Makale

İSLÂM ANLAYIŞI

İSLÂM ANLAYIŞI

Bekir TOPALOĞLU
M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

“EY PEYGAMBER! BİZ SENİ İNSANLARIN SÖZ VE HAREKETLERİ ÜZERİNDE BİR GÖZETLEYİCİ, BİR MÜJDECİ VE UYARICI, ALLAH’A O’NUN İZNİYLE BİR DAVETÇİ VE NUR SAÇAN BİR KANDİL OLARAK GÖNDERDİK” el-Ahzâb, 45–46.

“Din, akıl sahiplerini kendi ira­de ve arzularıyla dünya ve ahiret saadetine eriştiren ilâhi bir nizam­dır” (1). İslâmî kaynaklardaki bu tarif, Hz. Âdem’den Muhammed Aleyhisselâm’a kadar, bütün peygam­berler yoluyla insanlığa tebliğ edi­len İlâhî dinleri sahası içine alır. Aslında insanlık tarihi boyunca muh­telif ülkelerde çeşitli peygamberlerin getirip sunduğu dinler, iman esas­ları ve temel hükümleri bakımından aynı kaynağa bağlı tek bir dindir, adı İslâm’dır. Hz. Peygamberin: “İs­lâmî kabul eden selâmete erer” ve “Müslüman ol ki selâmet ve saadete eresin” (2) mealindeki hadislerinden de anlaşılacağı üzere “İslâm”, selâ­met, barış, huzur ve saadet mana­sına gelen bir kökten türemiştir. Bu ilâhî dinin son peygamberi Muham­med Aleyhisselâm, son kitabı da Kur’ân-ı Kerim’dir. “Allah katında yegâne hak din olan İslâmiyet” (3) son peygamber ve son kitap ile nihaî şeklini almış, ölümsüz hayatiyetine kavuşmuş, adı ve muhtevası ile “cihanşümûl” vasfını kazanmıştır.

İslâm dini vahye dayanır. “Vahiy”, Allah Ta’âlâ’nın, emirlerini, yasaklarını, diğer öğütlerini, başka bir deyişle “kelâm”ını, insanlara tebliğ edilmek üzere peygamberine bildirmesidir (4). Hz. Muhammed’e 23 yıl kadar süren peygamberlik müddeti içinde gelen vahiyler Allah’­ın son kitabı olan Kur’an’ı meydana getirmiştir. Aynca O, hayati boyun­ca, İslâm dininin birinci kaynağını teşkil eden Kur’ân-ı Kerim’i sözleriy­le tefsir ve izah etmiş, hareket ve yaşayışı ile de tatbik etmiştir. Sün­net adını taşıyan O’nun bu söz ve davranışları da vahy ile olmuş ve İslâmiyetin ikinci kaynağını teşkil et­miştir.

Ashab devrinden itibaren İslâm bilginleri İslâm’ın, vahiy mahsulü iki ana kaynağına, Kitab’a ve Sünnet’e dayanarak birçok izah ve yorumlar yapmışlar, önlerine çıkan dinî meseleleri çözümlemişler, İslâm dinini inanç, ibadet, hukuk ve ahlâk saha­larında sistemleştirmişler, bu konu­larda birçok eser meydana getirmiş­lerdir. Bir devirdeki İslâm âlimlerinin ittifak ettikleri İlmî konular icma ile sabit olmuş ve icma dinî me­seleler için üçüncü bir delil olarak kabul edilmiştir. İslâm’ın ana çerçe­vesi dâhilinde birbirinden farklı olarak ileriye sürülen görüşler de (kıyâs-ı fukahâ) dinî problemlerin çözümünde başvurulacak örnekler sayılmıştır.

I — İMAN ESASLARI

Biraz önce dinin tarifini yapar­ken O’nun dünya ve ahiret saadetini hedef aldığını söylemiştik. Bunun için İslâmiyet hem dünya hayatı ile hem de ahiret ve ebediyet âle­mi ile ilgili esaslar koymuş, hü­kümler getirmiştir. Başka bir tak­sime göre dinî vecibeleri “iman esasları” ve “ameli hükümler” diye ikiye ayırmak mümkündür. İman esasları zihin ve kalp ile alâkalı olup İslâm’­ın teorik yönünü, amele dair hükümler de insanın fiil ve hareket­leriyle ilgili olup dinin pratik taraflarını teşkil ederler.

1.İslâm dininin inanç sistemi Allah’ın varlığı ve birliğine dayanır, insan, kendisine ve tabiata hâkim bir yaratıcının varlığını hissedip ka­bul edecek bir yaratılışa sahiptir. Kur’ân-ı Kerim, akıl sahibi insanı, her şeyden önce kendi yaratılışı, sa­hip olduğu maddî ve manevî güç ve kabiliyetleri hakkında düşünmeye, böylece yaratıcısının varlığını bulma­ya davet eder. Sonra etrafımızı sa­ran tabiat, orada hâkim olan kanun­lar, şaşmayan, aksamayan mükemmel bir nizam ve ahenk., bütün bunlar maddenin fevkinde, onu yaratan, kendisine tevdi ettiği ilâhî kanun­larla kâinatın işleyiş ve nizamını sağlayan, onu idaresi ve tasarrufu altına alan, ezelî ve ebedî bir yaratı­cının varlığını ve birliğini göster­mez mi?

Allah’ın varlığını ve birliğini isbat eden birçok âyetten bir kaç tanesinin Türkçe meâlini görelim:

“Yer küresinde tam kesin bilgi edinebilenler için (Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren) nice alâmetler vardır, hatta bizzat kendi nefislerinizde bile. Gerçekleri hâlâ görmeyecek misiniz?”(5).

“De ki: Hâk Taâlâ geceyi kıya­met gününe kadar sürdürse Allah’­tan başka size aydınlık verecek han­gi mâbûd vardır, bana söyleyin? Hâ­lâ dinlemeyecek misiniz? Yine de ki: Hak Taâlâ gündüzü kıyamet gününe kadar aralıksız devam ettirse, Allah’­tan başka size, içinde dinlenebilece­ğiniz geceyi getirecek hangi mâbud vardır, söyleyin? Hâlâ görmeye­cek misiniz ?(6).

“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka Tanrılar bulunsaydı muhak­kak ki kâinatın nizamı bozulur­du” (7).

“Şu içmekte olduğunuz suya dik­kat ettiniz mi? Onu siz mi yağdır­dınız buluttan, yoksa biz mi? Dileseydik onu (içilemeyecek) acı bir su yapardık şüphesiz, O halde niye şükretmiyorsunuz?”. “Şimdi çaktığınız ateşi söyleyin bana. O’nun ağacını siz mi yarattınız, yoksa biz mi?”(8).

Allah’ın varlığı ve birliği her peygamber vasıtasıyla insanlığa teb­liğ edilmiştir, muhakkak. Fakat es­ki çağlardaki insanların zihnî kapa­sitesi, kültür ve medeniyet imkân­ları ilâhî dinin asliyetini uzun zaman muhafaza etmeye imkân vermiyordu. Bu sebeple tek Tanrı inancına bağlı olduğu halde Yahudilik Hâlik ile mâhlûk arasında benzetme yapmış, Hıristiyanlık ise ulûhiyetin temel prensibi olan birliği (tevhîdi) boza­cak inançlara saplanmıştır. Muhammed aleyhisselâm’ın peygamberliğiyle nihaî şeklini almış bulunan İslâmiyettir ki yüce Hâlik’in varlığını, birliğini ve diğer kemal sıfatlarını en mükemmel bir şekilde anlatmış, in­sanları bir daha hataya düşmeyecek şekilde tenvir etmiştir. Bunun için İslâmiyet’in bir adı da Tevhid Dini ol­muştur. İslâm’da imandan sonra en değerli amelin namaz olduğu bilinmektedir. Her günün beş vakti içinde kılman 40 rekat namazda 40 defa tekrar edilen Kur’ân’ın Fatiha sûresi, “Yalnız sana kulluk eder, yal­nız senden yardım dileriz” manasında en kuvvetli bir tevhid ifadesini taşır.

Biz insanların idraki Allah Tââlâ’nın yaratıp kâinata tevdi ettiği ve “tabiat kanunları” dediğimiz kanun­larla sınırlandırılmıştır. Bu sebep­le madde dünyasında bulunduğumuz müddetçe maddenin ötesini duyula­rımızla anlamaktan âciziz. “Gözler O’nu idrak edemez, O ise bütün göz­leri idrak eder”(9), O halde yüce Yaratıcı’yı eserlerine bakmak suretiyle tanıyacak, O’nu sıfatlarıyla anlayacağız. Bu sıfatlar vahiy mahsulü olan Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerle bildirilmiştir.

Şüphe yok ki kâinatı yaratan, her an için evirip çevirip idare eden Allah ezelî ve ebedî bir hayat ile di­ridir. Her şeyi hakkıyla bilen gören ve işitendir. Her şeye güç yetiren ira­desini hükümran kılan, emir, yasak ve talimatını kullarına bildirendir. O’nun varlığı için başlangıç ve son dü­şünülemez. Hiçbir şeye benzetilemez. Bizzat vardır. Hem zatında hem sıfatlarında tek ve birdir. İnsanları, onların fiillerini ve bütün yaratıkları yaratan O’dur. Yaşatan ve öldüren O’dur. Allah Taâlâ kemal ifade eden sıfatlarla vasıflanmış, eksiklik bildi­ren sıfatlardan da münezzeh ve berî olmuştur.

2. Kur’ân-ı Kerim, kâinatın in­sanoğlu için yaratıldığını, onun em­ri ve hâkimiyeti altına verildiğini, hizmetine âmâde kılındığını beyan eder (10). En güzel şekil ve manada yaratılan, üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılınan insanoğlunun seçkin vasfı ise Rabb’ini tanıması, O’na kulluk etmesidir (11)... Lütuf ve mer­hameti sonsuz olan Allah, insanı kendi haline terk etmemiş, onu yar­dımsız ve desteksiz bırakmamıştır, insanı aslî vazifesi olan Rabb’ine kul­luk hususunda irşad eden, ona dünya hayatının huzurunu ve âhiret âlemi­nin saadetini temin etme yollarını gösteren peygamberler göndermiştir. Peygamberler hitap ettikleri insanla­rın içinden Allah tarafından seçilmiş mümtaz kişilerdir. Vazifeleri dünya ve ahiret saadetini sağlayan ilâhî talimatı hemcinsleri olan insanlara bildirmek, hakkın temsilcisi olmak, onu yaşamak ve yaşatmaktır. Kur’ân âyetleri her millete peygamber gönderildiğini haber verir (12). Tarih, en iptidai devirlerde bile insanlığın nübüvvet bereketlerinden istifade et­tiğini ispat eder.

Peygamberlerin ilki Hz. Âdem, sonuncusu Hz. Muhammed Aleyhisselamdır (13). O’nun şahsında peygam­berlik vazifesi sona ermiş, Allah’tan alıp getirdiği Kur’ân son ilâhi kitap, tebliğ ettiği İslâmiyet son ilâhî din olmuştur (14). Hz. Muhammed bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmiş(15), kafalarda ve gönüllerde tarihin en büyük inkılâbını meydana getirmiş, insanlığa karşı en değerli hizmeti ifa etmiştir. “Ey Peygam­ber; Biz seni insanların söz ve hare­ketleri üzerinde bir gözetleyici, bir müjdeci bir uyarıcı, Allah’a O’nun iz­niyle bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik” (16). “Biz seni bütün kâinata rahmet olarak gönderdik” (17). Yine Kur’ân’ın ifade­sine göre Allah’ı sevmek, o büyük mutluluğa erişebilmek için Peygam­berini sevmek, O’na uymak gerekmektedir. (18).

Peygamberlik tahsil ve terbiye ile elde edilecek bir makam olmayıp Allah vergisidir (19). Bütün peygam­berler akıllı ve zeki, doğru sözlü, güvenilir, ilâhi talimatı insanlara tebliğ etmekte kusur etmeyen kişi­lerdir. İslâm’ın saf ve berrak inancına göre peygamberler günah işlemekten korunmuştur. Peygamberler dışında günahsız (masûm) ve kusursuz sa­yılabilecek hiçbir insan yoktur.

Tarih ilmi, son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’ın hayatını bütün ayrıntılarıyla tespit ve muha­faza ettiği halde O’ndan önceki pey­gamberlerin mevcudiyetini tam bir açıklık ve kesinlikle ispat edeme­mektedir. Fakat biz Müslümanlar Hz. Muhammed Aleyhisselâm’la birlik­te O’nun tebligatının haber verdiği Hz. İsa’ya, Hz. Musa’ya, İsrailoğullarının diğer peygamberlerine, hulâsa Allah’ın bütün elçilerine iman ederiz, “O’nun elçileri arasında bir ayırımda bulunmayız” (20). İslâm dinindeki bu tolerans, bu cihanşümûl vasıf diğer hiçbir dinde yoktur.

3. Maddeden, onun bütün görüntü ve özelliklerinden yüce olan Allah’ın madde şartlarıyla kayıtlı insanla münasebeti, ona talimatını bildirmesi nasıl mümkün olmuştur? Burada Allah’ın madde dünyasına indiren anlayış gibi, insanın fizik varlığından sıyrılıp ulûhiyet âlemine yükseldiğini ileriye süren anlayış da iptidai ve yanlıştır. Gerçek şudur ki Allah ile seçkin kulları ve peygamberleri ara­sında elçilik vazifesi yapan yaratık­lar vardır: Melekler. Bir hadiste nurdan yaratıldığı ifade edilen melek­ler (21) hem ulûhiyet âlemiyle, hem de madde dünyasıyla temas edebilecek kabiliyettedir. Gerçi biz, aramızdaki yaratılış farkı sebebiyle, melekleri duyu organlarımızla idrak edemiyo­ruz. Fakat aklımız ruh gibi, elektrik enerjisi gibi beş duyumuzla idrak edemediğimiz halde varlığından şüp­he edilmeyen nesneleri nasıl kabul ediyorsa meleklerin mevcudiyetini de onun gibi kabul eder. Konu, karakteri itibariyle pozitif ilimlerin saha­sına girmediğinden o yolla inkârı abes bir şeydir.

Diğer mukaddes kitaplarda olduğu gibi Kur’ân-ı Kerim’de de bir iman esası olarak sık sık meleklerden bah­sedilir. Melekler Allah’ın itaatkâr kulları, emirlerini aynen yerine geti­ren memurları, görünmeyen âlemin varlıkları, tabiatın işleyişini sağla­yan ilâhî kanunların uygulayanlarıdır.

4. Cenâb-ı Hak kulları arasından seçtiği peygamberlerine zaman za­man kitaplar indirmiştir. Allah’ın dört büyük kitabından Zebûr Hz. Davud’ta, Tevrat Hz. Musa’ya, İncil Hz. İsa’ya ve Kur’ân Hz. Muhammed’e verilmiştir. Ne var ki Kur’ân-ı Ke­rim dışında kalan ilk üç kitap, kültür ve medeniyet imkânlarının sı­nırlı olduğu, eski çağlarda, zamanın­da yazıya geçirilip muhafaza edile­memiş değişikliğe uğramış güvenilir birer metin olmaktan çıkmıştır. Bu gerçeği, kimse inkâr edememektedir. Zaten bunlar son ilâhî kitap olan Kur’ân-ı Kerim’in gelişiyle devirleri­ni kapamış, hükümsüz kalmıştır.

Hz Muhammed Aleyhisselâm’a 23 yıllık peygamberlik müddeti içinde peyderpey inen Kur’ân ise bizzat Hz. Peygamber tarafından vahiy kâ­tiplerine hemen yazdırılmış, ayrıca hem kendisi hem de ashabı tarafın­dan ezberlenmiştir. Kur’ân-ı Kerim metni İslâm’ın ilk devirlerinden iti­baren her asırda yüzbinlerce nüsha olarak yazılmış, yüzbinler hatta milyonlarca hafız tarafından ezber­lenmiş, bütün Müslümanlar tarafın­dan günde beş vakit olarak kılınan namazlarda ve namaz dışında okun­muştur. Kur’ân’ın gördüğü bu ilgi ve itina tarihte hiçbir kitaba, hiçbir metne nasip olmamıştır. Binaenaleyh Kur’ân-ı Kerim’in Cebrail vasıtasıyla Muhammed Aleyhisselâm’a indirildiği gibi aynen tespit ve muhafaza edil­diği, aynı metnin günümüze kadar geldiği, hiçbir yerinde tahrif, ilâve ve eksiltme vuku bulmadığı şüphe­sizdir.

Kur’ân Allah kelâmıdır. Hz. Mu­hammed sadece O’nun bir tebliğcisidir. O’nun Allah kelâmı olduğunu bizzat kendisi ilân ediyor. Şayet bunda tereddüt eden ve O’nun beşer sözü, yani Hz. Muhammed’in kendi sözü ol­duğunu ileri süren varsa o da Kurân’a benzer, O’nun yüzde birine ben­zer bir söz söylesin, ortaya bir me­tin koysun hatta bunun için istediği kimselerden yardım istesin (22). Kur’. ân-ı Kerim’in inkârcılara, şüphecile­re ve iddiacılara karşı bu meydan okuyuşu 14 asırdır devam eder. Kim­se Kur’ân’a benzer bir metin ortaya koyabilmiş değildir, bundan sonra da olamayacaktır.

Kur’ân-ı Kerim’in lâfız, şekil ve üslûp güzelliği, mana ve muhteva üstünlüğü anlatılamayacak derece­dedir. O’nu tetkik eden müminler şöyle dursun, insaflı münkirler bile hayranlıklarını gizleyememişlerdir. Kur’ân bir hidayet kitabıdır. Dünya ve ahiret saadetine götüren yolun rehberidir. Bütün emirleri, yasakla­rı, öğütleri, haberleri, kıssaları ilâ­hî ifade mahsulüdür, doğrudur, ger­çektir. Müslüman olabilmek için O’nun ilahiliğine, muhtevasının tama­mına gönülden inanmak gereklidir. ‘‘Kitabın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bunu yapanların cezası dünya hayatında rüsvay ve perişan olmak­tır. Kıyamet gününde ise azabın en çetinine itileceklerdir” (23). Türkçe mealini sunduğumuz bu âyet günü­müzün birçok İslâm ülkesinin önem­li hastalığım teşhis etmektedir.

Müslümanlar, Kur’ân-ı Kerim’le birlikte O’nun haber verdiği diğer ilâhî kitapların asıllarına da iman ederler.

5. Herkes müşahede ve kabul eder ki dünya hayatı gelip geçicidir. Her yaşayan ölüyor, fakat her ölen kayboluyor mu acaba?

Duyularımız maddenin boyutla­rını aşıp da hayat sonrasına uzana­mıyor, ölüm ve ötesinden haber vere­miyor. Fakat aklımız dünya haya­tından sonra başlayacak ölümsüz bir hayatın mevcudiyetini mümkün gö­rüyor, gönlümüz ve vicdanımızsa bunun zaruri olduğuna hükmediyor. İnsanın dünyadaki arzu ye ihtirasla­rı, meşru olsun olmasın, sonsuz de­necek kadar çoktur, öyle ki sınırlı kudreti ve kısa ömrü içinde bunları gerçekleştirmesine imkân yoktur. Kâinatın merkezi ve yaratıkların en şereflisi olan insan ölmekle yok ol­mamalı, hayatiyetini öbür âlemde sürdürmeli, dünyadaki yaşayış ve davranışına paralel bir hayat tarzı­na kavuşmalıdır. Ebediyet duygusu insan ruhunun kaçınılmaz bir ihti­yacıdır. Ahiret inancı fakirlerin, mazlumların, muradına erememişlerin müjdecisi, müsriflerin, zalimlerin ve mağrurların uyarıcısıdır. İyiler için ilâhi lütuf, nimet ve vuslat, kö­tüler için de yaptıklarının karşılığı olarak ilâhî adalet ve azaptır.

Ahiret, insanda mesuliyet duygusunu uyandıran, geliştiren, kalbini yumuşatan, onun yersiz ihtiras ve şehvetlerini frenleyen en kuvvetli manevî müeyyidedir. Kur’ân-ı Kerim’in birçok âyetinde Allah’a imanla birlikte zikredilmektedir.

İslâmî kaynakların kesinlikle bil­dirdiğine göre bir gün gelecek, tabi­atın işleyişini temin eden kanunlar düzeni bozulacak, gezegenler birbi­rine çarpıp parçalanacak, başka bir âlem kurulacak insanları ilkin ya­ratan Allah onları tekrar diriltecek. Dünyada yaptıklarının hesabı soru­lacak. Dünyada iken inanan, iyi amel ve hareketlerde bulunanlar cennet ve nimete erişecek, inkârcılar da ce­hennem ve azaba duçar olacaktır, ölüm artık zeval bulacak, ebediyet hâkim olacaktır. Hz. Peygamberin ahiret halleri hakkındaki veciz söz­lerinden sadece birini nakledelim: “İnsanoğlu, kıyamet gününde, şu sorulara cevap vermeden hiçbir yere ayrılamaz: ömrünü nerede tükettiği bildiği ile ne iş gördüğü, servetini nereden kazanıp nereye harcadığı ve bedenini nerede eskittiği”(24).

6. Hulâsa etmeye çalıştığımız iman esaslarının altıncısı ve sonun­cusu olarak kaderi söz konusu ede­lim. Kader tabiatta vuku bulan her türlü hâdisenin ezelde Allah Teâlâ tarafından bilinmesi ve adeta plan­lanması demektir, önceden de söyle­diğimiz gibi kâinatın yaratılışı ve işleyişi Allah’ın irade ve kudretiyledir. Tabiatta mevcut bütün kanun­lar Allah’ın kanunlarıdır. İnsanların yaptığı her şey mademki tabiat ka­nunlarına göre oluyor, o halde ka­dere uygun bir şekilde vuku buluyor demektir. Hadiselerin tarafımızdan bilinen yakın sebepleri olduğu gibi idrak edemediğimiz uzak sebepleri de vardır. Yakın sebepleri kul ger­çekleştirir, fiil ona nispet edilir, on­dan mesul olur, ceza veya mükâfat alır. Uzak sebepleri ise Allah halk eder, bu yönden de ona nispet edilir; bu nispet edilişe kader diyoruz.

Biz Allah Teâlâ’nın kemâl sıfat­larına inanıyoruz. Onun ilmi, iradesi ve kudreti hakkında düşündüğümüz “kemâl” kaderi doğurur.

Hz. Peygamber kader münaka­şasını yasaklamıştır (25). Bu yasağın hikmeti ortadadır: Kimse pratik ha­yatta kadere güvenip de meselâ en tabii ihtiyacı olan yemeğinin emek harcamaksızın elinin altına gelmesini beklememektedir. Aksine normal olarak bütün insanlar dünya hayatı plânında muvaffak olmak için az veya çok çaba sarf etmektedir. Fakat manevi hayatın sür­dürülmesi için yapılması gereken vazifelere gelince, bazıları “Allah dileseydi yapardım” bahanesini ileriye sürmekte, tembellik ve irade­sizlik felsefesi yapmaktadır. Bu, gayri samimi bir iddia, neticesiz bir münakaşa değil de nedir?

Tabiat kanunları çerçevesinde ve kudretimiz dâhilinde her meşru şeye teşebbüs etmeli, maddî ve ma­nevî vazifelerimizi yerine getirmeye çalışmalıyız. Allah’ın kudretini ha­tırlayarak muvaffakiyetlerden dola­yı şımarmamalı, başarısızlıktan ötü­rü ümit kesmemeliyiz. Ümitle korku arası. Hayatı düzenleyen ve sevdiren budur, kader de budur.

Kader anlayışının Müslümanların gerileyişine sebep teşkil ettiği görüşü tamamen yanlıştır. Başta Hz. Peygamberin Saadet Asrı olmak üzere kadere itirazsız olarak inanıl­dığı İslâm tarihinin parlak devirleri bunun açık delilidir. Şayet Müslüman topluluklar gerilemişse bunun çeşitli tarihî, siyasî ve içtimaî sebep­leri vardır. Doğrusu şudur ki Müslümanlar kadere inanışlarından dola­yı gerilememiş, bilakis faydasız ka­der münakaşaları onların gerileyişinden sonra doğmuştur. Tıpkı mik­robik faktörler yüzünden hastalanan vücutta beliren araz ve ağrılar gibi.

Buraya kadar Allah’a, peygam­berlerine, kitaplarına, meleklerine, ahiret gününe ve kadere iman olmak üzere İslâm dininin altı iman esa­sını hulâsa etmeye çalıştık. Bu konu­da sözümüzü bitirirken şunu söyleyelim ki bu altı esas tahrife uğrama­dan önce Yahudilik ile Hıristiyanlı­ğında müşterek prensipleriydi. İs­lâm naslarla en açık ve kesin ifa­delerini bulan bu esaslar asırların geçmesiyle hiçbir değişikliğe uğra­maz, gerçekliklerinden hiçbir şey yitirmez.

“Ey mü’minler! Allah’a, O’nun Peygamberine ve gerek O Peygambere indirdiği kitaba, gerek daha ön­ce indirdiği kitaba iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse muhakkak ki derin bir sapıklık içinde kalmış olur” (26).

İman - küfür sınırı:

İman konusunda temas edilmesi gereken bir husus daha var: TEK­FİR meselesi. Müslümanı küfre nispet etmek, onun iman dairesinden çıkıp küfre girdiğine hükmetmek demek olan tekfir zamanımızda salgın halini almış manevî bir hastalıktır.

Yukarıda altı noktada hulâsa et­tiğimiz iman esaslarına İslâmî anla­yış içinde inanan kimse Müslümandır. Başka bir deyişle Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın Allah’tan getirip teb­liğ ettiği kesinlikle sabit olmuş esas ve hükümlere inanan, kimse mümindir. Onun kesin tebligatı iman esaslarını, ibadet şekillerini, çeşitli, hükümleri ve ahlâk prensiplerini ih­tiva eder.

Bir kimsenin Müslüman olduğu­nun birinci alâmeti “Lâ ilâhe illâllah Muhammedu’r-Resûlûllah”dan iba­ret olan Kelime-i Tevhîd’i söylemesidir. İmanın fiil halindeki belirtisi de namaz kılmaktır. Bir insan “Ben Müslümanım” diyorsa onu Müslüman kabul ederiz. Ancak iman esas­larından veya Kur’ân âyetlerinden herhangi birini inkâr eden, Allah’­tan başka herhangi bir yaratığı tanrılaştıran, dinen kesinlikle sabit olmuş namaz, oruç gibi bir farzı in­kâr eden, Allah’ın haram kıldığı şeyleri helâl kabul edenler, bu kanaat­lerini kendi irade ve açık ifadeleriy­le beyan ettikleri takdirde İslâm sınırlarının dışına çıktıklarına hükme­dilir. Bu sözlü itiraflardan başka kilise âyinlerine katılmak gibi İslâm dışı fi’lî bir görünüm içinde bulunan­lar da tekfîr edilir.

Peygamber efendimiz, “La ilâhe illâllah” diyen, Müslümanların kıblesi­ne yönelen ve onların kestiğini yiyen kimseleri Müslüman ilân etmiştir (27). Âlimlerimizin "Ehl-i kıbleyi tekfîr etmeyiz” sözü meşhurdur. Mezhepler Tarihinde “ehl-i kıble” Kâbe’ye doğ­ru namaz kılmanın farziyetini kabul edenler demektir (28). Binaenaleyh namaz kılmakta kusur ve tembellik gös­terenler de onun farziyetini kabul et­tikleri takdirde Müslüman sayılırlar.

Başta, Hz. Peygamber olmak (üzere İslâm büyükleri hiçbir zaman suçlayıcı, küstürücü, nefret ettirici ve kişileri İslâm’dan soğutucu bir ta­vır takınmamışlar; aksine bağışlayı­cı, sevdirici ve İslâm’a ısındırıcı bir siyaset takip etmişler, ne maksatla olursa olsun “ben Müslümanım" di­yen kişiyi benimsemişler, İslâm ce­miyetine alıp onun potasında eritmeyi hedef edinmişlerdir.

Resul-i Ekrem’in (s.a.v) çok sev­diği Zeyd oğlu Usâme, bir savaş sı­rasında, canını "kurtarmak maksadıy­la ‘‘Lâ ilâhe illâllah” diyen düşman neferini, samimiyetine inanmayarak öldürmüştü. Hadise Hz. Peygamber’e intikal etmiş, o da Usâme’yi şiddetli bir şekilde muaheze etmişti. Büyük sahabî Üsâme özür beyan ederek öl­dürdüğü düşman neferinin Kelime-i Tevhîdi söyleyişinde samimi olmadı­ğını ileriye sürünce Hz. Peygamber: "Ne biliyorsun, kalbini mi yardın da samimi olmadığını anladın? Kıyamet gününde onun söylediği Kelime-i Tevhîd karşına çıkarsa ne yapacaksın? ” diyerek O’nu muahezeye devam et­miştir (29).

Diğer sahalarda olduğu gibi iman esasları sahasında da Hz. Peygam­ber’in yolunu izleyen İslâm âlimleri Müslümana kâfir damgasını vurmaktan daima kaçınmışlardır. Akaid ve Fıkıh ilimlerinde otorite İmam-ı A’zam Ebu Hanife: “Müslümana, büyük günah dâhil olmak üzere işlediği gü­nah sebebiyle -onu halâl tanımadık­ça- kâfir demeyiz, iman adını ondan uzaklaştırıp gidermeyiz, ona hakika­ten Mü’min ismini veririz” (30) demiştir.

Eş’ariyye diye anılan en büyük Akaid mezhebinin kurucusu, Ebu’l-Hasen el-Eş’arî hayatının son daki­kalarını yaşarken bir dostunu yanına çağırtmış ve ona şöyle demiştir: “Benim hakkımda şunu bilmeni ve anlat­manı isterim ki ehl-i kıbleden hiçbir kimseye kâfir demiyorum çünkü hepsi aynı mabûda inanıyor. Aramız­daki yegâne fark ifade değişikliğin­den ibarettir” (31).

Şüphesiz ki ehl-i kıbleden olan, Müslüman diye tanınan, “ben Müslümanım” diyen kimseye, küfrü gerek­tiren kesin bir beyanı veya açık bir fi’li olmadığı müddetçe, kâfir damga­sı vurmak dinen pek tehlikeli bir şey­dir. Hz. Peygamber’den (sahih ola­rak) şöyle rivayet edilmiştir: “Bir Müslüman diğer bir Müslümana kâfir dediği takdirde, gerçekten muhatabı kâfirse söz yerini bulur, aksi halde hüküm söyleyene döner” (32) yani söyleyen kâfir olur.

Müslüman kardeşini küfür ile it­ham etmek, onu İslâm dışı ilân et­mek, her şeyden önce birliği bozan uğursuz bir hâdisedir. Allah’ı bir, kitabı bir, kıblesi bir olan fertlerin bir­birinin imanından, samimiyetinden şüphe etmesi onların imanlarının ve dinî hayatlarının zayıflamasının belir­tisidir. Tekfîr, cehaletin doğurduğu bir taassup, aczdan, hasetten, men­faat ve aşağı arzulardan neşet eden kötü bir huydur. Bunların hiçbiri Müslümana yakışmaz.

II — AMELİ HÜKÜMLER:

İslâm dininin bünyesini teşkil eden iki önemli unsurdan imân esas­larını kısaca açıkladıktan sonra bi­raz da amelî hükümler unsuru üze­rinde duralım.

Kur’ân-ı Kerim’in 70’i aşkın âyetinde “iman" mefhumu ile birlikte "amel-i sâlih” mefhumu da zikredil­mekte ve bu iki unsur netice bakımın­dan, yani kurtuluşa vesile teşkil etmeleri yönünden birbirine bağlan­maktadır. “Faydalı, iyi ve güzel iş” manasına gelen “amel-i sâlih”in sa­hası, İslâm dininin anlayışına göre, çok geniştir; Şekilleri dini naslarla tespit edilmiş ibadetler, insanlar ara­sında adalete dayanan hukukî mua­meleler, şefkat ve saygıya dayanan ahlâkî davranışlar, hatta meşru ol­mak şartıyla dünya için yapılan bütün çalışmalara amel-i sâlih çer­çevesine girer. Peygamber Aleyhlsselâm bir hadislerinde: “...Vâ­rislerini kendinden sonra ele avuç açarak dilenir halde bırakmaktansa onları zengin olarak bırak­man çok daha hayırlıdır. Allah rızası­nı diyerek yaptığın her türlü har­camadan mutlaka sevap alırsın, eşi­nin ağzına koyacağın lokmaya varın­caya kadar” (33) buyurmuştur.

Amelî hükümlerin birinci bölü­münü ibadetler teşkil eder. “Tapmak, kulluk ve itaat etmek” manalarına gelen ibadet Kur’ân-ı Kerim’in 300 e yakın âyetinde çeşitli ifadelerle yer alır. Bir âyette: “Ben cinleri de in­sanları da sadece bana ibadet etsin­ler diye yarattım” (34) buyurulmuştur. İslâm dini insanın, yaratılıştan dindar olduğunu, yani Rabb’ini tanı­ma ve O’na kulluk etme temayülüne sahip bulunduğunu kabul eder. An­cak çevreden ve terbiye sisteminden doğan birçok fakirler menfî yönden tesir icra ederek onu tabii yoldan saptırabilir.

İbadet her şeyden önce imanın bir gereğidir. O, varlığına inanılan ve gönülden bağlanılan biricik Allah’­ın anılması, sevilenin aranmasıdır. İbadetle pekiştirilmeyen iman zayıf­lar. Bu imanın fikre ve ruha bıraka­cağı müspet tesirler azalır hatta büsbütün zeval bulur. İman, ihtiras ve şehvet çöllerinin ortasında bulu­nan kalbe dikilmiş ilâhi bir fidansa ibadet bu fidanın sulanması, bakı­mının yapılması ve hayatiyetinin sağlanması demektir.

Biz insanlar farkında olmasak da Allah’ın verdiği birçok nimet içinde yüzüp durmaktayız, ibadet bu nimetlere karşı bir teşekkür ifade­sidir.

İbadet ruhî bir ihtiyaçtır da çünkü insan bir kuvvete teslim olmak ihtiyacındadır. Allah’a ibadet etme­mek suretiyle hür olduklarını sanan­lar hakikatte ya nefsânî arzularına veya kula kul olurlar. Beş vakit na­mazda 40 defa tekrar edilen Fâtiha sûresi Müslümanın gönlünü ve vicdanını sadece Allah’a bağlamakta, her türlü mahlûkun gönül üzerindeki sultasını reddetmektedir.

İslâm dininde imandan sonra en üstün ibadet namazdır. Namaz dinin direği ve imanın alâmeti kabul edil­miştir. Namaz Kur’an-ı Kerim’de “salât” kelimesiyle ifade edilmiştir. “Salât”, şekli tespit edilmiş bir nevi dua demektir. Kur’ân’da 99 yerde ge­çer. Birçok âyette bedenî bir ibadet olan namazla birlikte mâlî ibadet olan zekât da zikredilir. Ancak zekât sadece mâlî gücü yerinde olan Müslümanlar için farz kılınmıştır önemli ibadetlerden biri olan hac da öyle­dir. Bunlardan başka Ramazan ayında oruç tutmak da İslâm’ın farz kıl­dığı ibadetlerden biridir.

Namaz kılmak zekât vermek, haccetmek, oruç tutmak; İslâm di­ninin bu dört ana ibadet unsuruna bir de gönüldeki imanın dille ifade edilmesi ve açığa vurulması demek olan “Kelime-i Şehâdet”i ilâve ede­cek olursak Peygamber Efendimizin de buyurdukları üzere İslâm’ın beş şartı ortaya çıkmış olur.

İslâm dinin getirdiği ibadet şekilleri -onun benimsediği iman esasla­rı ve diğer kesin hükümleri gibi- vahye dayanır. Yani ilâhî vahye mazhar olan son peygamber Muhammed Aleyhisselâm bu ibadetlerin var­lığını, şeklini, miktarını ve yerine ge­tirilme zamanını Allah’ın muradına uygun bir şekilde tebliğ etmiş, fi’len de tatbik ederek bizzat göstermiştir. Binaenaleyh yeniden ibadet şekilleri ihdas etmek yahut mevcut olanlarından birini veya birkaçını kaldırmak mümkün olmadığı gibi ibadetlerin şeklini, miktarını, mekânla alâkası olanlarının mekânını ve ifa ediliş za­manını değiştirmeye de kimsenin hakkı yoktur.

İbadetin özü ve ruhu ihlâstır. İhlâs, karşılığında sevap umulan bir işin yapılışı sırasında sadece Allah rızasının gözetilmesi demektir. İhlâsın zıddı riyadır. Riyâ, gösteriş için, dün­ya menfaati için ibadet etmektir. Gö­nülden olmayan, insanın benliğini sarmayan bu nevi ibadetler kişiye ne dünya için bir olgunluk temin eder, ne de ahiret için sevap kazandırır. Kur’ân-ı Kerim’de: “Şuursuzca ve gösteriş için namaz kılanların vay haline!” (33) buyurulmuştur.

Müminin gönlünde bulunan iman, Kur’ân-ı Kerim’de, güzel bir ağaca benzetilmiştir; kökü sabit ve sağlam, dalları ise yükseklere çıkan ve her mevsimde meyve veren bir ağaç (36). Kalbe kök salmış iman ağacının meyvesi, gönülde saklı bulunan bu inanç enerjisinin, bu Allah sevgi­sinin eseri uzuvları da görülür, tıpkı elektrik enerjisine bağlı bulunan elektrikli cihazların bu enerji çe­şitli şekillerde yansıttığı gibi. Bu se­bepledir ki mümin, sözlerinde ve ha­reketlerinde, gönlündeki imanın ol­gunluğunu ve dürüstlüğünü gösterir. Hz. Peygamber: “Müslüman, dillin­den ve elinden diğer Müslümanların emin olduğu kişidir” (37) mealindeki veciz sözleriyle bu gerçeği ifade et­miştir.

İslâm dini Allah ile kul arasın­daki münasebetleri düzenlediği gibi insanlar arasındaki münasebetleri de düzenlemiş, bu konuda da emirler ve yasaklar getirmiştir. İnsanlar arasındaki münasebetlerin bir kısmı uyul­ması gereken mecburî kaidelerdir. Burada asıl olan adalettir. Kur’ân’da şöyle buyrulur: “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan hakimler ve Allah için, şahitlik eden insanlar olun, hatta bu, kendinizin, ana-babanızın ve yakın hısımlarını­zın aleyhine de olsa” (38). “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tu­tan hâkimler, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir zümreye karşı olan kininiz sizi adaletten sapmanıza sevk etmesin. Adaletli olun ki o, takvâya çok yakın olandır. Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah yaptığı­nız her şeyden haberdardır” (39).

İnsanın hemcinsleriyle, hatta di­ğer canlılar ve tabiatla olan bazı alâ­kalarını da İslâm’ın ahlâk kaideleri düzenlemiştir. “Allah’ın emrine saygılı olmak ve yaratıklarına şefkat göstermek” İslâm ahlâkının özünü teşkil eder.

Buraya kadar İslâm dininin bün­yesini teşkil eden iman esas­larını kısaca anlatmış, ibadet şekilleri, ahkâm ve ahlâk pren­siplerine de temas etmiş olduk. Şunu belirtelim ki İslâm’ın getirdiği bütün prensipler, başka bir deyişle son peygamber Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın Allah’tan alıp insan­lara tebliğ ettiği kesinlikle sabit olan bütün hükümler toplu olarak İslâm dinini teşkil eder. Bunların tamamı­nın dinden olduğunu kabul etmek imanın gereğidir. Bu noktada bir ayırım yapmak iman denen psikolo­jik hadise parçalanmayı kabul etmeyeceğinden mümkün değildir.

İslâm dini hem ferdin hem cemi­yetin, hem maddî hem de manevî ih­tiyaçlarına cevap verecek, dünya ve ahiret saadetini sağlayacak prensip­leri getirmiş, küllî bir nizam kurmuş­tur. İnsanlar bu nizamı tanıdıkça, onu benimsedikçe yükselecek, huzur ve saadete kavuşacaktır.

İslâmiyetin bütün dünyaya yayılacağını haber veren Hz. Peygambe­rin veciz sözleriyle sözümüzü bitire­lim:

“Yeryüzünün şehrinde ve köyün­de hiçbir ev kalmayacaktır ki İslâ­miyet oraya girmesin. Bu, kuvvetlinin kuvveti ve zayıfın aczi, sayesinde mümkün olacaktır: Allah ya insan­ları yüceltip kuvvetlendirecek ve İs­lâm’a lâyık kılacak veya zayıf dü­şürüp ona boyun eğdirecektir”(40).

(1) el-Curcânî, et-Ta’rifât ve et-Tehânevî, el-Kegşâf, “dîn” maddesi.

(2) bk- Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/231; Buhârî, Bed’ifl-vahy/G.

(3) Âl-i İmrân sûresi (3). âyet, 19.

(4) bk. et-Tehânevî, el-Keggâf. "vahy” maddesi.

(5) Zâriyât sûresi (51), âyet, 20–21.

(6) Kasas sûresi (28), âyet, 71–72.

(7) Enbiyâ sûresi (21), âyet, 22.

(8) Vâkıa sûresi (56), âyet, 68–70.

(9) En’âm sûresi (6), âyet, 103.

(10) Bakara sûresi (2), âyet, 29; İbrahim sûresi (14), âyet, 32–33; Câsiye sû­resi (45), âyet 13.

(11) İsrâ sûresi (17), âyet, 70; Tîn sûresi (95), 4; Zârlyât sûresi (61), âyet, 56.

(12) Nahl sûresi (16), âyet, 36; Fâtır sû­resi (35), âyet, 24.

(18) Bakara sûresi (2), âyet, 30–37; Ahzâb sûresi (33), âyet, 40.

(14) Mâlde sûresi (5), âyet, 3

(15) A’râf sûresi (7), âyet, 158: Sebe’ sû­resi (34), âyet, 28.

(16) Ahzâb sûresi (33), âyet, 45–46.

(17) Enbiyâ sûresi (21). âyet, 107.

(18) Âl-i İmrân sûresi (3), âyet, 31.

(19) En’âm sûresi (6), âyet, 124; Hac sûresi (22), âyet, 75.

(20) Bakara sûresi (2), âyet, 285.

(21) Sahih-i Müslim, ez-Zühd/10.

(22) Bakara sûresi (2), ayet. 22–23.

(23) Bakara sûresi (2), âyet. 85.

(24) Sünen-i Tirmizî, el-Kıyâme/1,

(25) Sünen-i Tirmizî, el-Kader/l; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/196.

(26) Nisâ sûresi (4). âyet 136.

(27) Sahîh-i Buhârî, es-Salât/28.

(28) Abdülkaahir el-Bağdâdi, el-Fark beyne’1-fırak. Kahire, tarihsiz, s. 12­13.

(29) İbn Hişâm, es-Sîra, Kahire, 1955, 2/622–623; İbn Sa’d, et-Tabakat, Beyrut, 1957, 4/69; Sahîh-i Müslim, el-lmân/41.

(30) el-Fıkhu’l-ekber, Aliyyu’l-Karî şerhi ekinde (Mısır, 1323), s. 168.

(31) İbn Asakir, Tebyîn-u kezibi’l-muhterî, Dimask, 1347, s. 148–149.

(32) Sahih-i Müslim, el-İmân/26 – 27; Sünen-i Ebî Dâvud, es-Sünn/15.

(33) Sahîh-i Buhari, el-Vesâyâ/2; Sahih-i Müslim, el-Vasıyya/1.

(34) Sahih-i Buhârî, el-İmân/1, 2; Sahih-i Müslim, el-İmân/5.

(35) Mâûn sûresi (107), ayet, 4–6.

(36) İbrahim sûresi (14), âyet, 24–25.

(37) Sahlh-i Buhârî; el-İmân/4, 5; Sahih-i Müslim, el-İmân/14.

(38) Nisâ sûresi (4), âyet, 135.

(39) Mâide sûresi (5), âyet, 8.

(40) Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/4.