Makale

ÇAĞIMIZIN ÎSLÂM DAVETCİSİNE MESAJ

ÇAĞIMIZIN ÎSLÂM DAVETCİSİNE MESAJ

Yrd. Doç. Dr. Osman CİLACI
S.Ü. ilahiyat Fakültesi öğretim Üyesi

Davet kelimesi lügatte, çağırma, çağrı, nida, ziyafet ve yemin gibi anlamlara gelir (1). İslam’a davet ise, doğrudan doğruya Allah’ın son yüce dinine insanları çağırmaktır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Bizans İmpa­ratoru Heraklius’e, Mısır hükümdarı Mukavkıs’a, Iran meliki Kisra’ya yazdığı mektuplarda kullandığı "ed-diâye” kelimesi de davet karşılığındadır(2). Günümüzde ise aynı kelime propaganda, reklâm ve misyonerlik manalarında kullanılmaktadır (3).

İslâm’a davet şüphesiz her asır­da önem arz eden bir konu olmuştur; ancak kanaatimizce bu mesele günü­müzde her zamankinden daha fazla önem taşımaktadır zira imana karşı küfrün mücadelesi(4) tarihin hiçbir döneminde günümüzde olduğu kadar geniş, imkânlı ve çeşitli taktikleri uy­gulama fırsatını bugünkü ölçüsünde bulamamıştır. Ulaşım ve haberleşme vasıtalarının geniş imkânlarla mücehhez olduğu günümüzde bu mücadele daha büyük boyutlara ulaş­mıştır.

Kur’an-ı Kerim Resullerin şah­sında bütün insanlığı hidayete da­vet etmiştir. Bu çağrı ile ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de “üd’u”, “enzir”, “belliğ”, “zekkir” vb. kelimeler kullanılmıştır. Kur’an diliyle Hz. Pey­gamber (s.a.v.)’in bu tebliği başlı­ca iki kelimede toplanabilir:

1. el-Mübeşşir (müjdeleyici)

2. en-Nezir (korkutucu).

Nitekim “Biz seni bir müjdeci, bir korkutucu olmaktan başka bir sı­fatla göndermedik” (5) âyeti de bu­na işaret eder. Bir başka âyette (6) bu vasfa “Allah’ın izniyle O’nun yo­luna çağırıcı” sıfatları da eklenmiş­tir. Kur’an-ı Kerim’de bunlardan ayrı olarak Rasulullah’ın İslâm’a da­vetini konu alan diğer âyetlere mü­racaat etmek suretiyle meselenin da­ha vazıh anlaşılması mümkün olabi­lir(7)

Çok büyük ve genel bir mana ifade eden İslâm’a çağrı davasının yü­rütülmesinde İslâm’ın, asrın bütün meşru imkân ve araçlarından yarar­lanması en tabii hakkı olmalıdır. Gü­nümüz İslâm dünyasının geniş im­kânlarla mücehhez olduğunu söyle­mek fazla iyimserlik olabilir. Ancak hemen belirtilmelidir ki İslâm’ın se­sini duyurabilmesi ve kendini tak­dim edebilmesi için meşru her tür­lü vasıtadan yararlanmasını engelle­yici hiç bir hüküm mevcut değildir; çünkü anlatılacak olan İslâm, Allah’ın Kur’an’ına ve Rasulü’nün sünnetine dayanan İslâm olacaktır. İstiklal Şairimiz merhum M. Âkif bunu bir beytinde ne güzel dile ge­tirmiştir:

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.

Hiç bir karşılık beklenmeden ya­pılması gereken bu takdim işi, ya­ni İslâm’ın bilmeyenlere anlatılması meselesi (8) yerine getirilmediği tak­dirde durum ne olacaktır? Bunda İslâm’ın kaybedeceği bir şey yoktur; çünkü bu dinin tanıtılmaya da, ko­runmaya da ihtiyacı yoktur (9). Bu­nunla beraber her ne kadar İslâm tanıtılmaya muhtaç değilse de bu, onun kapalı kalmasını gerektirmez.

İslâm’ın, bilmeyen kişi ve toplumlara tanıtılması işinde en bü­yük görev herhalde öncelikle din eğitimi yapanlara düşecektir (10). Onlar veya kendini bu vazifeye lâyık görenler İslâm’a çağrıyı hangi kri­tere göre yürüteceklerdir? Hemen her şeyde bir ölçü aranan günümüz­de, İslâm davetçisinde bir kriter a­ranmayacak mıdır veya en azından böyle bir göreve talip olanların uy­ması gereken bazı şartlar mevcut değil midir?(11). Kanaatimizce bu­rada açıklanması gereken bir husus daha vardır, o da İslâm’ın takdim e­dilirken herhangi bir zorlamaya tâbi tutulmaksızın (12) kendi hali üzere mi bırakılması, yoksa takdimcinin şahsına göre(?) şekil alarak “İslâm işte budur, benim dediğimdir, şöyle yaparsan kâfir olursun” vb. tarzında gelişen davranış mıdır?(13). Biz­ce ikinci şık çoğu zaman fayda ye­rine zarar getirmiş, esasen İslâm’ın bünyesinde mevcut olan toleransa yer verilmeyişi ürkütücü olmuştur(14).

Ayağındaki çarıkla camiye girip giremeyeceğini soran “Yörük”e iki hocadan birinin hayır demesine kar­şılık diğerinin bu isteği olumlu ve beşuş bir çehreyle karşılayarak “ta­bii girebilirsin", demesi ne kadar manidardır. Yörük yanlarından ayrıl­dıktan sonra baş başa kalan iki ho­cadan toleransla davrananı diğerine:

Ben onun camiye girmesini sağ­ladım. Sen de çarığını çıkarmasını temin et, tarzındaki izahı da her­halde bizi Ahmed Yesevîlerin, Yunus Emrelerin, Mevlânaların zengin gö­nül iklimine götürmektedir.

İslâm’ın en büyük özeliklerinden biri de, dinde ifrat ve tefrite yer vermemesidir. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler, bizi her hususta if­rat ve tefrite düşmekten menetmiş, geçmiş ümmetlerin felâkete uğrama­larına, bu illetin sebep olduğunu açıklamıştır(15). Bununla beraber mü­samahakâr davranmanın, kalpleri İslâm’a ısındırmak için (16) bir vası­ta olduğu, bunun asla İslâm’dan ta­viz vermek anlamına gelmediği de bilinmelidir. “Bedel verme, karşılık olarak bir şey verme’’ anlamlarına gelen taviz ile ‘Her şeyi anlayışla karşılayarak olabildiği kadar hoş görmek hali”(17) anlamına gelen to­lerans, birbirinden çok farklıdır; birbirine karıştırılmaması gereken iki mefhumdur.

İslâm Tarihi Hz. Peygamber (s.a.v.)’in muhtelif zamanlarda ashabına karşı davranışlarında enteresan müsamaha sahneleri sergile­mektedir:

Bir gün Rasulullah (s.’a.v.)’ın huzuruna sahabeden biri gelir ve Ra­mazan günü hanımı ile cinsî ilişki kurduğunu anlatır. Rasulullah (s.a.v) 60 fakiri doyurması gerektiğini söyler. Sahabî mali gücünün buna kâfi gelmeyeceğini bildirince o zaman kesintisiz 60 gün oruç tutmasını bil­dirmesi üzerine sahabî buna da takat getiremeyeceğini söyler. Tam bu sı­rada Rasulullah’a hediye olarak bir zembil hurma gelir. Hz. Peygamber (s.a.v):

Bu hurmayı al ve fakirlere da­ğıt, der. Sahabî:

Ya Rasulallah! Evimdekiler buna dışarıdakilerden daha çok muhtaçtır, der. Bunun üzerine Rasulullah tebessüm ederek:

O halde götür ve âilenle birlikte ye, buyurur (18).

Yine bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) imam olmuştur. Cemaatin arka saflarından bir çocuk çığlığı işi­tince namazı daha fazla uzatmaksızın kıraati kısaltarak selâm verir.(19).

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in haya­tında görülmüş bu tür misalleri da­ha da çoğaltmak mümkündür. Esas konumuz tolerans olmadığı için sa­dece bir fikir vermek üzere bu iki misal nakledilmiştir(20). Meselenin can alıcı noktasını açıklaması bakı­mından halife Ömer b. Abdülaziz’le oğlu arasında geçen şu konuşmayı da nakledelim: Halife Ömer b. Abdülaziz’e bir gün oğlu:

Niçin dinin hükümlerini gereği gibi yerine getirmiyorsun? diye ser­zenişte bulunur. Halife:

Hayır, oğlum, yanlış düşünüyor­sun. Cenab-ı Hak bile içkiyi önce iki sefer kötülemiş üçüncüde haram kıl­mıştır. Ben insanlara Hakkı bir de­fada tavsiye ile toptan yükletirsem onların düşünmeksizin bir çırpıda reddetmelerinden korkarım. Eğer sen böyle yaparsan fitne çıkmasına se­bep olursun (21). Bundan da açıkça anlaşılmaktadır ki, davette insanla­rın psikolojik durumları daima nazar-ı itibara alınacak, zamansız ve yersiz bir çağrı ile onların hoşnut­suzluğu celp edilmeyecektir. Bu sebeple psikolojik etkinin sağlanabilmesi için tedricî bir yol tutulmalı, kolay­laştırma esasından hareket edilmeli­dir. Bu durum muvacehesinde ve bu vakıalar karşısında meseleye yeni­den ve daha geniş bir açıdan bak­mak, bugün her zamankinden daha çok bir zaruret halini almış bulun­maktadır. Bir bakıma meselenin özü şudur: Bugünün İslâm davetçisi han­gi evsafı taşımalı, tebliğ işinde na­sıl bir yol tutulmalıdır? Hemen çoğu zaman cevap aranan, ancak tatmin­kâr bir karşılık bulunamayan en ö­nemli suallerin başında bunlar gel­mektedir. Bu önemli konunun bütün İslâm âlemini ilgilendiren çok yönlü bir mesele olduğunu söylemeğe lü­zum yoktur. Hangi açıdan ele alınır­sa alınsın meseleye genel olarak ba­kıldığında ortaya çıkan problem, da­ha önce de belirttiğimiz gibi İslâm’ın doğrudan doğruya tebliğinde tutula­cak yol meselesidir (22). Tebliğ konusunda, daha açık bir ifade ile İslâm’a davet konusunda bir örnek kişi a­ransa, şüphesiz bu kişi Hz. Muhammed (s.a.v.) olacaktır. Kur’an-ı Ke­rim O’nun hakkında: “Andolsun ki Rasulullah’ta sizin için Allah’ı ve âhiret gününü umar olanlar ve Al­lah’ı çok zikredenler için güzel bir imtisal numunesi uyulacak örnek vardır”(23) buyurmuştur.

Her ne kadar ilk peygamber Hz. Âdem’den beri bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri dinlerin esasında İs­lâm var ise de, özel ve şumullü ma­nasıyla İslâm, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in bizzat tebliğ ettiği dinin adı olmuştur. Bu bakımdan Hz. Pey­gamber (s.a.v.) Efendimiz için ba­zı ilim, adamları “İslâm Peygambe­ri” tabirini kullanmışlar ise de bu tür bir tesmiye, O’nun peygamberli­ğini yalnız İslâm’a tahsis etme ga­yesini taşımazdı.

Hz. Muhammed (s.a.v.)’in 23 yıl­lık peygamberlik hayatı incelendiğin­de, O’nun İslâm’a davet konusunda ölçülü, muârızlarını ve gayr-i müslimleri tahkirden uzak, müşfik, to­leranslı bağışlayıcı, tedricen ıslah edici, sevindirici, ikna edici, nefretten uzak, ısındırıcı bir tutum içinde bu­lunduğu görülür ama bütün bunla­ra rağmen O, zaman zaman hitap et­tiği kitlenin kendisini kabul etmesini, yani toptan Müslüman olmasını da istememiş değildir (25). Hiç kimsenin İslâm çerçevesi dışında kalmaması yolundaki bu samimî isteği, şu hitab-ı İlâhiye maruz kalmasına da sebep olmuştur; “Habibim, onlar mü’min olmayacaklar diye kendine kıyacak­sın” (26).

İslâm’a davet konusunda kendi­sini sonuna kadar destekleyen amca­sı Ebu Talib’in çevrenin baskısından çekindiği için imanını açığa vurmayışı bir bakıma hidayet ilayına ışık tutmaktadır: “Habibim sen her sev­diğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah’tır ki kimi dilerse ona hida­yet verir ve O, hidayete erenleri daha iyi bilendir”(27). Bir diğer âyette de şöyle buyurulur: “Şayet fayda verirse öğütte bulun. Fayda vermi­yorsa uğraşıp durma” (28). Hidayet meselesinin bir nasip işi olduğu ka­dar, insan aklının değeri ile de alâ­kası bulunduğu bilinmelidir: yoksa Cenab-i hak dileseydi bütün insanla­rın bir anda iman etmesi, mesele teş­kil etmezdi: “Rabb’in dileseydi yeryü­zünde bulunanların hepsi iman eder­lerdi. Şimdi sen mi mü’min olmaları için insanları zorlayacaksın ?”(29). Doğru yol ile eğri yol birbirinden ay­rılmıştır. İnsan aklı ile bunları ayırt edecek sapıklığa düşmekten nefsini koruyacaktır: “Dinde hiç bir zorlama yoktur. Şüphesiz doğru yol eğriden, hak bâtıldan, hidayet dalaletten, ha­yır şerden, iman küfürden ayrılıp açıkça ortaya çıkmıştır(30).

Bir Müslümana düşen en büyük görev, aklı ile doğru yolu bulmaya çalışmak, yaptığı işlerde bir hata ol­ması ihtimalini düşünerek Cenab-ı Hak’tan afv ve mağfiret dilemek­tir. Günün her saatinde dilinden dü­şürmeyeceği bir dua da şu olmalıdır:

“Rabbimiz! Bizi doğru yola eriş­tikten sonra kalplerimizi saptırma. Kendi batından bize rahmet bağışla. Şüphesiz ki Sera çokça bağışta bulunmasın”(31).

Doğru yolu bulmak ancak Allah’ın kişiyi o yola iletmesi ile mümkün olmaktadır: “Allah kimi doğru yola iletirse, o doğru yolu bul­muş olur. Kimi de saptırırsa, artık Allah’tan başka onlar için herhalde dost ve yardımcılar bulamazsın.” (32). Yine Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatı incelendiğinde çevresindekile­re karşı İslâm’a çağrı konusunda ga­yet mülayim bir tavır takındığı, kar­şımdakileri incitici söz ve hareket­lerden kaçındığı görülecektir:

“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır. Onlarla mücade­leni en güzel şekilde sürdür. Şüphesiz ki Rabbin kendi yolundan sapanları daha iyi bilir ve O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir”(33).

Bu son âyetten de anlaşılmakta­dır ki, İslâm davetçisi Hakka çağı­rırken karşısındaki insanlara önce şüpheleri giderici delillerle yaklaşa­cak, ikna edici sözlerle, nazik bir şe­kilde en kolay ve en çok bilinen gi­riş cümleleriyle faaliyetini sürdüre­cektir.

Bütün bunlardan da öte günü­müz İslâm davetçisi belli bir tarikatin (34) veya görüşün temsilcisi hüviyetine asla bürünmemelidir; çünkü tarikatten, kalıplaşmış görüşler­den önce din gerçeği vardır. Evvelâ dine sarılmak(35) gerekir. Dinin rıza kaynağı, Allah’ın kitabı Kur’an’dır. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) Veda Haccı’nda yüz bini aşkın insan kitlesine hitaben yaptığı son konuşma­sında. “Müminler! Size bir emanet bırakıyorum ki O’na sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O ema­net Allah’ını kitabı Kur’an’dır” (36) buyurmuşlardır. Hal böyle olunca, doğru yolu bulabilmek için bir Müslümanın Allah’ın kitabı Kur’an ile Rasulü’nün sünnetine sarılmaktan baş­ka çaresi olabilir mi?

Konuya bir diğer açıdan bakıl­dığı zaman, tarikat meselesinin, her bünyeye uygun bir elbise olmadığı da görülür (37). Müdekkiklerin açıklamalarına göre, belli ölçüde bir din bilgisi (şeriat) almamış olanlar tari­kat konusunda bocalamakta, cemi­yete, yakınlarına, ailesi ve çocukları­na karşı mükellef olduğu vazifeleri yerine getirememektedir. Daha umu­mî düşünülürse tarikat, kitleler arası bütünleşmeyi sağlayıcı bir fonksiyon icra etmesi gerekirken, (38) çoğu zaman cemaat arası bölünmelere ve­sile olmuş, değişik tarikatların mensupları birbirlerine yabancı gözü ile bakabilmişlerdir. Mahiyetini ve künhünü tanımayan ve dinî bilgiler­le ünsiyeti olmayan kişiler nazarın­da da tarikat, gerçek manasıyla an­laşılamamış, bazı tarikat mensupla­rının ham davranışları, çevrelerindekilerin İslâm’dan ürkmelerine vesile teşkil etmiştir. Bu, üzerinde ayrıca durulması gereken bir konudur.

Bir takım indî düşünce ve endi­şelerle hareket etmesi de yine İslâm davetçisi için daima dezavantaj ol­muştur. Bütün bir kitlenin din tem­silcisi olması gereken davetçi (39) be­lirli bir görüşe kanalize olursa, ce­maatin yalnız bir bölümüne hitap edebilir; böylece de temsil kudretini kaybeder çünkü temsil, kitlenin ek­seriyetini ilgilendiren bir meseledir.

İslâm davetçisinin aşırı derecede servet sahibi olma yolundaki hırsı da, hizmetini gölgeleyebilir. Nitekim Reform öncesi Avrupa’sında ruhban sınıfının siyasî bir takım entrikalara âlet olmaları ve aşın servete düş­künlükleri, onların halk nazarındaki itibarını sarsmış, âdeta kilise üze­rinde köklü bir değişikliği cemaat kendisi ister hale gelmiştir. Bundan dolayıdır ki kiliseye karşı girişilen tasfiye hareketinde ve uygulanan ta­sarruflarda sessiz kalmıştır(40).

İslâm’a davet sadece günümüzün aktüel bir meselesi olarak düşünül­memelidir. Bir bakıma ilk peygam­ber Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’e kadar gelip ge­çen bütün peygamberlerin kavimleriyle olan mücadelelerinin temelinde, hep bu mesele yatmaktadır. (41)

Kur’an-ı Kerim peygamberlerin giriştikleri bu Hakka davet mücade­lelerinin enteresan sahnelerini bize intikal ettirmiş bulunmaktadır. An­cak hemen belirtilmelidir ki peygam­berler giriştikleri bu mücadelede çok sıkıntı ve meşakkatlerle karşılaşmış­lardır. Meselâ Nuh (a.s.) kavmi ta­rafından yalanlanmış delilikle itham edilmiş, O da davetinden vazgeçirilmiştir(42). Nuh (a.s.) kavmini Hak­ka davette bir aralık o kadar bunal­mıştır ki, Râbbine niyaz ederek yenilgiye uğradığını, kendisine yardı­mını esirgememesini dilemiştir (43). Hâlbuki daha önce Nuh (a.s.) kav­mini hidayete davet için gönderil­miştir(44). Kendisinden ve öğütlerin­den yüz çevirmemelerini(45) Hakka çağrıda kavminden bir ücret talebin­de bulunmadığını, mükâfatı yalnız Allah’ın vereceğini (46) açıklamıştır.

Tarih boyunca nice milletler, peygamberlerinin Hakka davetlerini dinlememiş, (Nuh milleti, Resliler, Semud, Âd, Firavun ve Lut’un kar­deşleri, Eykeliler ve Tubba kavmi de peygamberlerini yalanlamışlardır)

(47). Bunlardan Âd ve Semud kavmi yok edilmiş(48), aralarında bin yıl ya­şamış olmasına rağmen Nuh (a.s.)’a uymalarını (49) Cenab-ı Hak yine o kavimden istemiştir (50). Hâlbuki Allah-u Teâla, Nuh (a.s.)’a tavsiye ettiği şeyleri, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e vahyettiğini, İbrahim’e Mu­sa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiği şeyleri şeriat yaptığını açıklamıştır (51).

Peygamberlerin Hak yoluna davet çalışmalarında öyle anlar ol­muştur ki, bu samimî çağrıya ku­lak asmayan, hatta karşı koyanlar arasında bizzat peygamberlerin en yakınları bile bulunmuştur (52). Me­selâ Nuh (a.s.) ailesi ve iman edenleri yaptığı gemiye alırken oğluna:

‘‘....... oğulcağızım! Bizimle beraber gemiye bin, kâfirlerden olma ki helâk olursun”(53) dediği halde oğlu: “Ben bir dağa sığınırım. O beni bo­ğulmadan korur demiştir. Nuh, Al­lah’ın merhamet ettiği kimselerden başka bugün Allah’ın azap emrinden korunacak hiçbir fert yok dedi. Aralarına dalga girdi. Oğlu boğulan­lara karıştı (54). Bu hadise de açıkça göstermektedir ki, hidayet nuruyla mutlaka aydınlanmak istemeyenler için yine Allah’ın hidayetini dilemekten başka yapılacak bir şey yoktur. İslâm davetçisi bu noktayı göz önünde bulundurmalıdır.

Buraya kadarki tesbit ve müşahedelerimizden çıkarılan sonuca göre İslâm’a çağrıda bulunacak kişi, asgari ölçüde de olsa şu şartlan taşı­malıdır:

1. İslâm’ı önce, kendi nefsinde yaşamak,

2. Rasulullah ve ashabının hayatlarını iyi bilmek,

3. Umumî manada nazarî ve amelî bilgi sahibi olmak (55),

4. Görevinin ciddiyetine inan­mak,

5. İhlaslı olmak ve kötü alış­kanlıklardan uzak durmak,

6. Zamanın değişen şartlarına ayak uydurarak kendini yetiştirmek ve yenilemek,

7. Vaaz, hutbe, sohbet, konfe­rans ve çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda indî kanaatlerini açı­ğa vurmamak, bir şahıs veya züm­reyi hedef almamak,

8. Yetiştiği çevre dışındaki zümrelerle ve özelikle elit tabaka ile diyalog kurmak,

9. İçtimaî kurum ve kuruluşlar, la irtibat sağlamak,

10. Bütün konuşma ve davranış­larında toleranslı, sabırlı, inandırıcı ve güven verici olmak,

11. Toplumun her kesiminde ne tür bir hitap tarzının geçerli olabile­ceğini iyi kestirmek,

12. Mevcut dinler ve dinî cere­yanlar hakkında toplu bilgi sahibi olarak; gerektiğinde bu din ve dinî cereyanlarla İslâm’ın mukayesesini yapabilmek,

13. Görev yaptığı yörenin örf ve âdetlerini iyi bilmek,

14. Mukabil bir tedbir ve hazır­lık olmak üzere misyonerlerin metotlarını da tanımak,

15. Her türlü zor şartlar altında yapmak için hazırlıklı olmak (Misyonerlerin yaptığı gibi.)

16. Gerek bünye, gerek fizyono­mi, gerek moral yönlerinden vasat bir yapıya sahip bulunmak,

17. Yüce bir görev yapmanın daima şuurunda olmak, enaniyet ve aşağılık komplekslerine kapılmamak,

18. Kur’an-ı Kerim’in her asra hitap eden bir ilâhî kitap olduğunu fırsat düştükçe tekrarlamak ve bu­nu ispat edecek güçte yetişmek,

19. Sosyoloji, Psikoloji ve Peda­gojinin getirdiği esasları iyi tanımak ve yakından takip etmek,

20. İslâm’a sokulmuş bulunan bazı hurafe ve bâtıl inançlarla mücadele etmek; asırların birikimi olan bu hurafeleri söküp atmanın uzun yıllar sonra mümkün olabileceğini düşüne­rek bu yolda sabırlı ve azimli olmak,

21. Kılık kıyafet hususunda aşı­rılığa düşmeksizin muhitin yadırgamayacağı bir görünüm ve davranış içinde olmak,

22. Garp âleminin İslâm’ın yüce­liği hakkında söylediklerini, uygun gördüğü yer ve zamanlarda naklet­mek,

23. Çağrısında hiçbir zaman üto­pik (hayalci) olmamak, yaşadığı asrın ve içinde bulunduğu ülkenin umumî durumunu iyi tanımak,

24. Davette bulunduğu yer, za­man ve vasıtanın seçimini iyi yap­mak,

25. Karşısındakilere şefkat, mer­hamet ve tevazu ile davranarak adam kazanma gayreti içinde olmak.

26. Bezdirici, yıldırıcı ve ürkütücü olmaksızın İslâm’ı tebliğe çalış­mak.

(1) İbn-ü Manzur, Lisanü’l-Arab, Bulak, 1301 H, XVIII, 281 – 288; Ebu’l-Beka, Külliyat, İst. 1287, H, Râgıb el-îsfehânî, Müf­redat, Mısır, 1961; Âsım Ef. Kamus Tercümesi, İst. 1305 H, IV, 955.

(2) Buharî K. Bed’ül-Vahy, 6, K. Cihad, 102; Müslim, JK. Cihad, 83; Ibn Hanbel, I, 263; M. Hamidullah, Mecmûâtü’l-Vesâik-is-Siyasiyye, Kahire, 1956.

(3) Cübrân Mesud, Râid, Beyrut, 1967,s. 669, 672.

(4) Bkz. el-Bakara, 258.

(5) el-Furkan, 56.

(6) el-Ahzab, 45–46.

(7) Bkz. Âl-i İmrân, 104; en-Nisa, 136; el-Mâide, 78, 79; el-Enam, 19, 51; en-Neml, 79; el-Kasas, 87; eş-Şuarâ, 214; el-Furkan, 65; el-Müddesir, 1–2; Fussilet, 33.

(8) Bir âyet-i kerimede “Şu Kur’an bana, sizi de sizden sonrakileri de inzar etmekliğim için vahiy olundu” (el-Enam, 19) buyuru­lur. Bu âyetten anlaşıldığı üze­re Müslim-kâfir farkı gözet­meksizin Kur’an ve Rasulullah’a erişen herkes inzara tâbi tutulacaktır.

(9) “Kur’an’ı Biz indirdik, O’­nun koruyucuları da şüphesiz ki Biziz” (el-Hicr, 9).

(10) Ancak bilinmelidir ki, Kur’an-ı Kerim’deki “Sizden hayra ça­ğıran iyilikle emreden, kötülük­ten meneden bir cemaat olsun.” (Âl-i İmran, 104) âyeti­ni bazı âlimler davetin farz-ı kifaye, bazıları farz-ı ayn, ba­zıları da şartlı olarak farz-ı ayn, şartlı olarak farzı kifâye diye tefsir etmişlerdir. Bkz. Ibn-ü Kesir, Tefsir’ül-Kur’ani’l-Azim, Beyrut, 1966, UT, 86; Zemahşerî, Keşşaf, Kahire, 1953, I. 304­305; Kâsimî, Mehâsini’t Te’vil, Mısır, 1957, IV, 920–21.

(11) Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “Hal­kın seviyesine ininiz” hadisi de her davetçi için büyük önem ta­şımalıdır. Bkz. Ebu Davud, K. Edeb, 20; Müslim, Mukaddime.

(12) Kur’ân-ı Kerim’de kesinlikle daveti emreden ancak çağrıda bu­lunulacak kişileri zikretmeyen âyetler de mevcuttur. Bkz. el- Mâide, 67; en-Nahl, 125; el-Hicr, 67; el-Kasas, 87. Bu ve benzeri âyetlerde mefulun zikredilmeyişi, hitabın şümulünü ve umumîliğini ifade içindir.

(13) Cenab-ı Hak, Hz. Musa ile Ha­run’u Firavun’a gönderdiği zaman "Gidin de ona yumuşak söz söyleyin. Olur da nasihat dinler yahut Allah’tan korkar” (Tâhâ, 43-44) buyurmuş ve böylece davetçilerin uyması ge­reken şartlar da açıklanmıştır.

(14) Bir âyet-i kerimede Hz. Peygamber’e hitaben şöyle buyurulur: "... eğer sen kaba, katı yürekli olsaydın şüphesiz etra­fından dağılıp gitmişlerdi bile..” (Al-i İmran, 1519),

(15) Bkz. el-Bakara, 60, 65, 173; 178, 190, 194, 229, 231; Al-i İmran, 112; en-Nisa, 14, 154; el- Mâide, 2, 78, 87, 94, 107; el-Enam, 108, 119, 145; el-Araf, 55, 163, et-Tevbe, 10; Tunus, 74, 90; eş-Şuarâ, 166, 225; Kaf, 25; et-Talak, 1; el-Kalem, 12; el- Meâric, 31; et-Tatfîf, 12.

(16) Meselâ kendilerine zekât verilmesi gerekenlerden bir zümre de ‘Kalpleri İslâm’a ısındırılanlar”dır. Zekât İslâm’a ısınmak ve İslâm’da sebat etmek için Müslümanlara, şeref-i İslâm ile müşerref olmak için gayr-i Müslimlere verilir. Bkz. et-Tev­be, 60. (İzmirli İsmail Hakkı, Meânî-i Kur’an, İst., 1927, I, 333).

(17) M. Nihat Özön, Türkçe-Yabancı Kelimeler Sözlüğü, İst., 1962.

(18) Bkz. Buharî, K. Kaffârât; 2–4, K. Nafakat, 13, K. Savm, 30–31, K. Edeb, 68; Müslim, K. Siyam 81; Ebû Davud, K. Savm, 37; Dârimî, K. Savm, 19; Muvatta, K. Siyam, 28, 29.

(19) Buhari, K. Ezan, 65, 163; Müs­lim, K. Salât, 191, 192; Ebu Davud, K. Salat, 123; Tirmizi, K. Salat, 159; Nesâî, K. ima­met, 35; Ibn. Mâce, K. ikamet, 49; Ibn. Hanbel, IH, 109, 153, 156, 182, 205, 233, 240, 257, V, 305.

(20) Bu arada Rasulullah (s.a.v.)’ın “Kolaylaştırınız, güçleştirmeyiniz, müjdeleyiniz nefret ettir­meyiniz” hadisini de hazırlatmalıyız. (Buhârî, K. ilim, 11; K. Cihad, 164; Müslim, K. Cihad, 5, 6, 8; Ebû Dâvud, K. Edeb, 17).

(21) Muhammed el-Hıdr Huseyn, ed. Dâvetü ile’l-Islah, Kahire, 1346 H. s. 50.

(22) Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber (s.a.v.)’e hita­ben şöyle buyurulur: “Ey Muhammed, artık onlara öğüt ver; çünkü sen ancak bir öğütçüsün, yoksa üzerlerinde murakıp de­ğilsin” (Gâşiye, 21–22).

(23) el-Ahzab, 21.

(24) Zira Kur’an-ı Kerim O’nun bü­tün insanlığa rahmet olarak gönderildiğini açıklamıştır: “Biz seni Habibim âlemlere ancak rahmet için gönderdik” (el-Enbiya, 107).

(25) Konu ile ilgili olarak bir âyette şöyle buyurulur: “... eğer İslâm’a girerlerse doğra yolu bulmuş olurlar. Yüz çevirirlerse, sana düşen sadece tebliğdir. Al­lah kullarını görür” (Al-i İmran, 20).

(26) eş-Şuarâ, 3. .

(27) el-Kasas, 56.

(28) el-Âlâ, 9.

(29) Yûnus, 99. Allah’ın böyle dilemeyişi kâinattaki belgelerin ve insan aklının değerinin ortaya çıkması içindir. Artık bu tak­dirde kâinatın yaratılışındaki hârikulâde hikmetlerle insan aklının değerli meydana çıkabi­lir; çünkü Allah, bu dini, hayat kanunlarıyla uyum halinde in­zal etmiştir.

(30) el-Bakara, 256. Ayrıca bkz. el-Feth, 8–9.

(31) Âl-i İmrân, 8.

(32) el-İsrâ, 97.

(33) en-Nahl, 125. Hakka davetin başlıca üç yolu açıklanmaktadır:

a. Aydın kişiler ilim ve hikmetle davet edilecek,

b. İnanmış halk kitlesi güzel öğütlerle ilgili, çekici misallerle çağrılacak,

c. İnkâr şüphe ve aşırılık için­de bulunanlarla günün şart ve metotlarına göre müca­dele edilerek davet görevi yürütülecektir.

(34) Tarikat lügâtte yol demektir. Istılahta Allah Teâlâ’ya yaklaş­mak ve O’nun hoşnutluğunu kazanmak maksadıyla takip edilmesi gereken yol manasına­dır. Tarikatta, esası, insan ruhunu terbiye ve irşat ile dış fi­lemden ilgisinin kesilmesi, bu sayede Hakka vusulün gerçek­leşmesidir. Bkz. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatler, İst., 1981, s. 173 vd.

(35) Bir âyet-i kerimede şöyle bu­yurulur: “Hepiniz toptan sımsıkı Allah’ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın ü­zerinizdeki nimetini düşünün.” (Âl-i İmran, 103)

(36) Bkz. Zeynuddin Ahmed Zebidî, Tecrid-i Sarih, (çev. Kâmil Miras) İst., 1946, X, 433.

(37) Bu konuda geniş bilgi için bkz.

a. el-Aclûnî, Keşfu’l Hafa, Beyrut, 1351 H.

b. Aliyyülkârî; Risale fî vahde- ti’l-vücud, İst., 1294 H.

c. Ankaravî Rasuhuddin İsmail

b. Ahmed, Minhâcü’l-fukara, İst., 1376 H.

d. Eflâkî Ahmed, Menâkıbu’l- Ârifin, (çev. Tahsin Yazıcı)

e. Köprülü Mehmed Fuad, Türk Edebiyatında ilk Mutasavvıflar, Ank., 1966.

f. er-Rabbanî Ahmed Faruk, Mektubat, İst., 1966.

(38) İslâm dininin en büyük gayesi i’la-yı kelimetullah (tebliğ) gö­revinin büyük bir bölümü tari­kat ulularınca ifa edilmiştir. Bütün tarikatların değişmez hedefi, Tarikat-ı Furkaniye, Tarikat-ı Muhammediyye’ye ulaş­mak olmalıdır. Bkz. Ebu Nuaym el-Isfahânî, Hilyetü’l-Evliya, Mısır, 1932; Abdulhakim Arvasî, Rabıta-i Şerife, İst., 1342 H.

(39) Konuya ışık tutması bakımın­dan şu hadis-i şerifi de nakle­delim :

Hz. Ömer (r.a.)’den Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şöyle de­diği rivayet edilmiştir:

Allah’ın kullarından birta­kım insanlar vardır ki nebiler ve şehitler olmadıkları halde, kıyamet gününde Allah katındaki makamlarından dolayı on­lara enbiya ve şüheda gıpta edecektir. Bunlar kimlerdir ve amelleri nedir, bize haber ver ki bu suretle biz de onların dostu oluruz ya Resulallah, de diler. Peygamber (s.a.v.):

Bunlar aralarında ne akrabalık, ne de birbirleriyle alıp verecekleri olmadıkları halde Allah aşkıyla Allah’da sevişen kimselerdir. Allah’a yemin ederim ki yüzleri bir nur ve kendileri nurdan bir minber üzerindedir. İn­san korktuğu zaman bunlar korkmazlar, mahzun olduğu zaman üzüntü duymazlar, bu­; yurdu ve şu âyeti (Yunus, 62) okudu: “Haberiniz olsun ki Allah’ın veli kullan için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir” (M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İst., 1936, IV, 2731).

(40) Geniş bilgi için bkz. L von Ranke, Reform Devrinde Alman Tarihi, (çev. Cemal Köprülü) İst., 1953.

(41) Meselâ Hz. Nuh (a.s.)’un davetini açıklayan: “Size :Rabbimin risaletini tebliğ ediyor ve nasihatte bulunuyorum” (el-Araf, 62) âyeti ile Hud (as.)’un davetini bildiren: “Size Rabbimin risaletini tebliğ ediyorum ve ben sizin emin bir nasihatçınızım.” (el-Araf, 68) âyetlerin, de geçen “nasihat”, “Allah’ın dinine davet” anlamında kulla­nılmıştır.

(42) el-Kamer, 9. Nuh (a.s.) yıllarca mücadele etmiş, müspet bir ne­tice alamamıştır. Müteakip â­yetlerde durum daha açık anla­tılmaktadır. Kur’an-ı Kerim, Mekkeli inkârcılarla onlardan sonra azgınlık edenlere Allah’ın sünnetinin değişmeyeceği vakıasını bilmeleri için bir ibret olmak üzere bu âyetlere dikkati çekmiştir.

(43) el-Kamer, 9–10; el-Fürkân, 37.

(44) el-Ârâf, 60–63.

(45) Yunus, 72.

(46) Yunus, 73.

(47) Kâf, 12–14; es-Sa’d, 12-13; ez- Zâriyât, 46.

(48) en-Necm, 50–51.

(49) Hûd, 26–49.

(50) el-Ankebut, 14–15.

(51) eş-Şûra, 13.

(52) Geniş bilgi için bkz. îbn Sa’d, Tabakatü’l Kübrâ, Beyrut, 1968, I, 216; İbn Kayyum, Zâdü’l-Meâd, Mısır, 1970, II, 56; İbn Hişam, Siretü’n-Nebeviyye, Mısır, 1955, I, 334-335.

(53) Hûd, 42.

(54) Hûd, 43. Kur’ân-ı Kerim’in her kıssasında insanlar için alına­cak ibretler vardır. Nitekim ev­lâdın sapıklığından dolayı ba­bayı babanın sapıklığından do­layı evlâdı kınamanın doğru ol­madığı hususu bunlardan biri­dir. Ancak hemen belirtelim ki baba, evlâdına karşı her şeyden önce dinî terbiye vermekle gö­revli olduğunun şuurunu taşı­mak zorundadır.

(55) Kitleye hitap etme durumunda olan kişinin uyması gereken şartlar hakkında geniş bilgi için bkz. Dale Carnegie, Söz Söylemek ve iş Başarmak Sa­natı, (çev. Ö. Rıza Doğrul) İst. 1961.