlarında mahremleri bulunmasa da, hicrete imkânları varsa hicret etmeleri gerekir. Bu hususta deliller şunlardır:
Kur’an-ı Kerim’den;
"... îmân getirip de hicret etmeyenlere ise, hicret edecekleri zamana kadar, sizin onlara hiçbir şey ile velâyetiniz yoktur”. (27)
"Öz nefislerinin zalimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: “ne işte idiniz?”. Onlar: “biz yeryüzünde (dinin emirlerini tatbikten) âcizlerdik” derler. Melekler de: “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Siz de orada hicret edeydiniz ya” derler, işte onlar, onların barınakları cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan za’f ve acz içinde bırakılıp da hiçbir çareye gücü yetmeyen ve (hicrete) bir yol bulamayanlar müstesna, işte onlar, Allah’ın onları affedeceğini umabilirler. Allah çok affedici, çok yarlıgayıcıdır”. (28)
Ayetteki bu şiddetli va’îd vücuba delâlet eder. Ayrıca, dinin vaciplerini (farz) yerine getirmek, ona muktedir olanlara vaciptir. Vacibin ancak kendisiyle tamamlandığı şey de vaciptir. O halde hicret etmedikçe vacipleri yerine getirmek, mümkün değilse, hicret vacip olur.
Hadisten;
Allah Resulü (s.a.v.), “Müşrikler arasında ikamet eden Müslümandan beriyim...” (29) buyurmuşlardır. Daha sonra üzerinde durulacak bu hadisi şeriften de hicretin gerekliliği anlaşılmaktadır.
b) Hicret hükmünden istisna edilenler: Dârulharbte dinin emirlerini yerine getiremeyenlerden, hicrete güç ve imkânları bulunmayanlar hicret hükmünden istisna edilmişlerdir. Yukarıda zikredilen âyette bu husus belirtilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de kendilerinden “Mustaz’aflar” diye söz edilen bu durumdaki Müslümanlar, hicrete imkân buluncaya kadar dârulharbte kalma ruhsatına sahiptirler.
c) Hicret etmeleri müstehab olanlar: Dârulharbte dinin emirlerini serbestçe yerine getirip de bu hususta fitneye maruz kalmayanların dârulislâma hicret etmeleri vacip değil müstehabdır. Bu durumda olanlara hicretin vacip olmaması, dinin emirlerini getirmek hususunda bir baskı ve zulme maruz kalmamalarıdır. Bunlara hicretin müstehablığı ise, bir Müslümanın İslâm toplumu içinde yaşamasının sosyal ve siyasal yönden gerekli oluşu ve İslâm dışı bir toplumda kendi inanç ve hayat tarzını paylaşmayanlarla birlikte yaşamasının zarar ve mahzurlarından ileri gelmektedir. Yukarıda zikredilen hadisi şerif yanında bazı âyeti kerimeler de buna işaret etmektedir:
“Ey iman edenler, Yahudileri de Nasranîleri de kendinize yâr (ve üstünüze hâkim) edinmeyin. Onlar (ancak) birbirinin yârânıdırlar. İçinizden kim onları dost (ve hâkim) edinirse, o da onlardandır. Şüphesiz, Allah o zalimler güruhuna muvaffakiyet vermez”. (30)
Diğer taraftan, bu durumda olan Müslümanlar, dârulharbte ikamet etmekle her an onlara meyletme tehlikesiyle karşı karşıya oldukları gibi, gayrimüslim topluluğun çok görünmesine de yardım etmiş olurlar. Dinlerini izhara ve yaşamaya muktedir olsalar bile, orada acz ve hâkimiyet altındadırlar. İslâm ülkesine hicret etmekle hem Müslümanlara destek ve yardımcı olurlar, hem de gayrimüslim bir toplumda kalarak Allah’a isyana ve münkire şahit olmaktan kurtulurlar.
Dârulharbte dinin emirlerini ifaya muktedir olan Müslümanların hicret etmelerinin vacip olmayışına bir delil de, Allah Resulü’nün (s.a.v.), amcası Abbâs’a (r.a.) Mekke’de ikamet müsaadesi vermiş olmasıdır. Ayrıca, Benî Adiyy kabilesinin yoksul ve yetimlerini barındıran Nuaym en-Nahhâm hicret etmek istediğinde, kavmi ona gelerek, dininin icaplarını yerine getirmede tamamen serbest olacağını belirtip aralarında kalmasını istediler. O da bir müddet kaldıktan sonra hicret ettiğinde Allah Resulü (s.a.v.) ona şöyle buyurmuştu: “Kavmin sana benim kavmimin bana muamelesinden hayırlı çıktı. Kavmim beni yurdumdan çıkardı ve beni öldürmek istedi. Senin kavmin ise seni korudu ve sana eziyete mani oldu”.
O da :“Ey Allah’ın Resulü, aksine, senin kavmin seni Allâh’a taata ve düşmanlarıyla cihâda çıkardı. Benim kavmim ise beni hicretten ve Allah’a itaatten alıkoydu” dedi. (31)
Şâfiî âlimlerin belirttiğin göre, dârulharbte dinini izhara muktedir olan Müslüman, orada İslâm’ın zuhur ve yayılmasını umuyorsa, kalması hicret etmesinden efdaldir. Orada imtina ve itizale muktedir olup da hicretiyle de Müslümanlara yardımcı olması söz konusu olmazsa, orada ikame vaciptir çünkü şafiî fukahaya göre, darulharbte Müslümanın imtiha ve itizale, yani onlara karşı kendisini korumaya ve müstakil olarak yaşamaya muktedir olduğu yer dârulislâmdır, orayı terk ederse o yer dârulharbe dönüşeceğinde, terki caiz değildir. (32)
Daha önce belirtildiği gibi Mekke Fethi’nden önce, dinlerini izhara muktedir olmayıp da hicrete imkânı olanların, Allah Resulü’ne yardım İslâm esaslarını öğrenmeleri bakımından, hicret etmeleri farzdı. Bunlara, tekrar kendi yurtlarına dönme ve Resulullah’ı terk etme ruhsatı da verilmedi. Vedâ Hutbesi’nde “Hiçbir muhacir, ibadetlerini îfadan sonra Mekke’de üç günden fazla kalmasın” buyruldu. Bu husus yalnız Mekke ehline münhasırdı. Allah onları methetmiş ve yalnız onlar için “Muhâcirler” tabirini kullanmıştır. Diğer dârulharblerden gelenler, ülkeleri dârulislâma dönüşünce geri gidebilirler. (33)
Bazı Hanbeli âlimlerin belirttiğine göre, dârulharbten ayrı olarak, raks ve i’tizâlî fikirler gibi bazı sapık âdet ve görüşlerine hakim olduğu beldede, bâğî (âsî)lerin elinde bulunan yelden de hicret etmek vaciptir(34) İmâm Mâlik de Selef’e küfreden beldelerde ikameti mekruh addedendi. (35)
DARULHARBTE İKÂMET
İslâm’ın mücerret bir inançtan öte bir hayat ve yaşayış tarzı, bir dünya görüşü oluşu, Müslüman İslâm esaslarının hâkim oluşu bir toplumda kendi inanç ve yaşayışını paylaşanlarla birlikte yaşamasını gerekli kılmaktadır. Kur’ân ve Sünnet’te bu husus üzerinde önemle durulmaktadır. Geçen kısımlarda bu konuyla ilgili bazı âyetler zikredilmiştir. Dârulharbte İkamet ile ilgili bir hadisi şerif şöyledir;.Ömer b. Abdullah’dan (r.a.): Allah Resulü (s.a.v.) Has’am kabilesine bir seriyye gönderdi. Baskın esnasında secdeye kapanan bir grup insan da o arada öldürüldü. Durum Resulullah’a bildirilince, onlar için yarım diyet tazminata hükmetti ve şöyle buyurdu: "Müşrikler arasında ikamet eden Müslümandan beriyim”. Neden ey Allah’ın Resulü? diye sorduklarında: “Ateşlerini görmüyor musun?” buyurdu. (36) Hadiste sözü edilen Müslümanlar, Müslüman oldukları anlaşılır da düşmanla birlikte öldürülmezler diye secdeye kapanmışlardı. Bu hadisten anlaşılacağı üzere, birisi ateş yakınca diğerinin görebileceği kadar yakın bir mesafede Müslümanların gayrimüslimlerle beraber yaşamaları yasaklanmış olup, bu da hicretin gerekliliğini ifade eder. (37)
Semure b. Cundeb (r.a.)’in Nebî (s.a.v.)’den yaptığı rivâyette şöyle buyrulur; “Müşriklerle ikamet etmeyin, onlara karışmayın. Kim onlarla ikamet eder veya onlara karışırsa, onlar gibidir”. (38)
İslâm toplumu dışında yaşamak, yalnızlık ve zaaf hissi uyandırır. Aşağılık duygusu doğurarak gitgide gayrimüslimlere tabi olmağa yol açar. Hâlbuki İslâm, Müslümanın kendisini güçlü izzetli ve hâkim hissetmesini, kendi üzerinde Allah’ın sultasından başka hâkimiyet duymamasını ister. Bu sebepledir ki İslâm hâkimiyetinin bulunmadığı yerde ikamet haram kılınmıştır, meğerki orada dinin icaplarını ifaya muktedir ve bu hususta fitneden emin olunsun. Aksi takdirde, hicrete muktedir olur da hicret etmezse, mezkûr hadiste de belirtildiği gibi, İslâm ondan beridir. Zelil ve hakir olmamak için böyle yerlerden hicret gerekir. Yoksa içinde bulunduğu hale alışarak sesini çıkarmazsa, nefsine zulümle Allah’a küfretmiş olur.(39)
Hicretin Tevârüse Tesiri
Hicretin farz olduğu ilk dönemlerde, hicret etmiş bir Müslümanla dârulharbte İslâm’a girmiş ve henüz hicret etmemiş bulunan akrabası arasında mirasçılık cereyan etmezdi. Hicret eden Müslümanın dârulharbte müstemen olarak bulunması bile bunun için yeterli değildi. Buna delil şu âyet-i kerime’dir:
"... iman getirip de hicret etmeyenlere ise, hicret edecekleri zamana kadar, sizin onlara hiçbir şey ile velâyet’niz yoktur”. (40)
Mirâs velâyete dayanır, velayet kopukken tevarüs de cereyan etmez.Ancak, bu hüküm Mekke’nin fethine kadar devam etmiştir çünkü Mekke’nin fethiyle hicretin hükmü “Fetihten sonra hicret yoktur” hadisiyle neshedildiği gibi, “...Hısımlar Allah’ın Kitabı’nda birbirine daha yakındırlar” (41) âyetiyle de, Müslümanlar arasında tevarüsün hicrete değil de akrabalık bağına dayandığı anlaşılmakta ve evvelki hüküm neshedilmiş bulunmaktadır. (42)
Hicretin can ve malın masumluğuna tesiri
Şafiiler, Hanbelîler ve bazı kaynakların belirttiğine göre Mâlikîler, dârulharbte İslâm’a girip de henüz dârulislâma hicret etmemiş bulunan Müslümanın can ve malının hukuken masum olduğu görüşündedirler. Onlara göre, bu Müslümanın can ve malına tecavüz kısas ve tazmini gerektirir. O yerin fethedilmesi halinde de mal ve mülküne ganimet hükmü uygulanamaz. Hanefilere göre ise, hicret etmeyen Müslümanın can ve malı diyâneten masum olsa bile hukuken masum değildir, öldürülmesi halinde yalnız kefarete hükmedileceği gibi, bir istila halinde elinde bulunan menkul mallan dışındaki emlakine ganimet hükmü uygulanır. Hicret etmeyen Müslümanların mallarının hukuken masum olmaması sebebiyle, Ebû Hanife’ye göre onlar arasında cereyan eden faizli ve fasid akitler caiz olduğu gibi, dârulharbe emanla giren bir Müslümanın onlardan faiz alması da caizdir. (43)
HİCRET VE İMAMLIKTA ÖNCELİK
Ukbe b. Amr (r.a.)’den: Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Bir topluluğa Allah’ın Kitabı’nı en iyi okuyanları imamlık eder, kıraatte eşitlerse Sünneti en iyi bilenleri, Sünnet’te eşitlerse hicrette önde gelenleri...”. (44)
Ahmed b. Hanbel’e göre, namazda imamette, kıraat ve fıkıh bilgisinde eşit olunması halinde, yaşlı oluşa değil de dârulharbten dârulislâma hicrette önceliğe itibar edilir zira hicret bir ibadetler, onu ilk önce yapan namazı kıldırmaya daha layıktır. (45)
Hanefî imamlarıyla Şafiî imamları ekseriyeti hicretin Mekke fethiyle sona erdiği gerekçesiyle, kıraat ve fıkhî bilgiden sonra vera ve fazileti nazara almışlardır çünkü hicret de bir anlamda günahlardan uzaklaşmak ve takvaya ulaşmaktır. Allah Resulü zamanında: hicret Mekke fethiyle sona erdiğinden, onun yerine, günahlardan hicret sayılan vera konmuştur. (46)
Ancak, eş-Şevkânî, imamette önceliği gerektiren bu hicretin, Allah Resulü devrine has olmadığını, kıyamete dek hükmü bâki bulunan hicret olduğunu; “Fetihten sonra hicret yoktur” hadisinden maksadın Mekke’den Medine’ye hicretin sona erdiği veya Fetihten sonraki hicretin evvelki hicretin faziletine ulaşamayacağı olduğunu belirtir ve bu yorumun, hicretle İlgili hadisler arasında uygunluk sağlamak bakımından gerekli olduğunu söyler. (47)
(1) el-İsrâ (17)/80
(2) İbn Kesîr, Tefsîr, Mısır, HE, 59; İbn Kayyim, Zâdu’l-Meâd fî Hedyi Hayri’l-İbâd, Kahire
1950, H, 55.
(3) Bununla Medine kastediliyor ki bazı hadislerde de Medine’den Dârul-hicre diye söz edilmektedir. (bk. el-Hakim, Müstedrek, m, 4–5; el-Beyhakî, es-Sünen, IX, 9)
(4) İbn Mâce, (Sünen, Kahire 1952. 54) cihâd 38, H, 953; Tirmizî, (Sünen, Mısır 1938) siyer 48, IV, 162; Ebû Dâvud, Sünen, Humus 1969, cihâd 90, IH, 83; es-San’ânî, el-Musannef, Beyrut 1972, V. 218; eş-Şevkânî, Neylu’l-Evtâr, Kahire 1971, VII, 262
(5) el-Cessâs, Ahkâmu’l-Kur’ân, İstanbul 1335-38, m, 75; el-Halvânî, el-Mebsut, yzm., Ayasofya (S) Küt., Nu: 1381; es-Serahsî, el-Mebsût, Mısır 1331, X, 6
(6) en-Nisâ (4)797
(7) en-Nisâ (4)/98
(8) eş-Şâfiî, el-Ümm, Bulâk 1321-25,IV, 84
(9) Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Kahire 1975, 272; el-Hattâbî, Ebû Dâvud Şerhi (Me’âlimu’s-Sünen), Humus 1969, III, 83; es-Sindî, Haşiyetu İbn Mâce, Kahire 1313, H, 103
(10) el-Halvânî, 301b; es-Serahsî, X, 6-7
(11) el-Mâverdî, el-Ahkâmu’s Sultâniyye, Kahire 1966, 127–128; en-Nevevî, Şerhu Sahîhi’l-Müslim, Mısır 1349, XIII, 38
(12) en-Nevevî, a.y.; eş-Şevkânî, VII, 262
(13) el-Haşr (59)/8–9
(14) et-Tirmizî, siyer, IV,. 149; ed- Dârimî, siyer 69, II, 239, es- Sanânî, V, 309; en-Nevevî, XU2, 8
(15) es-Sindî, en-Neseî Haşiyesi, Mısır 1930, bey’a 15, VH, 146
(16) es-Suyûtî, en-Neseî Şerhi, Mısır 1930, bey’a 15, VII, 147; el- Mubârekfûrî, Tuhfetu’l-Ahvezî, Kahire 1963, siyer, V, 215
(17) en-Neseî, es-Sünen, Mısır 1930, bey’a 9, VII, 141
(18) en-Nevevî, XIII, 38
(19) îbn Kudâme, el-Muğni, Beyrut 1972, X, 513.
(20) îbn Kudâme, X, 513; el-Mubârekfûrî, v; 215
(21) ed-Dârimi, siyer 70, II, 239; îbn Kâyyim, a.g.e., n, 70; îbn Kudâme, a.y.
(22) es-Sindî, VTI, 147
(23) el-Mubârekfûrî, V, 248
(24) es-Serahsî, X, 6
(25) El-Mubârekfûrî, V, 248
(26) eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, Kahire 1959, n, 227; er-Remlî, Nihâyetu’l-Muhtâc, Mısır 1967, VIII, 82; el-Hicâvî, el-îknâ, Mısır 1351, n,7; îbn Kudâme, el- Muğnî, X, 514–515; el-Muknî, I, 485; îbn Rüşd, el-Mukaddimât, Mısır 1325, n, 611–612.
(27) el-Enfâl (8)/72.
(28) en-Nisâ (4)/97–99.
(29) et-Tirmizî, siyer 42, IV, 155; Ebû Dâvud, cihâd 105, m, 104–105.
(30) el-Mâide 5)/51
(31) Ibn Kudâme, el-Muğnî, X, 515
(32) Ibn Hacer, Tuhfetu’l-Muhtâc, Kahire 1315, IX, 269; er-Remlî, VIII, 82 (Böyle bir yerin dârulharbe dönüşmesi görünüştedir çünkü Şafiilere göre, dârulislâm olan bir yer kesinlikle dârulharbe dönüşmez).
(33) Ibn Rüşd, a.g.e„ n, 612
(84) el-Iknâ, II, 67; el-Mukni, I, 485
(35) İbn Rüşd, II, 613.
(86) et-Tirmizî, siyer 42, IV, 155; Ebû Dâvud, cihâd 105, III, 104–105.
(37) el-Cessâs, II, 242; İbn Kâyyim, a.g.e., II 70; İbn Kudâme, el- Muğuî, X, 513; el-Mubârekfûrî, V, 229.
(38) et-Tirmizî, siyer 42, IV, 156.
(39) Udeh, Abdulkadir, el-îslâm ve Evdâ’unâ’l-Kânûniyye, Kahire 1951, 60–61.
(40) el-Enfai (8)/72
(41) el-Enfâl (8)/75
(42) Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Kahire 1975, 275 vd.; el-Cessas, n, 241, 243, m, 74-76; Seyyid Şerif Şerhus-Siraciyye, Mısır sy, 82
(43) Bu husustaki görüş ve deliller için bk. “İslâm Hukukunda Milletlerarası Münasebetler ve Ül-ke Kavramı” adlı eserim, İstanbul 1982, s. 152–155, 171–172
(44) eş-Şevkânî, III, 178
(45) İbn Kudâme, el-Muğnî, II, 19
(46) ez-Zeylaî, Tebyînu’l-Hakâik (ve Haşiyesi), Bulâk 1313, I, 134
(47) eş-Şevkânî, III, 179