İSLÂM ANLAYIŞI
“EY PEYGAMBER! BİZ SENİ İNSANLARIN SÖZ VE HAREKETLERİ ÜZERİNDE BİR GÖZETLEYİCİ, BİR MÜJDECİ VE UYARICI, ALLAH’A O’NUN İZNİYLE BİR DAVETÇİ VE NUR SAÇAN BİR KANDİL OLARAK GÖNDERDİK” el-Ahzâb, 45–46.
“Din, akıl sahiplerini kendi irade ve arzularıyla dünya ve ahiret saadetine eriştiren ilâhi bir nizamdır” (1). İslâmî kaynaklardaki bu tarif, Hz. Âdem’den Muhammed Aleyhisselâm’a kadar, bütün peygamberler yoluyla insanlığa tebliğ edilen İlâhî dinleri sahası içine alır. Aslında insanlık tarihi boyunca muhtelif ülkelerde çeşitli peygamberlerin getirip sunduğu dinler, iman esasları ve temel hükümleri bakımından aynı kaynağa bağlı tek bir dindir, adı İslâm’dır. Hz. Peygamberin: “İslâmî kabul eden selâmete erer” ve “Müslüman ol ki selâmet ve saadete eresin” (2) mealindeki hadislerinden de anlaşılacağı üzere “İslâm”, selâmet, barış, huzur ve saadet manasına gelen bir kökten türemiştir. Bu ilâhî dinin son peygamberi Muhammed Aleyhisselâm, son kitabı da Kur’ân-ı Kerim’dir. “Allah katında yegâne hak din olan İslâmiyet” (3) son peygamber ve son kitap ile nihaî şeklini almış, ölümsüz hayatiyetine kavuşmuş, adı ve muhtevası ile “cihanşümûl” vasfını kazanmıştır.
İslâm dini vahye dayanır. “Vahiy”, Allah Ta’âlâ’nın, emirlerini, yasaklarını, diğer öğütlerini, başka bir deyişle “kelâm”ını, insanlara tebliğ edilmek üzere peygamberine bildirmesidir (4). Hz. Muhammed’e 23 yıl kadar süren peygamberlik müddeti içinde gelen vahiyler Allah’ın son kitabı olan Kur’an’ı meydana getirmiştir. Aynca O, hayati boyunca, İslâm dininin birinci kaynağını teşkil eden Kur’ân-ı Kerim’i sözleriyle tefsir ve izah etmiş, hareket ve yaşayışı ile de tatbik etmiştir. Sünnet adını taşıyan O’nun bu söz ve davranışları da vahy ile olmuş ve İslâmiyetin ikinci kaynağını teşkil etmiştir.
Ashab devrinden itibaren İslâm bilginleri İslâm’ın, vahiy mahsulü iki ana kaynağına, Kitab’a ve Sünnet’e dayanarak birçok izah ve yorumlar yapmışlar, önlerine çıkan dinî meseleleri çözümlemişler, İslâm dinini inanç, ibadet, hukuk ve ahlâk sahalarında sistemleştirmişler, bu konularda birçok eser meydana getirmişlerdir. Bir devirdeki İslâm âlimlerinin ittifak ettikleri İlmî konular icma ile sabit olmuş ve icma dinî meseleler için üçüncü bir delil olarak kabul edilmiştir. İslâm’ın ana çerçevesi dâhilinde birbirinden farklı olarak ileriye sürülen görüşler de (kıyâs-ı fukahâ) dinî problemlerin çözümünde başvurulacak örnekler sayılmıştır.
I — İMAN ESASLARI
Biraz önce dinin tarifini yaparken O’nun dünya ve ahiret saadetini hedef aldığını söylemiştik. Bunun için İslâmiyet hem dünya hayatı ile hem de ahiret ve ebediyet âlemi ile ilgili esaslar koymuş, hükümler getirmiştir. Başka bir taksime göre dinî vecibeleri “iman esasları” ve “ameli hükümler” diye ikiye ayırmak mümkündür. İman esasları zihin ve kalp ile alâkalı olup İslâm’ın teorik yönünü, amele dair hükümler de insanın fiil ve hareketleriyle ilgili olup dinin pratik taraflarını teşkil ederler.
1.İslâm dininin inanç sistemi Allah’ın varlığı ve birliğine dayanır, insan, kendisine ve tabiata hâkim bir yaratıcının varlığını hissedip kabul edecek bir yaratılışa sahiptir. Kur’ân-ı Kerim, akıl sahibi insanı, her şeyden önce kendi yaratılışı, sahip olduğu maddî ve manevî güç ve kabiliyetleri hakkında düşünmeye, böylece yaratıcısının varlığını bulmaya davet eder. Sonra etrafımızı saran tabiat, orada hâkim olan kanunlar, şaşmayan, aksamayan mükemmel bir nizam ve ahenk., bütün bunlar maddenin fevkinde, onu yaratan, kendisine tevdi ettiği ilâhî kanunlarla kâinatın işleyiş ve nizamını sağlayan, onu idaresi ve tasarrufu altına alan, ezelî ve ebedî bir yaratıcının varlığını ve birliğini göstermez mi?
Allah’ın varlığını ve birliğini isbat eden birçok âyetten bir kaç tanesinin Türkçe meâlini görelim:
“Yer küresinde tam kesin bilgi edinebilenler için (Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren) nice alâmetler vardır, hatta bizzat kendi nefislerinizde bile. Gerçekleri hâlâ görmeyecek misiniz?”(5).
“De ki: Hâk Taâlâ geceyi kıyamet gününe kadar sürdürse Allah’tan başka size aydınlık verecek hangi mâbûd vardır, bana söyleyin? Hâlâ dinlemeyecek misiniz? Yine de ki: Hak Taâlâ gündüzü kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah’tan başka size, içinde dinlenebileceğiniz geceyi getirecek hangi mâbud vardır, söyleyin? Hâlâ görmeyecek misiniz ?(6).
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka Tanrılar bulunsaydı muhakkak ki kâinatın nizamı bozulurdu” (7).
“Şu içmekte olduğunuz suya dikkat ettiniz mi? Onu siz mi yağdırdınız buluttan, yoksa biz mi? Dileseydik onu (içilemeyecek) acı bir su yapardık şüphesiz, O halde niye şükretmiyorsunuz?”. “Şimdi çaktığınız ateşi söyleyin bana. O’nun ağacını siz mi yarattınız, yoksa biz mi?”(8).
Allah’ın varlığı ve birliği her peygamber vasıtasıyla insanlığa tebliğ edilmiştir, muhakkak. Fakat eski çağlardaki insanların zihnî kapasitesi, kültür ve medeniyet imkânları ilâhî dinin asliyetini uzun zaman muhafaza etmeye imkân vermiyordu. Bu sebeple tek Tanrı inancına bağlı olduğu halde Yahudilik Hâlik ile mâhlûk arasında benzetme yapmış, Hıristiyanlık ise ulûhiyetin temel prensibi olan birliği (tevhîdi) bozacak inançlara saplanmıştır. Muhammed aleyhisselâm’ın peygamberliğiyle nihaî şeklini almış bulunan İslâmiyettir ki yüce Hâlik’in varlığını, birliğini ve diğer kemal sıfatlarını en mükemmel bir şekilde anlatmış, insanları bir daha hataya düşmeyecek şekilde tenvir etmiştir. Bunun için İslâmiyet’in bir adı da Tevhid Dini olmuştur. İslâm’da imandan sonra en değerli amelin namaz olduğu bilinmektedir. Her günün beş vakti içinde kılman 40 rekat namazda 40 defa tekrar edilen Kur’ân’ın Fatiha sûresi, “Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz” manasında en kuvvetli bir tevhid ifadesini taşır.
Biz insanların idraki Allah Tââlâ’nın yaratıp kâinata tevdi ettiği ve “tabiat kanunları” dediğimiz kanunlarla sınırlandırılmıştır. Bu sebeple madde dünyasında bulunduğumuz müddetçe maddenin ötesini duyularımızla anlamaktan âciziz. “Gözler O’nu idrak edemez, O ise bütün gözleri idrak eder”(9), O halde yüce Yaratıcı’yı eserlerine bakmak suretiyle tanıyacak, O’nu sıfatlarıyla anlayacağız. Bu sıfatlar vahiy mahsulü olan Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerle bildirilmiştir.
Şüphe yok ki kâinatı yaratan, her an için evirip çevirip idare eden Allah ezelî ve ebedî bir hayat ile diridir. Her şeyi hakkıyla bilen gören ve işitendir. Her şeye güç yetiren iradesini hükümran kılan, emir, yasak ve talimatını kullarına bildirendir. O’nun varlığı için başlangıç ve son düşünülemez. Hiçbir şeye benzetilemez. Bizzat vardır. Hem zatında hem sıfatlarında tek ve birdir. İnsanları, onların fiillerini ve bütün yaratıkları yaratan O’dur. Yaşatan ve öldüren O’dur. Allah Taâlâ kemal ifade eden sıfatlarla vasıflanmış, eksiklik bildiren sıfatlardan da münezzeh ve berî olmuştur.
2. Kur’ân-ı Kerim, kâinatın insanoğlu için yaratıldığını, onun emri ve hâkimiyeti altına verildiğini, hizmetine âmâde kılındığını beyan eder (10). En güzel şekil ve manada yaratılan, üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılınan insanoğlunun seçkin vasfı ise Rabb’ini tanıması, O’na kulluk etmesidir (11)... Lütuf ve merhameti sonsuz olan Allah, insanı kendi haline terk etmemiş, onu yardımsız ve desteksiz bırakmamıştır, insanı aslî vazifesi olan Rabb’ine kulluk hususunda irşad eden, ona dünya hayatının huzurunu ve âhiret âleminin saadetini temin etme yollarını gösteren peygamberler göndermiştir. Peygamberler hitap ettikleri insanların içinden Allah tarafından seçilmiş mümtaz kişilerdir. Vazifeleri dünya ve ahiret saadetini sağlayan ilâhî talimatı hemcinsleri olan insanlara bildirmek, hakkın temsilcisi olmak, onu yaşamak ve yaşatmaktır. Kur’ân âyetleri her millete peygamber gönderildiğini haber verir (12). Tarih, en iptidai devirlerde bile insanlığın nübüvvet bereketlerinden istifade ettiğini ispat eder.
Peygamberlerin ilki Hz. Âdem, sonuncusu Hz. Muhammed Aleyhisselamdır (13). O’nun şahsında peygamberlik vazifesi sona ermiş, Allah’tan alıp getirdiği Kur’ân son ilâhi kitap, tebliğ ettiği İslâmiyet son ilâhî din olmuştur (14). Hz. Muhammed bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmiş(15), kafalarda ve gönüllerde tarihin en büyük inkılâbını meydana getirmiş, insanlığa karşı en değerli hizmeti ifa etmiştir. “Ey Peygamber; Biz seni insanların söz ve hareketleri üzerinde bir gözetleyici, bir müjdeci bir uyarıcı, Allah’a O’nun izniyle bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik” (16). “Biz seni bütün kâinata rahmet olarak gönderdik” (17). Yine Kur’ân’ın ifadesine göre Allah’ı sevmek, o büyük mutluluğa erişebilmek için Peygamberini sevmek, O’na uymak gerekmektedir. (18).
Peygamberlik tahsil ve terbiye ile elde edilecek bir makam olmayıp Allah vergisidir (19). Bütün peygamberler akıllı ve zeki, doğru sözlü, güvenilir, ilâhi talimatı insanlara tebliğ etmekte kusur etmeyen kişilerdir. İslâm’ın saf ve berrak inancına göre peygamberler günah işlemekten korunmuştur. Peygamberler dışında günahsız (masûm) ve kusursuz sayılabilecek hiçbir insan yoktur.
Tarih ilmi, son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’ın hayatını bütün ayrıntılarıyla tespit ve muhafaza ettiği halde O’ndan önceki peygamberlerin mevcudiyetini tam bir açıklık ve kesinlikle ispat edememektedir. Fakat biz Müslümanlar Hz. Muhammed Aleyhisselâm’la birlikte O’nun tebligatının haber verdiği Hz. İsa’ya, Hz. Musa’ya, İsrailoğullarının diğer peygamberlerine, hulâsa Allah’ın bütün elçilerine iman ederiz, “O’nun elçileri arasında bir ayırımda bulunmayız” (20). İslâm dinindeki bu tolerans, bu cihanşümûl vasıf diğer hiçbir dinde yoktur.
3. Maddeden, onun bütün görüntü ve özelliklerinden yüce olan Allah’ın madde şartlarıyla kayıtlı insanla münasebeti, ona talimatını bildirmesi nasıl mümkün olmuştur? Burada Allah’ın madde dünyasına indiren anlayış gibi, insanın fizik varlığından sıyrılıp ulûhiyet âlemine yükseldiğini ileriye süren anlayış da iptidai ve yanlıştır. Gerçek şudur ki Allah ile seçkin kulları ve peygamberleri arasında elçilik vazifesi yapan yaratıklar vardır: Melekler. Bir hadiste nurdan yaratıldığı ifade edilen melekler (21) hem ulûhiyet âlemiyle, hem de madde dünyasıyla temas edebilecek kabiliyettedir. Gerçi biz, aramızdaki yaratılış farkı sebebiyle, melekleri duyu organlarımızla idrak edemiyoruz. Fakat aklımız ruh gibi, elektrik enerjisi gibi beş duyumuzla idrak edemediğimiz halde varlığından şüphe edilmeyen nesneleri nasıl kabul ediyorsa meleklerin mevcudiyetini de onun gibi kabul eder. Konu, karakteri itibariyle pozitif ilimlerin sahasına girmediğinden o yolla inkârı abes bir şeydir.
Diğer mukaddes kitaplarda olduğu gibi Kur’ân-ı Kerim’de de bir iman esası olarak sık sık meleklerden bahsedilir. Melekler Allah’ın itaatkâr kulları, emirlerini aynen yerine getiren memurları, görünmeyen âlemin varlıkları, tabiatın işleyişini sağlayan ilâhî kanunların uygulayanlarıdır.
4. Cenâb-ı Hak kulları arasından seçtiği peygamberlerine zaman zaman kitaplar indirmiştir. Allah’ın dört büyük kitabından Zebûr Hz. Davud’ta, Tevrat Hz. Musa’ya, İncil Hz. İsa’ya ve Kur’ân Hz. Muhammed’e verilmiştir. Ne var ki Kur’ân-ı Kerim dışında kalan ilk üç kitap, kültür ve medeniyet imkânlarının sınırlı olduğu, eski çağlarda, zamanında yazıya geçirilip muhafaza edilememiş değişikliğe uğramış güvenilir birer metin olmaktan çıkmıştır. Bu gerçeği, kimse inkâr edememektedir. Zaten bunlar son ilâhî kitap olan Kur’ân-ı Kerim’in gelişiyle devirlerini kapamış, hükümsüz kalmıştır.
Hz Muhammed Aleyhisselâm’a 23 yıllık peygamberlik müddeti içinde peyderpey inen Kur’ân ise bizzat Hz. Peygamber tarafından vahiy kâtiplerine hemen yazdırılmış, ayrıca hem kendisi hem de ashabı tarafından ezberlenmiştir. Kur’ân-ı Kerim metni İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren her asırda yüzbinlerce nüsha olarak yazılmış, yüzbinler hatta milyonlarca hafız tarafından ezberlenmiş, bütün Müslümanlar tarafından günde beş vakit olarak kılınan namazlarda ve namaz dışında okunmuştur. Kur’ân’ın gördüğü bu ilgi ve itina tarihte hiçbir kitaba, hiçbir metne nasip olmamıştır. Binaenaleyh Kur’ân-ı Kerim’in Cebrail vasıtasıyla Muhammed Aleyhisselâm’a indirildiği gibi aynen tespit ve muhafaza edildiği, aynı metnin günümüze kadar geldiği, hiçbir yerinde tahrif, ilâve ve eksiltme vuku bulmadığı şüphesizdir.
Kur’ân Allah kelâmıdır. Hz. Muhammed sadece O’nun bir tebliğcisidir. O’nun Allah kelâmı olduğunu bizzat kendisi ilân ediyor. Şayet bunda tereddüt eden ve O’nun beşer sözü, yani Hz. Muhammed’in kendi sözü olduğunu ileri süren varsa o da Kur’ân’a benzer, O’nun yüzde birine benzer bir söz söylesin, ortaya bir metin koysun hatta bunun için istediği kimselerden yardım istesin (22). Kur’. ân-ı Kerim’in inkârcılara, şüphecilere ve iddiacılara karşı bu meydan okuyuşu 14 asırdır devam eder. Kimse Kur’ân’a benzer bir metin ortaya koyabilmiş değildir, bundan sonra da olamayacaktır.
Kur’ân-ı Kerim’in lâfız, şekil ve üslûp güzelliği, mana ve muhteva üstünlüğü anlatılamayacak derecededir. O’nu tetkik eden müminler şöyle dursun, insaflı münkirler bile hayranlıklarını gizleyememişlerdir. Kur’ân bir hidayet kitabıdır. Dünya ve ahiret saadetine götüren yolun rehberidir. Bütün emirleri, yasakları, öğütleri, haberleri, kıssaları ilâhî ifade mahsulüdür, doğrudur, gerçektir. Müslüman olabilmek için O’nun ilahiliğine, muhtevasının tamamına gönülden inanmak gereklidir. ‘‘Kitabın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bunu yapanların cezası dünya hayatında rüsvay ve perişan olmaktır. Kıyamet gününde ise azabın en çetinine itileceklerdir” (23). Türkçe mealini sunduğumuz bu âyet günümüzün birçok İslâm ülkesinin önemli hastalığım teşhis etmektedir.
Müslümanlar, Kur’ân-ı Kerim’le birlikte O’nun haber verdiği diğer ilâhî kitapların asıllarına da iman ederler.
5. Herkes müşahede ve kabul eder ki dünya hayatı gelip geçicidir. Her yaşayan ölüyor, fakat her ölen kayboluyor mu acaba?
Duyularımız maddenin boyutlarını aşıp da hayat sonrasına uzanamıyor, ölüm ve ötesinden haber veremiyor. Fakat aklımız dünya hayatından sonra başlayacak ölümsüz bir hayatın mevcudiyetini mümkün görüyor, gönlümüz ve vicdanımızsa bunun zaruri olduğuna hükmediyor. İnsanın dünyadaki arzu ye ihtirasları, meşru olsun olmasın, sonsuz denecek kadar çoktur, öyle ki sınırlı kudreti ve kısa ömrü içinde bunları gerçekleştirmesine imkân yoktur. Kâinatın merkezi ve yaratıkların en şereflisi olan insan ölmekle yok olmamalı, hayatiyetini öbür âlemde sürdürmeli, dünyadaki yaşayış ve davranışına paralel bir hayat tarzına kavuşmalıdır. Ebediyet duygusu insan ruhunun kaçınılmaz bir ihtiyacıdır. Ahiret inancı fakirlerin, mazlumların, muradına erememişlerin müjdecisi, müsriflerin, zalimlerin ve mağrurların uyarıcısıdır. İyiler için ilâhi lütuf, nimet ve vuslat, kötüler için de yaptıklarının karşılığı olarak ilâhî adalet ve azaptır.
Ahiret, insanda mesuliyet duygusunu uyandıran, geliştiren, kalbini yumuşatan, onun yersiz ihtiras ve şehvetlerini frenleyen en kuvvetli manevî müeyyidedir. Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetinde Allah’a imanla birlikte zikredilmektedir.
İslâmî kaynakların kesinlikle bildirdiğine göre bir gün gelecek, tabiatın işleyişini temin eden kanunlar düzeni bozulacak, gezegenler birbirine çarpıp parçalanacak, başka bir âlem kurulacak insanları ilkin yaratan Allah onları tekrar diriltecek. Dünyada yaptıklarının hesabı sorulacak. Dünyada iken inanan, iyi amel ve hareketlerde bulunanlar cennet ve nimete erişecek, inkârcılar da cehennem ve azaba duçar olacaktır, ölüm artık zeval bulacak, ebediyet hâkim olacaktır. Hz. Peygamberin ahiret halleri hakkındaki veciz sözlerinden sadece birini nakledelim: “İnsanoğlu, kıyamet gününde, şu sorulara cevap vermeden hiçbir yere ayrılamaz: ömrünü nerede tükettiği bildiği ile ne iş gördüğü, servetini nereden kazanıp nereye harcadığı ve bedenini nerede eskittiği”(24).
6. Hulâsa etmeye çalıştığımız iman esaslarının altıncısı ve sonuncusu olarak kaderi söz konusu edelim. Kader tabiatta vuku bulan her türlü hâdisenin ezelde Allah Teâlâ tarafından bilinmesi ve adeta planlanması demektir, önceden de söylediğimiz gibi kâinatın yaratılışı ve işleyişi Allah’ın irade ve kudretiyledir. Tabiatta mevcut bütün kanunlar Allah’ın kanunlarıdır. İnsanların yaptığı her şey mademki tabiat kanunlarına göre oluyor, o halde kadere uygun bir şekilde vuku buluyor demektir. Hadiselerin tarafımızdan bilinen yakın sebepleri olduğu gibi idrak edemediğimiz uzak sebepleri de vardır. Yakın sebepleri kul gerçekleştirir, fiil ona nispet edilir, ondan mesul olur, ceza veya mükâfat alır. Uzak sebepleri ise Allah halk eder, bu yönden de ona nispet edilir; bu nispet edilişe kader diyoruz.
Biz Allah Teâlâ’nın kemâl sıfatlarına inanıyoruz. Onun ilmi, iradesi ve kudreti hakkında düşündüğümüz “kemâl” kaderi doğurur.
Hz. Peygamber kader münakaşasını yasaklamıştır (25). Bu yasağın hikmeti ortadadır: Kimse pratik hayatta kadere güvenip de meselâ en tabii ihtiyacı olan yemeğinin emek harcamaksızın elinin altına gelmesini beklememektedir. Aksine normal olarak bütün insanlar dünya hayatı plânında muvaffak olmak için az veya çok çaba sarf etmektedir. Fakat manevi hayatın sürdürülmesi için yapılması gereken vazifelere gelince, bazıları “Allah dileseydi yapardım” bahanesini ileriye sürmekte, tembellik ve iradesizlik felsefesi yapmaktadır. Bu, gayri samimi bir iddia, neticesiz bir münakaşa değil de nedir?
Tabiat kanunları çerçevesinde ve kudretimiz dâhilinde her meşru şeye teşebbüs etmeli, maddî ve manevî vazifelerimizi yerine getirmeye çalışmalıyız. Allah’ın kudretini hatırlayarak muvaffakiyetlerden dolayı şımarmamalı, başarısızlıktan ötürü ümit kesmemeliyiz. Ümitle korku arası. Hayatı düzenleyen ve sevdiren budur, kader de budur.
Kader anlayışının Müslümanların gerileyişine sebep teşkil ettiği görüşü tamamen yanlıştır. Başta Hz. Peygamberin Saadet Asrı olmak üzere kadere itirazsız olarak inanıldığı İslâm tarihinin parlak devirleri bunun açık delilidir. Şayet Müslüman topluluklar gerilemişse bunun çeşitli tarihî, siyasî ve içtimaî sebepleri vardır. Doğrusu şudur ki Müslümanlar kadere inanışlarından dolayı gerilememiş, bilakis faydasız kader münakaşaları onların gerileyişinden sonra doğmuştur. Tıpkı mikrobik faktörler yüzünden hastalanan vücutta beliren araz ve ağrılar gibi.
Buraya kadar Allah’a, peygamberlerine, kitaplarına, meleklerine, ahiret gününe ve kadere iman olmak üzere İslâm dininin altı iman esasını hulâsa etmeye çalıştık. Bu konuda sözümüzü bitirirken şunu söyleyelim ki bu altı esas tahrife uğramadan önce Yahudilik ile Hıristiyanlığında müşterek prensipleriydi. İslâm naslarla en açık ve kesin ifadelerini bulan bu esaslar asırların geçmesiyle hiçbir değişikliğe uğramaz, gerçekliklerinden hiçbir şey yitirmez.
“Ey mü’minler! Allah’a, O’nun Peygamberine ve gerek O Peygambere indirdiği kitaba, gerek daha önce indirdiği kitaba iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse muhakkak ki derin bir sapıklık içinde kalmış olur” (26).
İman - küfür sınırı:
İman konusunda temas edilmesi gereken bir husus daha var: TEKFİR meselesi. Müslümanı küfre nispet etmek, onun iman dairesinden çıkıp küfre girdiğine hükmetmek demek olan tekfir zamanımızda salgın halini almış manevî bir hastalıktır.
Yukarıda altı noktada hulâsa ettiğimiz iman esaslarına İslâmî anlayış içinde inanan kimse Müslümandır. Başka bir deyişle Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın Allah’tan getirip tebliğ ettiği kesinlikle sabit olmuş esas ve hükümlere inanan, kimse mümindir. Onun kesin tebligatı iman esaslarını, ibadet şekillerini, çeşitli, hükümleri ve ahlâk prensiplerini ihtiva eder.
Bir kimsenin Müslüman olduğunun birinci alâmeti “Lâ ilâhe illâllah Muhammedu’r-Resûlûllah”dan ibaret olan Kelime-i Tevhîd’i söylemesidir. İmanın fiil halindeki belirtisi de namaz kılmaktır. Bir insan “Ben Müslümanım” diyorsa onu Müslüman kabul ederiz. Ancak iman esaslarından veya Kur’ân âyetlerinden herhangi birini inkâr eden, Allah’tan başka herhangi bir yaratığı tanrılaştıran, dinen kesinlikle sabit olmuş namaz, oruç gibi bir farzı inkâr eden, Allah’ın haram kıldığı şeyleri helâl kabul edenler, bu kanaatlerini kendi irade ve açık ifadeleriyle beyan ettikleri takdirde İslâm sınırlarının dışına çıktıklarına hükmedilir. Bu sözlü itiraflardan başka kilise âyinlerine katılmak gibi İslâm dışı fi’lî bir görünüm içinde bulunanlar da tekfîr edilir.
Peygamber efendimiz, “La ilâhe illâllah” diyen, Müslümanların kıblesine yönelen ve onların kestiğini yiyen kimseleri Müslüman ilân etmiştir (27). Âlimlerimizin "Ehl-i kıbleyi tekfîr etmeyiz” sözü meşhurdur. Mezhepler Tarihinde “ehl-i kıble” Kâbe’ye doğru namaz kılmanın farziyetini kabul edenler demektir (28). Binaenaleyh namaz kılmakta kusur ve tembellik gösterenler de onun farziyetini kabul ettikleri takdirde Müslüman sayılırlar.
Başta, Hz. Peygamber olmak (üzere İslâm büyükleri hiçbir zaman suçlayıcı, küstürücü, nefret ettirici ve kişileri İslâm’dan soğutucu bir tavır takınmamışlar; aksine bağışlayıcı, sevdirici ve İslâm’a ısındırıcı bir siyaset takip etmişler, ne maksatla olursa olsun “ben Müslümanım" diyen kişiyi benimsemişler, İslâm cemiyetine alıp onun potasında eritmeyi hedef edinmişlerdir.
Resul-i Ekrem’in (s.a.v) çok sevdiği Zeyd oğlu Usâme, bir savaş sırasında, canını "kurtarmak maksadıyla ‘‘Lâ ilâhe illâllah” diyen düşman neferini, samimiyetine inanmayarak öldürmüştü. Hadise Hz. Peygamber’e intikal etmiş, o da Usâme’yi şiddetli bir şekilde muaheze etmişti. Büyük sahabî Üsâme özür beyan ederek öldürdüğü düşman neferinin Kelime-i Tevhîdi söyleyişinde samimi olmadığını ileriye sürünce Hz. Peygamber: "Ne biliyorsun, kalbini mi yardın da samimi olmadığını anladın? Kıyamet gününde onun söylediği Kelime-i Tevhîd karşına çıkarsa ne yapacaksın? ” diyerek O’nu muahezeye devam etmiştir (29).
Diğer sahalarda olduğu gibi iman esasları sahasında da Hz. Peygamber’in yolunu izleyen İslâm âlimleri Müslümana kâfir damgasını vurmaktan daima kaçınmışlardır. Akaid ve Fıkıh ilimlerinde otorite İmam-ı A’zam Ebu Hanife: “Müslümana, büyük günah dâhil olmak üzere işlediği günah sebebiyle -onu halâl tanımadıkça- kâfir demeyiz, iman adını ondan uzaklaştırıp gidermeyiz, ona hakikaten Mü’min ismini veririz” (30) demiştir.
Eş’ariyye diye anılan en büyük Akaid mezhebinin kurucusu, Ebu’l-Hasen el-Eş’arî hayatının son dakikalarını yaşarken bir dostunu yanına çağırtmış ve ona şöyle demiştir: “Benim hakkımda şunu bilmeni ve anlatmanı isterim ki ehl-i kıbleden hiçbir kimseye kâfir demiyorum çünkü hepsi aynı mabûda inanıyor. Aramızdaki yegâne fark ifade değişikliğinden ibarettir” (31).
Şüphesiz ki ehl-i kıbleden olan, Müslüman diye tanınan, “ben Müslümanım” diyen kimseye, küfrü gerektiren kesin bir beyanı veya açık bir fi’li olmadığı müddetçe, kâfir damgası vurmak dinen pek tehlikeli bir şeydir. Hz. Peygamber’den (sahih olarak) şöyle rivayet edilmiştir: “Bir Müslüman diğer bir Müslümana kâfir dediği takdirde, gerçekten muhatabı kâfirse söz yerini bulur, aksi halde hüküm söyleyene döner” (32) yani söyleyen kâfir olur.
Müslüman kardeşini küfür ile itham etmek, onu İslâm dışı ilân etmek, her şeyden önce birliği bozan uğursuz bir hâdisedir. Allah’ı bir, kitabı bir, kıblesi bir olan fertlerin birbirinin imanından, samimiyetinden şüphe etmesi onların imanlarının ve dinî hayatlarının zayıflamasının belirtisidir. Tekfîr, cehaletin doğurduğu bir taassup, aczdan, hasetten, menfaat ve aşağı arzulardan neşet eden kötü bir huydur. Bunların hiçbiri Müslümana yakışmaz.
II — AMELİ HÜKÜMLER:
İslâm dininin bünyesini teşkil eden iki önemli unsurdan imân esaslarını kısaca açıkladıktan sonra biraz da amelî hükümler unsuru üzerinde duralım.
Kur’ân-ı Kerim’in 70’i aşkın âyetinde “iman" mefhumu ile birlikte "amel-i sâlih” mefhumu da zikredilmekte ve bu iki unsur netice bakımından, yani kurtuluşa vesile teşkil etmeleri yönünden birbirine bağlanmaktadır. “Faydalı, iyi ve güzel iş” manasına gelen “amel-i sâlih”in sahası, İslâm dininin anlayışına göre, çok geniştir; Şekilleri dini naslarla tespit edilmiş ibadetler, insanlar arasında adalete dayanan hukukî muameleler, şefkat ve saygıya dayanan ahlâkî davranışlar, hatta meşru olmak şartıyla dünya için yapılan bütün çalışmalara amel-i sâlih çerçevesine girer. Peygamber Aleyhlsselâm bir hadislerinde: “...Vârislerini kendinden sonra ele avuç açarak dilenir halde bırakmaktansa onları zengin olarak bırakman çok daha hayırlıdır. Allah rızasını diyerek yaptığın her türlü harcamadan mutlaka sevap alırsın, eşinin ağzına koyacağın lokmaya varıncaya kadar” (33) buyurmuştur.
Amelî hükümlerin birinci bölümünü ibadetler teşkil eder. “Tapmak, kulluk ve itaat etmek” manalarına gelen ibadet Kur’ân-ı Kerim’in 300 e yakın âyetinde çeşitli ifadelerle yer alır. Bir âyette: “Ben cinleri de insanları da sadece bana ibadet etsinler diye yarattım” (34) buyurulmuştur. İslâm dini insanın, yaratılıştan dindar olduğunu, yani Rabb’ini tanıma ve O’na kulluk etme temayülüne sahip bulunduğunu kabul eder. Ancak çevreden ve terbiye sisteminden doğan birçok fakirler menfî yönden tesir icra ederek onu tabii yoldan saptırabilir.
İbadet her şeyden önce imanın bir gereğidir. O, varlığına inanılan ve gönülden bağlanılan biricik Allah’ın anılması, sevilenin aranmasıdır. İbadetle pekiştirilmeyen iman zayıflar. Bu imanın fikre ve ruha bırakacağı müspet tesirler azalır hatta büsbütün zeval bulur. İman, ihtiras ve şehvet çöllerinin ortasında bulunan kalbe dikilmiş ilâhi bir fidansa ibadet bu fidanın sulanması, bakımının yapılması ve hayatiyetinin sağlanması demektir.
Biz insanlar farkında olmasak da Allah’ın verdiği birçok nimet içinde yüzüp durmaktayız, ibadet bu nimetlere karşı bir teşekkür ifadesidir.
İbadet ruhî bir ihtiyaçtır da çünkü insan bir kuvvete teslim olmak ihtiyacındadır. Allah’a ibadet etmemek suretiyle hür olduklarını sananlar hakikatte ya nefsânî arzularına veya kula kul olurlar. Beş vakit namazda 40 defa tekrar edilen Fâtiha sûresi Müslümanın gönlünü ve vicdanını sadece Allah’a bağlamakta, her türlü mahlûkun gönül üzerindeki sultasını reddetmektedir.
İslâm dininde imandan sonra en üstün ibadet namazdır. Namaz dinin direği ve imanın alâmeti kabul edilmiştir. Namaz Kur’an-ı Kerim’de “salât” kelimesiyle ifade edilmiştir. “Salât”, şekli tespit edilmiş bir nevi dua demektir. Kur’ân’da 99 yerde geçer. Birçok âyette bedenî bir ibadet olan namazla birlikte mâlî ibadet olan zekât da zikredilir. Ancak zekât sadece mâlî gücü yerinde olan Müslümanlar için farz kılınmıştır önemli ibadetlerden biri olan hac da öyledir. Bunlardan başka Ramazan ayında oruç tutmak da İslâm’ın farz kıldığı ibadetlerden biridir.
Namaz kılmak zekât vermek, haccetmek, oruç tutmak; İslâm dininin bu dört ana ibadet unsuruna bir de gönüldeki imanın dille ifade edilmesi ve açığa vurulması demek olan “Kelime-i Şehâdet”i ilâve edecek olursak Peygamber Efendimizin de buyurdukları üzere İslâm’ın beş şartı ortaya çıkmış olur.
İslâm dinin getirdiği ibadet şekilleri -onun benimsediği iman esasları ve diğer kesin hükümleri gibi- vahye dayanır. Yani ilâhî vahye mazhar olan son peygamber Muhammed Aleyhisselâm bu ibadetlerin varlığını, şeklini, miktarını ve yerine getirilme zamanını Allah’ın muradına uygun bir şekilde tebliğ etmiş, fi’len de tatbik ederek bizzat göstermiştir. Binaenaleyh yeniden ibadet şekilleri ihdas etmek yahut mevcut olanlarından birini veya birkaçını kaldırmak mümkün olmadığı gibi ibadetlerin şeklini, miktarını, mekânla alâkası olanlarının mekânını ve ifa ediliş zamanını değiştirmeye de kimsenin hakkı yoktur.
İbadetin özü ve ruhu ihlâstır. İhlâs, karşılığında sevap umulan bir işin yapılışı sırasında sadece Allah rızasının gözetilmesi demektir. İhlâsın zıddı riyadır. Riyâ, gösteriş için, dünya menfaati için ibadet etmektir. Gönülden olmayan, insanın benliğini sarmayan bu nevi ibadetler kişiye ne dünya için bir olgunluk temin eder, ne de ahiret için sevap kazandırır. Kur’ân-ı Kerim’de: “Şuursuzca ve gösteriş için namaz kılanların vay haline!” (33) buyurulmuştur.
Müminin gönlünde bulunan iman, Kur’ân-ı Kerim’de, güzel bir ağaca benzetilmiştir; kökü sabit ve sağlam, dalları ise yükseklere çıkan ve her mevsimde meyve veren bir ağaç (36). Kalbe kök salmış iman ağacının meyvesi, gönülde saklı bulunan bu inanç enerjisinin, bu Allah sevgisinin eseri uzuvları da görülür, tıpkı elektrik enerjisine bağlı bulunan elektrikli cihazların bu enerji çeşitli şekillerde yansıttığı gibi. Bu sebepledir ki mümin, sözlerinde ve hareketlerinde, gönlündeki imanın olgunluğunu ve dürüstlüğünü gösterir. Hz. Peygamber: “Müslüman, dillinden ve elinden diğer Müslümanların emin olduğu kişidir” (37) mealindeki veciz sözleriyle bu gerçeği ifade etmiştir.
İslâm dini Allah ile kul arasındaki münasebetleri düzenlediği gibi insanlar arasındaki münasebetleri de düzenlemiş, bu konuda da emirler ve yasaklar getirmiştir. İnsanlar arasındaki münasebetlerin bir kısmı uyulması gereken mecburî kaidelerdir. Burada asıl olan adalettir. Kur’ân’da şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan hakimler ve Allah için, şahitlik eden insanlar olun, hatta bu, kendinizin, ana-babanızın ve yakın hısımlarınızın aleyhine de olsa” (38). “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan hâkimler, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir zümreye karşı olan kininiz sizi adaletten sapmanıza sevk etmesin. Adaletli olun ki o, takvâya çok yakın olandır. Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır” (39).
İnsanın hemcinsleriyle, hatta diğer canlılar ve tabiatla olan bazı alâkalarını da İslâm’ın ahlâk kaideleri düzenlemiştir. “Allah’ın emrine saygılı olmak ve yaratıklarına şefkat göstermek” İslâm ahlâkının özünü teşkil eder.
Buraya kadar İslâm dininin bünyesini teşkil eden iman esaslarını kısaca anlatmış, ibadet şekilleri, ahkâm ve ahlâk prensiplerine de temas etmiş olduk. Şunu belirtelim ki İslâm’ın getirdiği bütün prensipler, başka bir deyişle son peygamber Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın Allah’tan alıp insanlara tebliğ ettiği kesinlikle sabit olan bütün hükümler toplu olarak İslâm dinini teşkil eder. Bunların tamamının dinden olduğunu kabul etmek imanın gereğidir. Bu noktada bir ayırım yapmak iman denen psikolojik hadise parçalanmayı kabul etmeyeceğinden mümkün değildir.
İslâm dini hem ferdin hem cemiyetin, hem maddî hem de manevî ihtiyaçlarına cevap verecek, dünya ve ahiret saadetini sağlayacak prensipleri getirmiş, küllî bir nizam kurmuştur. İnsanlar bu nizamı tanıdıkça, onu benimsedikçe yükselecek, huzur ve saadete kavuşacaktır.
İslâmiyetin bütün dünyaya yayılacağını haber veren Hz. Peygamberin veciz sözleriyle sözümüzü bitirelim:
“Yeryüzünün şehrinde ve köyünde hiçbir ev kalmayacaktır ki İslâmiyet oraya girmesin. Bu, kuvvetlinin kuvveti ve zayıfın aczi, sayesinde mümkün olacaktır: Allah ya insanları yüceltip kuvvetlendirecek ve İslâm’a lâyık kılacak veya zayıf düşürüp ona boyun eğdirecektir”(40).
(1) el-Curcânî, et-Ta’rifât ve et-Tehânevî, el-Kegşâf, “dîn” maddesi.
(2) bk- Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/231; Buhârî, Bed’ifl-vahy/G.
(3) Âl-i İmrân sûresi (3). âyet, 19.
(4) bk. et-Tehânevî, el-Keggâf. "vahy” maddesi.
(5) Zâriyât sûresi (51), âyet, 20–21.
(6) Kasas sûresi (28), âyet, 71–72.
(7) Enbiyâ sûresi (21), âyet, 22.
(8) Vâkıa sûresi (56), âyet, 68–70.
(9) En’âm sûresi (6), âyet, 103.
(10) Bakara sûresi (2), âyet, 29; İbrahim sûresi (14), âyet, 32–33; Câsiye sûresi (45), âyet 13.
(11) İsrâ sûresi (17), âyet, 70; Tîn sûresi (95), 4; Zârlyât sûresi (61), âyet, 56.
(12) Nahl sûresi (16), âyet, 36; Fâtır sûresi (35), âyet, 24.
(18) Bakara sûresi (2), âyet, 30–37; Ahzâb sûresi (33), âyet, 40.
(14) Mâlde sûresi (5), âyet, 3
(15) A’râf sûresi (7), âyet, 158: Sebe’ sûresi (34), âyet, 28.
(16) Ahzâb sûresi (33), âyet, 45–46.
(17) Enbiyâ sûresi (21). âyet, 107.
(18) Âl-i İmrân sûresi (3), âyet, 31.
(19) En’âm sûresi (6), âyet, 124; Hac sûresi (22), âyet, 75.
(20) Bakara sûresi (2), âyet, 285.
(21) Sahih-i Müslim, ez-Zühd/10.
(22) Bakara sûresi (2), ayet. 22–23.
(23) Bakara sûresi (2), âyet. 85.
(24) Sünen-i Tirmizî, el-Kıyâme/1,
(25) Sünen-i Tirmizî, el-Kader/l; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/196.
(26) Nisâ sûresi (4). âyet 136.
(27) Sahîh-i Buhârî, es-Salât/28.
(28) Abdülkaahir el-Bağdâdi, el-Fark beyne’1-fırak. Kahire, tarihsiz, s. 1213.
(29) İbn Hişâm, es-Sîra, Kahire, 1955, 2/622–623; İbn Sa’d, et-Tabakat, Beyrut, 1957, 4/69; Sahîh-i Müslim, el-lmân/41.
(30) el-Fıkhu’l-ekber, Aliyyu’l-Karî şerhi ekinde (Mısır, 1323), s. 168.
(31) İbn Asakir, Tebyîn-u kezibi’l-muhterî, Dimask, 1347, s. 148–149.
(32) Sahih-i Müslim, el-İmân/26 – 27; Sünen-i Ebî Dâvud, es-Sünn/15.
(33) Sahîh-i Buhari, el-Vesâyâ/2; Sahih-i Müslim, el-Vasıyya/1.
(34) Sahih-i Buhârî, el-İmân/1, 2; Sahih-i Müslim, el-İmân/5.
(35) Mâûn sûresi (107), ayet, 4–6.
(36) İbrahim sûresi (14), âyet, 24–25.
(37) Sahlh-i Buhârî; el-İmân/4, 5; Sahih-i Müslim, el-İmân/14.
(38) Nisâ sûresi (4), âyet, 135.
(39) Mâide sûresi (5), âyet, 8.
(40) Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/4.