ÇAĞIMIZIN ÎSLÂM DAVETCİSİNE MESAJ
Davet kelimesi lügatte, çağırma, çağrı, nida, ziyafet ve yemin gibi anlamlara gelir (1). İslam’a davet ise, doğrudan doğruya Allah’ın son yüce dinine insanları çağırmaktır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Bizans İmparatoru Heraklius’e, Mısır hükümdarı Mukavkıs’a, Iran meliki Kisra’ya yazdığı mektuplarda kullandığı "ed-diâye” kelimesi de davet karşılığındadır(2). Günümüzde ise aynı kelime propaganda, reklâm ve misyonerlik manalarında kullanılmaktadır (3).
İslâm’a davet şüphesiz her asırda önem arz eden bir konu olmuştur; ancak kanaatimizce bu mesele günümüzde her zamankinden daha fazla önem taşımaktadır zira imana karşı küfrün mücadelesi(4) tarihin hiçbir döneminde günümüzde olduğu kadar geniş, imkânlı ve çeşitli taktikleri uygulama fırsatını bugünkü ölçüsünde bulamamıştır. Ulaşım ve haberleşme vasıtalarının geniş imkânlarla mücehhez olduğu günümüzde bu mücadele daha büyük boyutlara ulaşmıştır.
Kur’an-ı Kerim Resullerin şahsında bütün insanlığı hidayete davet etmiştir. Bu çağrı ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de “üd’u”, “enzir”, “belliğ”, “zekkir” vb. kelimeler kullanılmıştır. Kur’an diliyle Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu tebliği başlıca iki kelimede toplanabilir:
1. el-Mübeşşir (müjdeleyici)
2. en-Nezir (korkutucu).
Nitekim “Biz seni bir müjdeci, bir korkutucu olmaktan başka bir sıfatla göndermedik” (5) âyeti de buna işaret eder. Bir başka âyette (6) bu vasfa “Allah’ın izniyle O’nun yoluna çağırıcı” sıfatları da eklenmiştir. Kur’an-ı Kerim’de bunlardan ayrı olarak Rasulullah’ın İslâm’a davetini konu alan diğer âyetlere müracaat etmek suretiyle meselenin daha vazıh anlaşılması mümkün olabilir(7)
Çok büyük ve genel bir mana ifade eden İslâm’a çağrı davasının yürütülmesinde İslâm’ın, asrın bütün meşru imkân ve araçlarından yararlanması en tabii hakkı olmalıdır. Günümüz İslâm dünyasının geniş imkânlarla mücehhez olduğunu söylemek fazla iyimserlik olabilir. Ancak hemen belirtilmelidir ki İslâm’ın sesini duyurabilmesi ve kendini takdim edebilmesi için meşru her türlü vasıtadan yararlanmasını engelleyici hiç bir hüküm mevcut değildir; çünkü anlatılacak olan İslâm, Allah’ın Kur’an’ına ve Rasulü’nün sünnetine dayanan İslâm olacaktır. İstiklal Şairimiz merhum M. Âkif bunu bir beytinde ne güzel dile getirmiştir:
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.
Hiç bir karşılık beklenmeden yapılması gereken bu takdim işi, yani İslâm’ın bilmeyenlere anlatılması meselesi (8) yerine getirilmediği takdirde durum ne olacaktır? Bunda İslâm’ın kaybedeceği bir şey yoktur; çünkü bu dinin tanıtılmaya da, korunmaya da ihtiyacı yoktur (9). Bununla beraber her ne kadar İslâm tanıtılmaya muhtaç değilse de bu, onun kapalı kalmasını gerektirmez.
İslâm’ın, bilmeyen kişi ve toplumlara tanıtılması işinde en büyük görev herhalde öncelikle din eğitimi yapanlara düşecektir (10). Onlar veya kendini bu vazifeye lâyık görenler İslâm’a çağrıyı hangi kritere göre yürüteceklerdir? Hemen her şeyde bir ölçü aranan günümüzde, İslâm davetçisinde bir kriter aranmayacak mıdır veya en azından böyle bir göreve talip olanların uyması gereken bazı şartlar mevcut değil midir?(11). Kanaatimizce burada açıklanması gereken bir husus daha vardır, o da İslâm’ın takdim edilirken herhangi bir zorlamaya tâbi tutulmaksızın (12) kendi hali üzere mi bırakılması, yoksa takdimcinin şahsına göre(?) şekil alarak “İslâm işte budur, benim dediğimdir, şöyle yaparsan kâfir olursun” vb. tarzında gelişen davranış mıdır?(13). Bizce ikinci şık çoğu zaman fayda yerine zarar getirmiş, esasen İslâm’ın bünyesinde mevcut olan toleransa yer verilmeyişi ürkütücü olmuştur(14).
Ayağındaki çarıkla camiye girip giremeyeceğini soran “Yörük”e iki hocadan birinin hayır demesine karşılık diğerinin bu isteği olumlu ve beşuş bir çehreyle karşılayarak “tabii girebilirsin", demesi ne kadar manidardır. Yörük yanlarından ayrıldıktan sonra baş başa kalan iki hocadan toleransla davrananı diğerine:
Ben onun camiye girmesini sağladım. Sen de çarığını çıkarmasını temin et, tarzındaki izahı da herhalde bizi Ahmed Yesevîlerin, Yunus Emrelerin, Mevlânaların zengin gönül iklimine götürmektedir.
İslâm’ın en büyük özeliklerinden biri de, dinde ifrat ve tefrite yer vermemesidir. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler, bizi her hususta ifrat ve tefrite düşmekten menetmiş, geçmiş ümmetlerin felâkete uğramalarına, bu illetin sebep olduğunu açıklamıştır(15). Bununla beraber müsamahakâr davranmanın, kalpleri İslâm’a ısındırmak için (16) bir vasıta olduğu, bunun asla İslâm’dan taviz vermek anlamına gelmediği de bilinmelidir. “Bedel verme, karşılık olarak bir şey verme’’ anlamlarına gelen taviz ile ‘Her şeyi anlayışla karşılayarak olabildiği kadar hoş görmek hali”(17) anlamına gelen tolerans, birbirinden çok farklıdır; birbirine karıştırılmaması gereken iki mefhumdur.
İslâm Tarihi Hz. Peygamber (s.a.v.)’in muhtelif zamanlarda ashabına karşı davranışlarında enteresan müsamaha sahneleri sergilemektedir:
Bir gün Rasulullah (s.’a.v.)’ın huzuruna sahabeden biri gelir ve Ramazan günü hanımı ile cinsî ilişki kurduğunu anlatır. Rasulullah (s.a.v) 60 fakiri doyurması gerektiğini söyler. Sahabî mali gücünün buna kâfi gelmeyeceğini bildirince o zaman kesintisiz 60 gün oruç tutmasını bildirmesi üzerine sahabî buna da takat getiremeyeceğini söyler. Tam bu sırada Rasulullah’a hediye olarak bir zembil hurma gelir. Hz. Peygamber (s.a.v):
Bu hurmayı al ve fakirlere dağıt, der. Sahabî:
Ya Rasulallah! Evimdekiler buna dışarıdakilerden daha çok muhtaçtır, der. Bunun üzerine Rasulullah tebessüm ederek:
O halde götür ve âilenle birlikte ye, buyurur (18).
Yine bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) imam olmuştur. Cemaatin arka saflarından bir çocuk çığlığı işitince namazı daha fazla uzatmaksızın kıraati kısaltarak selâm verir.(19).
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatında görülmüş bu tür misalleri daha da çoğaltmak mümkündür. Esas konumuz tolerans olmadığı için sadece bir fikir vermek üzere bu iki misal nakledilmiştir(20). Meselenin can alıcı noktasını açıklaması bakımından halife Ömer b. Abdülaziz’le oğlu arasında geçen şu konuşmayı da nakledelim: Halife Ömer b. Abdülaziz’e bir gün oğlu:
Niçin dinin hükümlerini gereği gibi yerine getirmiyorsun? diye serzenişte bulunur. Halife:
Hayır, oğlum, yanlış düşünüyorsun. Cenab-ı Hak bile içkiyi önce iki sefer kötülemiş üçüncüde haram kılmıştır. Ben insanlara Hakkı bir defada tavsiye ile toptan yükletirsem onların düşünmeksizin bir çırpıda reddetmelerinden korkarım. Eğer sen böyle yaparsan fitne çıkmasına sebep olursun (21). Bundan da açıkça anlaşılmaktadır ki, davette insanların psikolojik durumları daima nazar-ı itibara alınacak, zamansız ve yersiz bir çağrı ile onların hoşnutsuzluğu celp edilmeyecektir. Bu sebeple psikolojik etkinin sağlanabilmesi için tedricî bir yol tutulmalı, kolaylaştırma esasından hareket edilmelidir. Bu durum muvacehesinde ve bu vakıalar karşısında meseleye yeniden ve daha geniş bir açıdan bakmak, bugün her zamankinden daha çok bir zaruret halini almış bulunmaktadır. Bir bakıma meselenin özü şudur: Bugünün İslâm davetçisi hangi evsafı taşımalı, tebliğ işinde nasıl bir yol tutulmalıdır? Hemen çoğu zaman cevap aranan, ancak tatminkâr bir karşılık bulunamayan en önemli suallerin başında bunlar gelmektedir. Bu önemli konunun bütün İslâm âlemini ilgilendiren çok yönlü bir mesele olduğunu söylemeğe lüzum yoktur. Hangi açıdan ele alınırsa alınsın meseleye genel olarak bakıldığında ortaya çıkan problem, daha önce de belirttiğimiz gibi İslâm’ın doğrudan doğruya tebliğinde tutulacak yol meselesidir (22). Tebliğ konusunda, daha açık bir ifade ile İslâm’a davet konusunda bir örnek kişi aransa, şüphesiz bu kişi Hz. Muhammed (s.a.v.) olacaktır. Kur’an-ı Kerim O’nun hakkında: “Andolsun ki Rasulullah’ta sizin için Allah’ı ve âhiret gününü umar olanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir imtisal numunesi uyulacak örnek vardır”(23) buyurmuştur.
Her ne kadar ilk peygamber Hz. Âdem’den beri bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri dinlerin esasında İslâm var ise de, özel ve şumullü manasıyla İslâm, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in bizzat tebliğ ettiği dinin adı olmuştur. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz için bazı ilim, adamları “İslâm Peygamberi” tabirini kullanmışlar ise de bu tür bir tesmiye, O’nun peygamberliğini yalnız İslâm’a tahsis etme gayesini taşımazdı.
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in 23 yıllık peygamberlik hayatı incelendiğinde, O’nun İslâm’a davet konusunda ölçülü, muârızlarını ve gayr-i müslimleri tahkirden uzak, müşfik, toleranslı bağışlayıcı, tedricen ıslah edici, sevindirici, ikna edici, nefretten uzak, ısındırıcı bir tutum içinde bulunduğu görülür ama bütün bunlara rağmen O, zaman zaman hitap ettiği kitlenin kendisini kabul etmesini, yani toptan Müslüman olmasını da istememiş değildir (25). Hiç kimsenin İslâm çerçevesi dışında kalmaması yolundaki bu samimî isteği, şu hitab-ı İlâhiye maruz kalmasına da sebep olmuştur; “Habibim, onlar mü’min olmayacaklar diye kendine kıyacaksın” (26).
İslâm’a davet konusunda kendisini sonuna kadar destekleyen amcası Ebu Talib’in çevrenin baskısından çekindiği için imanını açığa vurmayışı bir bakıma hidayet ilayına ışık tutmaktadır: “Habibim sen her sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah’tır ki kimi dilerse ona hidayet verir ve O, hidayete erenleri daha iyi bilendir”(27). Bir diğer âyette de şöyle buyurulur: “Şayet fayda verirse öğütte bulun. Fayda vermiyorsa uğraşıp durma” (28). Hidayet meselesinin bir nasip işi olduğu kadar, insan aklının değeri ile de alâkası bulunduğu bilinmelidir: yoksa Cenab-i hak dileseydi bütün insanların bir anda iman etmesi, mesele teşkil etmezdi: “Rabb’in dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi iman ederlerdi. Şimdi sen mi mü’min olmaları için insanları zorlayacaksın ?”(29). Doğru yol ile eğri yol birbirinden ayrılmıştır. İnsan aklı ile bunları ayırt edecek sapıklığa düşmekten nefsini koruyacaktır: “Dinde hiç bir zorlama yoktur. Şüphesiz doğru yol eğriden, hak bâtıldan, hidayet dalaletten, hayır şerden, iman küfürden ayrılıp açıkça ortaya çıkmıştır(30).
Bir Müslümana düşen en büyük görev, aklı ile doğru yolu bulmaya çalışmak, yaptığı işlerde bir hata olması ihtimalini düşünerek Cenab-ı Hak’tan afv ve mağfiret dilemektir. Günün her saatinde dilinden düşürmeyeceği bir dua da şu olmalıdır:
“Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştikten sonra kalplerimizi saptırma. Kendi batından bize rahmet bağışla. Şüphesiz ki Sera çokça bağışta bulunmasın”(31).
Doğru yolu bulmak ancak Allah’ın kişiyi o yola iletmesi ile mümkün olmaktadır: “Allah kimi doğru yola iletirse, o doğru yolu bulmuş olur. Kimi de saptırırsa, artık Allah’tan başka onlar için herhalde dost ve yardımcılar bulamazsın.” (32). Yine Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatı incelendiğinde çevresindekilere karşı İslâm’a çağrı konusunda gayet mülayim bir tavır takındığı, karşımdakileri incitici söz ve hareketlerden kaçındığı görülecektir:
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır. Onlarla mücadeleni en güzel şekilde sürdür. Şüphesiz ki Rabbin kendi yolundan sapanları daha iyi bilir ve O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir”(33).
Bu son âyetten de anlaşılmaktadır ki, İslâm davetçisi Hakka çağırırken karşısındaki insanlara önce şüpheleri giderici delillerle yaklaşacak, ikna edici sözlerle, nazik bir şekilde en kolay ve en çok bilinen giriş cümleleriyle faaliyetini sürdürecektir.
Bütün bunlardan da öte günümüz İslâm davetçisi belli bir tarikatin (34) veya görüşün temsilcisi hüviyetine asla bürünmemelidir; çünkü tarikatten, kalıplaşmış görüşlerden önce din gerçeği vardır. Evvelâ dine sarılmak(35) gerekir. Dinin rıza kaynağı, Allah’ın kitabı Kur’an’dır. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) Veda Haccı’nda yüz bini aşkın insan kitlesine hitaben yaptığı son konuşmasında. “Müminler! Size bir emanet bırakıyorum ki O’na sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah’ını kitabı Kur’an’dır” (36) buyurmuşlardır. Hal böyle olunca, doğru yolu bulabilmek için bir Müslümanın Allah’ın kitabı Kur’an ile Rasulü’nün sünnetine sarılmaktan başka çaresi olabilir mi?
Konuya bir diğer açıdan bakıldığı zaman, tarikat meselesinin, her bünyeye uygun bir elbise olmadığı da görülür (37). Müdekkiklerin açıklamalarına göre, belli ölçüde bir din bilgisi (şeriat) almamış olanlar tarikat konusunda bocalamakta, cemiyete, yakınlarına, ailesi ve çocuklarına karşı mükellef olduğu vazifeleri yerine getirememektedir. Daha umumî düşünülürse tarikat, kitleler arası bütünleşmeyi sağlayıcı bir fonksiyon icra etmesi gerekirken, (38) çoğu zaman cemaat arası bölünmelere vesile olmuş, değişik tarikatların mensupları birbirlerine yabancı gözü ile bakabilmişlerdir. Mahiyetini ve künhünü tanımayan ve dinî bilgilerle ünsiyeti olmayan kişiler nazarında da tarikat, gerçek manasıyla anlaşılamamış, bazı tarikat mensuplarının ham davranışları, çevrelerindekilerin İslâm’dan ürkmelerine vesile teşkil etmiştir. Bu, üzerinde ayrıca durulması gereken bir konudur.
Bir takım indî düşünce ve endişelerle hareket etmesi de yine İslâm davetçisi için daima dezavantaj olmuştur. Bütün bir kitlenin din temsilcisi olması gereken davetçi (39) belirli bir görüşe kanalize olursa, cemaatin yalnız bir bölümüne hitap edebilir; böylece de temsil kudretini kaybeder çünkü temsil, kitlenin ekseriyetini ilgilendiren bir meseledir.
İslâm davetçisinin aşırı derecede servet sahibi olma yolundaki hırsı da, hizmetini gölgeleyebilir. Nitekim Reform öncesi Avrupa’sında ruhban sınıfının siyasî bir takım entrikalara âlet olmaları ve aşın servete düşkünlükleri, onların halk nazarındaki itibarını sarsmış, âdeta kilise üzerinde köklü bir değişikliği cemaat kendisi ister hale gelmiştir. Bundan dolayıdır ki kiliseye karşı girişilen tasfiye hareketinde ve uygulanan tasarruflarda sessiz kalmıştır(40).
İslâm’a davet sadece günümüzün aktüel bir meselesi olarak düşünülmemelidir. Bir bakıma ilk peygamber Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’e kadar gelip geçen bütün peygamberlerin kavimleriyle olan mücadelelerinin temelinde, hep bu mesele yatmaktadır. (41)
Kur’an-ı Kerim peygamberlerin giriştikleri bu Hakka davet mücadelelerinin enteresan sahnelerini bize intikal ettirmiş bulunmaktadır. Ancak hemen belirtilmelidir ki peygamberler giriştikleri bu mücadelede çok sıkıntı ve meşakkatlerle karşılaşmışlardır. Meselâ Nuh (a.s.) kavmi tarafından yalanlanmış delilikle itham edilmiş, O da davetinden vazgeçirilmiştir(42). Nuh (a.s.) kavmini Hakka davette bir aralık o kadar bunalmıştır ki, Râbbine niyaz ederek yenilgiye uğradığını, kendisine yardımını esirgememesini dilemiştir (43). Hâlbuki daha önce Nuh (a.s.) kavmini hidayete davet için gönderilmiştir(44). Kendisinden ve öğütlerinden yüz çevirmemelerini(45) Hakka çağrıda kavminden bir ücret talebinde bulunmadığını, mükâfatı yalnız Allah’ın vereceğini (46) açıklamıştır.
Tarih boyunca nice milletler, peygamberlerinin Hakka davetlerini dinlememiş, (Nuh milleti, Resliler, Semud, Âd, Firavun ve Lut’un kardeşleri, Eykeliler ve Tubba kavmi de peygamberlerini yalanlamışlardır)
(47). Bunlardan Âd ve Semud kavmi yok edilmiş(48), aralarında bin yıl yaşamış olmasına rağmen Nuh (a.s.)’a uymalarını (49) Cenab-ı Hak yine o kavimden istemiştir (50). Hâlbuki Allah-u Teâla, Nuh (a.s.)’a tavsiye ettiği şeyleri, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e vahyettiğini, İbrahim’e Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiği şeyleri şeriat yaptığını açıklamıştır (51).
Peygamberlerin Hak yoluna davet çalışmalarında öyle anlar olmuştur ki, bu samimî çağrıya kulak asmayan, hatta karşı koyanlar arasında bizzat peygamberlerin en yakınları bile bulunmuştur (52). Meselâ Nuh (a.s.) ailesi ve iman edenleri yaptığı gemiye alırken oğluna:
‘‘....... oğulcağızım! Bizimle beraber gemiye bin, kâfirlerden olma ki helâk olursun”(53) dediği halde oğlu: “Ben bir dağa sığınırım. O beni boğulmadan korur demiştir. Nuh, Allah’ın merhamet ettiği kimselerden başka bugün Allah’ın azap emrinden korunacak hiçbir fert yok dedi. Aralarına dalga girdi. Oğlu boğulanlara karıştı (54). Bu hadise de açıkça göstermektedir ki, hidayet nuruyla mutlaka aydınlanmak istemeyenler için yine Allah’ın hidayetini dilemekten başka yapılacak bir şey yoktur. İslâm davetçisi bu noktayı göz önünde bulundurmalıdır.
Buraya kadarki tesbit ve müşahedelerimizden çıkarılan sonuca göre İslâm’a çağrıda bulunacak kişi, asgari ölçüde de olsa şu şartlan taşımalıdır:
1. İslâm’ı önce, kendi nefsinde yaşamak,
2. Rasulullah ve ashabının hayatlarını iyi bilmek,
3. Umumî manada nazarî ve amelî bilgi sahibi olmak (55),
4. Görevinin ciddiyetine inanmak,
5. İhlaslı olmak ve kötü alışkanlıklardan uzak durmak,
6. Zamanın değişen şartlarına ayak uydurarak kendini yetiştirmek ve yenilemek,
7. Vaaz, hutbe, sohbet, konferans ve çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda indî kanaatlerini açığa vurmamak, bir şahıs veya zümreyi hedef almamak,
8. Yetiştiği çevre dışındaki zümrelerle ve özelikle elit tabaka ile diyalog kurmak,
9. İçtimaî kurum ve kuruluşlar, la irtibat sağlamak,
10. Bütün konuşma ve davranışlarında toleranslı, sabırlı, inandırıcı ve güven verici olmak,
11. Toplumun her kesiminde ne tür bir hitap tarzının geçerli olabileceğini iyi kestirmek,
12. Mevcut dinler ve dinî cereyanlar hakkında toplu bilgi sahibi olarak; gerektiğinde bu din ve dinî cereyanlarla İslâm’ın mukayesesini yapabilmek,
13. Görev yaptığı yörenin örf ve âdetlerini iyi bilmek,
14. Mukabil bir tedbir ve hazırlık olmak üzere misyonerlerin metotlarını da tanımak,
15. Her türlü zor şartlar altında yapmak için hazırlıklı olmak (Misyonerlerin yaptığı gibi.)
16. Gerek bünye, gerek fizyonomi, gerek moral yönlerinden vasat bir yapıya sahip bulunmak,
17. Yüce bir görev yapmanın daima şuurunda olmak, enaniyet ve aşağılık komplekslerine kapılmamak,
18. Kur’an-ı Kerim’in her asra hitap eden bir ilâhî kitap olduğunu fırsat düştükçe tekrarlamak ve bunu ispat edecek güçte yetişmek,
19. Sosyoloji, Psikoloji ve Pedagojinin getirdiği esasları iyi tanımak ve yakından takip etmek,
20. İslâm’a sokulmuş bulunan bazı hurafe ve bâtıl inançlarla mücadele etmek; asırların birikimi olan bu hurafeleri söküp atmanın uzun yıllar sonra mümkün olabileceğini düşünerek bu yolda sabırlı ve azimli olmak,
21. Kılık kıyafet hususunda aşırılığa düşmeksizin muhitin yadırgamayacağı bir görünüm ve davranış içinde olmak,
22. Garp âleminin İslâm’ın yüceliği hakkında söylediklerini, uygun gördüğü yer ve zamanlarda nakletmek,
23. Çağrısında hiçbir zaman ütopik (hayalci) olmamak, yaşadığı asrın ve içinde bulunduğu ülkenin umumî durumunu iyi tanımak,
24. Davette bulunduğu yer, zaman ve vasıtanın seçimini iyi yapmak,
25. Karşısındakilere şefkat, merhamet ve tevazu ile davranarak adam kazanma gayreti içinde olmak.
26. Bezdirici, yıldırıcı ve ürkütücü olmaksızın İslâm’ı tebliğe çalışmak.
(1) İbn-ü Manzur, Lisanü’l-Arab, Bulak, 1301 H, XVIII, 281 – 288; Ebu’l-Beka, Külliyat, İst. 1287, H, Râgıb el-îsfehânî, Müfredat, Mısır, 1961; Âsım Ef. Kamus Tercümesi, İst. 1305 H, IV, 955.
(2) Buharî K. Bed’ül-Vahy, 6, K. Cihad, 102; Müslim, JK. Cihad, 83; Ibn Hanbel, I, 263; M. Hamidullah, Mecmûâtü’l-Vesâik-is-Siyasiyye, Kahire, 1956.
(3) Cübrân Mesud, Râid, Beyrut, 1967,s. 669, 672.
(4) Bkz. el-Bakara, 258.
(5) el-Furkan, 56.
(6) el-Ahzab, 45–46.
(7) Bkz. Âl-i İmrân, 104; en-Nisa, 136; el-Mâide, 78, 79; el-Enam, 19, 51; en-Neml, 79; el-Kasas, 87; eş-Şuarâ, 214; el-Furkan, 65; el-Müddesir, 1–2; Fussilet, 33.
(8) Bir âyet-i kerimede “Şu Kur’an bana, sizi de sizden sonrakileri de inzar etmekliğim için vahiy olundu” (el-Enam, 19) buyurulur. Bu âyetten anlaşıldığı üzere Müslim-kâfir farkı gözetmeksizin Kur’an ve Rasulullah’a erişen herkes inzara tâbi tutulacaktır.
(9) “Kur’an’ı Biz indirdik, O’nun koruyucuları da şüphesiz ki Biziz” (el-Hicr, 9).
(10) Ancak bilinmelidir ki, Kur’an-ı Kerim’deki “Sizden hayra çağıran iyilikle emreden, kötülükten meneden bir cemaat olsun.” (Âl-i İmran, 104) âyetini bazı âlimler davetin farz-ı kifaye, bazıları farz-ı ayn, bazıları da şartlı olarak farz-ı ayn, şartlı olarak farzı kifâye diye tefsir etmişlerdir. Bkz. Ibn-ü Kesir, Tefsir’ül-Kur’ani’l-Azim, Beyrut, 1966, UT, 86; Zemahşerî, Keşşaf, Kahire, 1953, I. 304305; Kâsimî, Mehâsini’t Te’vil, Mısır, 1957, IV, 920–21.
(11) Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “Halkın seviyesine ininiz” hadisi de her davetçi için büyük önem taşımalıdır. Bkz. Ebu Davud, K. Edeb, 20; Müslim, Mukaddime.
(12) Kur’ân-ı Kerim’de kesinlikle daveti emreden ancak çağrıda bulunulacak kişileri zikretmeyen âyetler de mevcuttur. Bkz. el- Mâide, 67; en-Nahl, 125; el-Hicr, 67; el-Kasas, 87. Bu ve benzeri âyetlerde mefulun zikredilmeyişi, hitabın şümulünü ve umumîliğini ifade içindir.
(13) Cenab-ı Hak, Hz. Musa ile Harun’u Firavun’a gönderdiği zaman "Gidin de ona yumuşak söz söyleyin. Olur da nasihat dinler yahut Allah’tan korkar” (Tâhâ, 43-44) buyurmuş ve böylece davetçilerin uyması gereken şartlar da açıklanmıştır.
(14) Bir âyet-i kerimede Hz. Peygamber’e hitaben şöyle buyurulur: "... eğer sen kaba, katı yürekli olsaydın şüphesiz etrafından dağılıp gitmişlerdi bile..” (Al-i İmran, 1519),
(15) Bkz. el-Bakara, 60, 65, 173; 178, 190, 194, 229, 231; Al-i İmran, 112; en-Nisa, 14, 154; el- Mâide, 2, 78, 87, 94, 107; el-Enam, 108, 119, 145; el-Araf, 55, 163, et-Tevbe, 10; Tunus, 74, 90; eş-Şuarâ, 166, 225; Kaf, 25; et-Talak, 1; el-Kalem, 12; el- Meâric, 31; et-Tatfîf, 12.
(16) Meselâ kendilerine zekât verilmesi gerekenlerden bir zümre de ‘Kalpleri İslâm’a ısındırılanlar”dır. Zekât İslâm’a ısınmak ve İslâm’da sebat etmek için Müslümanlara, şeref-i İslâm ile müşerref olmak için gayr-i Müslimlere verilir. Bkz. et-Tevbe, 60. (İzmirli İsmail Hakkı, Meânî-i Kur’an, İst., 1927, I, 333).
(17) M. Nihat Özön, Türkçe-Yabancı Kelimeler Sözlüğü, İst., 1962.
(18) Bkz. Buharî, K. Kaffârât; 2–4, K. Nafakat, 13, K. Savm, 30–31, K. Edeb, 68; Müslim, K. Siyam 81; Ebû Davud, K. Savm, 37; Dârimî, K. Savm, 19; Muvatta, K. Siyam, 28, 29.
(19) Buhari, K. Ezan, 65, 163; Müslim, K. Salât, 191, 192; Ebu Davud, K. Salat, 123; Tirmizi, K. Salat, 159; Nesâî, K. imamet, 35; Ibn. Mâce, K. ikamet, 49; Ibn. Hanbel, IH, 109, 153, 156, 182, 205, 233, 240, 257, V, 305.
(20) Bu arada Rasulullah (s.a.v.)’ın “Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz, müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz” hadisini de hazırlatmalıyız. (Buhârî, K. ilim, 11; K. Cihad, 164; Müslim, K. Cihad, 5, 6, 8; Ebû Dâvud, K. Edeb, 17).
(21) Muhammed el-Hıdr Huseyn, ed. Dâvetü ile’l-Islah, Kahire, 1346 H. s. 50.
(22) Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber (s.a.v.)’e hitaben şöyle buyurulur: “Ey Muhammed, artık onlara öğüt ver; çünkü sen ancak bir öğütçüsün, yoksa üzerlerinde murakıp değilsin” (Gâşiye, 21–22).
(23) el-Ahzab, 21.
(24) Zira Kur’an-ı Kerim O’nun bütün insanlığa rahmet olarak gönderildiğini açıklamıştır: “Biz seni Habibim âlemlere ancak rahmet için gönderdik” (el-Enbiya, 107).
(25) Konu ile ilgili olarak bir âyette şöyle buyurulur: “... eğer İslâm’a girerlerse doğra yolu bulmuş olurlar. Yüz çevirirlerse, sana düşen sadece tebliğdir. Allah kullarını görür” (Al-i İmran, 20).
(26) eş-Şuarâ, 3. .
(27) el-Kasas, 56.
(28) el-Âlâ, 9.
(29) Yûnus, 99. Allah’ın böyle dilemeyişi kâinattaki belgelerin ve insan aklının değerinin ortaya çıkması içindir. Artık bu takdirde kâinatın yaratılışındaki hârikulâde hikmetlerle insan aklının değerli meydana çıkabilir; çünkü Allah, bu dini, hayat kanunlarıyla uyum halinde inzal etmiştir.
(30) el-Bakara, 256. Ayrıca bkz. el-Feth, 8–9.
(31) Âl-i İmrân, 8.
(32) el-İsrâ, 97.
(33) en-Nahl, 125. Hakka davetin başlıca üç yolu açıklanmaktadır:
a. Aydın kişiler ilim ve hikmetle davet edilecek,
b. İnanmış halk kitlesi güzel öğütlerle ilgili, çekici misallerle çağrılacak,
c. İnkâr şüphe ve aşırılık içinde bulunanlarla günün şart ve metotlarına göre mücadele edilerek davet görevi yürütülecektir.
(34) Tarikat lügâtte yol demektir. Istılahta Allah Teâlâ’ya yaklaşmak ve O’nun hoşnutluğunu kazanmak maksadıyla takip edilmesi gereken yol manasınadır. Tarikatta, esası, insan ruhunu terbiye ve irşat ile dış filemden ilgisinin kesilmesi, bu sayede Hakka vusulün gerçekleşmesidir. Bkz. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, İst., 1981, s. 173 vd.
(35) Bir âyet-i kerimede şöyle buyurulur: “Hepiniz toptan sımsıkı Allah’ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün.” (Âl-i İmran, 103)
(36) Bkz. Zeynuddin Ahmed Zebidî, Tecrid-i Sarih, (çev. Kâmil Miras) İst., 1946, X, 433.
(37) Bu konuda geniş bilgi için bkz.
a. el-Aclûnî, Keşfu’l Hafa, Beyrut, 1351 H.
b. Aliyyülkârî; Risale fî vahde- ti’l-vücud, İst., 1294 H.
c. Ankaravî Rasuhuddin İsmail
b. Ahmed, Minhâcü’l-fukara, İst., 1376 H.
d. Eflâkî Ahmed, Menâkıbu’l- Ârifin, (çev. Tahsin Yazıcı)
e. Köprülü Mehmed Fuad, Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar, Ank., 1966.
f. er-Rabbanî Ahmed Faruk, Mektubat, İst., 1966.
(38) İslâm dininin en büyük gayesi i’la-yı kelimetullah (tebliğ) görevinin büyük bir bölümü tarikat ulularınca ifa edilmiştir. Bütün tarikatların değişmez hedefi, Tarikat-ı Furkaniye, Tarikat-ı Muhammediyye’ye ulaşmak olmalıdır. Bkz. Ebu Nuaym el-Isfahânî, Hilyetü’l-Evliya, Mısır, 1932; Abdulhakim Arvasî, Rabıta-i Şerife, İst., 1342 H.
(39) Konuya ışık tutması bakımından şu hadis-i şerifi de nakledelim :
Hz. Ömer (r.a.)’den Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Allah’ın kullarından birtakım insanlar vardır ki nebiler ve şehitler olmadıkları halde, kıyamet gününde Allah katındaki makamlarından dolayı onlara enbiya ve şüheda gıpta edecektir. Bunlar kimlerdir ve amelleri nedir, bize haber ver ki bu suretle biz de onların dostu oluruz ya Resulallah, de diler. Peygamber (s.a.v.):
Bunlar aralarında ne akrabalık, ne de birbirleriyle alıp verecekleri olmadıkları halde Allah aşkıyla Allah’da sevişen kimselerdir. Allah’a yemin ederim ki yüzleri bir nur ve kendileri nurdan bir minber üzerindedir. İnsan korktuğu zaman bunlar korkmazlar, mahzun olduğu zaman üzüntü duymazlar, bu; yurdu ve şu âyeti (Yunus, 62) okudu: “Haberiniz olsun ki Allah’ın veli kullan için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir” (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İst., 1936, IV, 2731).
(40) Geniş bilgi için bkz. L von Ranke, Reform Devrinde Alman Tarihi, (çev. Cemal Köprülü) İst., 1953.
(41) Meselâ Hz. Nuh (a.s.)’un davetini açıklayan: “Size :Rabbimin risaletini tebliğ ediyor ve nasihatte bulunuyorum” (el-Araf, 62) âyeti ile Hud (as.)’un davetini bildiren: “Size Rabbimin risaletini tebliğ ediyorum ve ben sizin emin bir nasihatçınızım.” (el-Araf, 68) âyetlerin, de geçen “nasihat”, “Allah’ın dinine davet” anlamında kullanılmıştır.
(42) el-Kamer, 9. Nuh (a.s.) yıllarca mücadele etmiş, müspet bir netice alamamıştır. Müteakip âyetlerde durum daha açık anlatılmaktadır. Kur’an-ı Kerim, Mekkeli inkârcılarla onlardan sonra azgınlık edenlere Allah’ın sünnetinin değişmeyeceği vakıasını bilmeleri için bir ibret olmak üzere bu âyetlere dikkati çekmiştir.
(43) el-Kamer, 9–10; el-Fürkân, 37.
(44) el-Ârâf, 60–63.
(45) Yunus, 72.
(46) Yunus, 73.
(47) Kâf, 12–14; es-Sa’d, 12-13; ez- Zâriyât, 46.
(48) en-Necm, 50–51.
(49) Hûd, 26–49.
(50) el-Ankebut, 14–15.
(51) eş-Şûra, 13.
(52) Geniş bilgi için bkz. îbn Sa’d, Tabakatü’l Kübrâ, Beyrut, 1968, I, 216; İbn Kayyum, Zâdü’l-Meâd, Mısır, 1970, II, 56; İbn Hişam, Siretü’n-Nebeviyye, Mısır, 1955, I, 334-335.
(53) Hûd, 42.
(54) Hûd, 43. Kur’ân-ı Kerim’in her kıssasında insanlar için alınacak ibretler vardır. Nitekim evlâdın sapıklığından dolayı babayı babanın sapıklığından dolayı evlâdı kınamanın doğru olmadığı hususu bunlardan biridir. Ancak hemen belirtelim ki baba, evlâdına karşı her şeyden önce dinî terbiye vermekle görevli olduğunun şuurunu taşımak zorundadır.
(55) Kitleye hitap etme durumunda olan kişinin uyması gereken şartlar hakkında geniş bilgi için bkz. Dale Carnegie, Söz Söylemek ve iş Başarmak Sanatı, (çev. Ö. Rıza Doğrul) İst. 1961.