Makale

NEVRUZ “YENİGÜN” BAYRAMI

NEVRUZ “YENİGÜN” BAYRAMI

Haşan Şakir Sancaktar
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Nevruz, kış mevsiminin; soğuğun, binbir sıkıntının sona ermesi için ilkbaharın başlangıcında yapılan bir tabiat bayramıdır. O günkü insanlar, bulabildikleri, yapabildikleri deneme ve incelemeye göre eski adıyla 9 Mart; yeni adı ile 21 Mart’ı kışın sonu; ilkbaharın başlangıcı olarak bulabilmişlerdir. Evet, aslında bu buluş, 5-6 bin yıl önceki insanlar için gerçek ve ilmi bir buluş olduğundan tebrike değer ve bayram yapılmaya da uygundur.
Ancak; bu tabii olayı, bir takım putlara, akıllarısıra icat ettikleri mahluk ilâhlara yüklemeleri doğru olmadığı gibi özel yöreye, bölgeye, kavim ve kabileye; daha sonraları milletlere, dinlere tahsis etmeye çalışmaları; sanki, yalnız o devlete ve millete aitmiş gibi taassuba girmeleri doğru değildir.
O günkü dünyadan şu güne kadar, bizlere intikal eden izlere bakılırsa "Nevruz-Yenigün" olayını, bütün Kuzey Yarımküre insanları, değişik ad ve anlayışla kutlamışlardır. Anadolunun bütün eski sâkinleri, eski Mısırlılar, Yahudilik ve Hristiyanlık alemi; hemen bütün Asya halkı, eski mecusi İranlIlar; ve tarih öncesinden beri bütün Türkler nevruzu kutlarlar.
Nevruz-Yenigün; hesap ve araştırma yoluyla, kışın bittiğini, gecenin gündüze eşit olduğunu görebilen, hesaplayabilen eski Türkler 22 Mart, eski takvime göre 9 Mart’ı yeni yıl başlangıcı, yeni gün olarak kabul etmişler, aynı gün, güneşin koç burcuna girdiğini de söylemişlerdir.
Aynı Kuzey Yarımkürede yaşayan eski zerdüşti İranlılar da bu durumu görerek, belki de öğrenerek onlar da “Nevruz-Yenigün" diye yılbaşını, yani yeni günü 22 Mart’ta başlatmışlar; bayramlar yapmışlardır. Efsane olarak da, güya Cemşid’in doğduğu, İran’a hükümdar olduğu, ateşi bulduğu... gibi ilavelerle kendilerine âit kılmaya çalışmışlardır. Yılın son çarşambasını da en uğursuz gün olarak kabul ederler; ateş üstünden atlarlar, "sarılığım sana, kırmızılığın bana" derler. Herhalde sarılıktan kasıtları, kışın ısıtmayan güneş; kırmızılıktan da bekledikleri yazın ısıtan güneşi olsa gerektir. Tabii, güneşle, ateşle bu yakın ilgileri, daha sonraları, güneşe, ateşe tapmalarına da neden olmuştur. Uğursuz çarşamba, hayırsız çarşamba dedikleri, kıştan, soğuktan, bir çeşit tabiatın ölümünden çektiklerini gösterir. "Uğursuz çarşamba" zanları, o kadar yaygın olmuş ki Türkler bile her çarşambada acaba uğursuzluk var mı diye hâlâ bu efsâneyi câhilâne yaşatırken, Arap âlemi de her ayın "son çarşambasına" hâlâ uğursuzluk vermeye devam ederler. Halbuki, tamamen efsane ve bâtıl bir inanış, Kuzey Yarımküredeki kış soğuklarını, sıkıntılarını, hiç bir kusuru, hatası olmayan nevruz öncesi çarşambaya yüklemektir. Peki, ne yaptı bu çarşamba, kışın sıkıntılarını bu mu plânladı? Tabii ki cevap, çok gülünç. Yüce Rabbimizin, hiç bir uğursuz ve hayırsız yılı, günü, saati ve anı yoktur. Hepsi mübârektir. Yeter ki insanoğlu değerlendirmesini bilsin.
Araplar, mûsevîler, nevruzla pek ilgilenmemişlerdir. Zira onların kış, kar, soğuk sıkıntıları pek yoktur. Ancak, 21 Mart günü ile 23 Eylül’e birinci, ikinci i’tidâliyyun günleri, yani gecesi gündüzü eşit olan günler derlerdi. Ancak, Arap âlemine İran’dan geçen nevruz efsâneleri onları da hayli karıştırmıştır. Sözde dünya nevruz günü yaratılmış; Hz. Adem de aynı gün yaratılmış; sonra Hz. Havva ile tev- beleri, buluşmaları aynı gün olmuş; Nuh Peygamberin gemisi Ağrı dağına aynı günde konmuş, Nuh Peygamber yeryüzüne aynı gün ayak basmış; insanlar da koç burcunda yaratılmış, yıldızlar feleklerinde aynı gün dönmeye başlamış... gibi sözler yine nevruz’a fatura edilmiştir. Bu batıl anlayış, aynı zamanda ilgili âyetlere ve çok sarih olan hadislere de tamamen aykırıdır.
Diğer taraftan, birtakım kişilerin, nevruzu, Hz. Ali’nin doğum günü, evlenme günü, halifelik günü gibi rivayetleri, Hz. Ali’yi "Cemşid" yerinde ve paralelinde değerlendirmeye çalışmaktan başka bir şey değildir. Çünkü sağlam kaynaklar, Hz. Ali’nin nevruzla herhangi bir ilgisinin olmadığını göstermektedir.
Ebul Gâzi Bahadır Hân’ın ’Türk Şeceresi" adlı eserinde tarih öncesi Kök-Türkler’in düşmanlarıyla savaştıklarını, önce gâlip iken aldatılarak sonradan yenildiklerini, Erge- nekon (Sarp, yalçın bir dağ) da dörtyüz yıl, bir mağarada mahsur kalarak yaşadıklarını, daha sonra, engel olan demirdağı ateş yakarak körüklerle erittiklerini, oradan kurtulduktan sonra düşmanlarını kesin bir şekilde yendiklerini, böylece zafere ulaştıklarını yazmaktadır. İşte, o sıkıntılı günlerden çıkış, yine nevruz günüdür. Ateş, demir, kültü yine kışı, soğuğu, yazı, güneşi temsil ettiği gibi, dörtyüz yıl sıkıntısı da herhalde uzun süren kışları, karları, insan ve hayvanların çekmiş oldukları zorlukları ifade etmeye çalışmaktan başka bir şey olmasa gerektir.
Eski Türkler, "12 Hayvanlı Takvim" kullanırlardı. Yılbaşını Mart ayı ve yeni günü nevruzdan başlatırlardı. 12 yıl bir devir, beş devrede (12x5=60 yıl) bir çağ olarak kabul edilirdi. 12 yılın herbirine bir hayvan ismi verirlerdi. Ve o, hayvanın kendilerini yönlendirdiklerine de inanılırdı.
"Divan-ı Lugat-et-Türk" de bu hususta geniş malumat vardır. Bugün hâlâ söylenen, hatta inanılan; hangi burçtansın; benim burcum şu... ben burcumun özelliklerine uyuyorum, ... işte, koç, boğa, ikizler, yengeç, arslan, başak, terazi, akrep, yay, oğlak, kova ve balık burçları. Ne gariptirki, cahiliye dönemine dayanan, ilmi, dini hiç bir özelliği olmayan bu âdetler hâien yaşatılmakta; insanlar 12 hayvan burcuna adetâ mahkum edilmektedir. Bu inanış Kur’an-ı Kerimle bugünkü müsbit ilimle de tamamen çelişmekte ve çatışmaktadır.
Eski milletlerde, dolayısı ile Eski Tiirkler’de de sıkıntılı günler; bayramlar, törenler, şenlikler vardır. Genellikle Aralık ayından nevruz gününe kadar geçen zaman aralığına "Çileli Günler" denir. Sonra, toprağı ısıtmak için "cemreler" başlar. Ateşi, sıcaklığı temsil eden "hızır"; suyu temsil eden "ilyas"ı buluştururlar; yeşillik başlayınca yani, tabiat canlanınca, genelde Mayıs ayı içerisinde "Hidrellez" kutlamaları değişik şekilde, çeşitli yörelerde yapılır. Saya bayramı, çiğdem eğlencesi, saban-izi, cigor bunlardan bazılarıdır.
İbrahim Hakkı "Marifetnâme"sinde bu bahar bayramlarından bahseder. Mart ayı ile ilgili yüzlerce "Atasözü" niteliğinde söylenen, güzel sözler vardır. Tabii, onun kıştan çıkış ayı olmasına rağmen yine de soğuk bir ay olduğunu, sıkıntılı bir ay olduğunu da ifade ederler.
Türker’de yılbaşı ilkbaharda, gece ile gündüzün eşit olduğu gün olan 21 Mart ta başlar. Nevruz, Noruz, Navriz, Ergenekon, Bozkurt, Çağan... gibi adlarla kutlamalar yapılırdı. Yine kara çarşamba, son çarşamba günleri geleneğine de yer verilirdi. Anadolunun bir çok yörelerinde nevruz ve kara çarşamba hâlâ değişik şekil ve anlayışla kutlanmaktadır. Hatta, Manisa Mesir Macunu Bayramı’da, nevruza yakın günlerde, aynı geleneğin devamı olarak kutlanmaktadır. Ergenekon-nevruz kutlamaları arasında Gökböri oyunu, at yarışları, cirit oyunları, kılıç sallama, yamba kapma, güreş, sinsin oyunu, deve oyunu, halay oyunu, kızıl gül oyunu, niyet oyunu, mani, şiir yarışması, nevrûziye macunları... gibi bir çok oyunlar, kutlamalar, baharın gelmesi, yazın geleceğinin aşkına nevruz-yenigün, yeni hayat aşkına yapılagelmiştir. Nevruz kutlamalarında, mezar ziyareti, "atalar mağarası" ziyareti, ergenekonda "Kök- Türkle^’in yüzlerce yıl çektikleri sıkıntıyı anmaya ve tazelemeye dayanır.
Bütün Türk Devlet ve milletlerinin nevruz kutlamaları olduğu; Çin’den Avrupa’nın içlerine kadar, değişik adlar altında nevruz-bahar kutlamaları yapılmıştır ve hatta yapılmaktadır. Aslında bu, Kuzey Yarımküre’nin sakinleri olan bütün insanların müşterek bahar bayramıdır. Eski Mısırlılar, Yahudiler, Hristiyanlar, Anadolu’da yaşayan geçmişteki bütün kavimler, devletler; kıştan kurtulmak, hayata bitkilerle, yeni döllerle girebilmek için "Bahar Bayramı" yaparlardı. Bunun herhangi bir dinle, inançla ilgilisi de yoktur. Daha sonrakiler, bu tabii ve müşterek bayramı dini inanış ve anlayışlarıyle korumaya çalışmışlar; özel âdetlerini de katarak kendilerine maletmek istemişlerdir. Bunun için de bir takım şeyler uydurmuşlar ki, bunların ilim ve gerçek açısından hiç bir değeri yoktur.
İranlıların veya başka bir milletin dini motiflerini bu tabii geleneğe sokmaya çalışıp dini kaynaklıymış gibi göstermeye çalışmak veya anarşiye, yıkıma, tahrik’e alet etmeye vasıta kılmak çok yanlıştır.
Türkler, İslam’dan çok önce de ve Islâm olduktan sonra da nevruzu kutlamış; Sâsaniler, Safeviler, Moğol- lar, Eski Mısırlılar, Selçuklular da bu ilkbahar nevruz adetini kutlamışlardır. Büyük Vezir Nizamül Mülk Sultan Melik Şah’a Celali Takvimi’ni Nevruz’a göre hazırlatmış ve takdim etmiştir. İkinci Meşrutiyetin sonuna kadar OsmanlIlar ın bütün kesimlerinde, başta saraylarda olmak üzere çok büyük ikram ve hediyelerle nevruz kutlamaları yapılırdı. Bazı yan tesirlerle nevruz kutlamalarından vazgeçilerek "Hıdrellez" kutlamalarına yönelinmiştir. Evet, nevruz gece ile gündüzün eşitliğine dayanan ilmi bir tespittir. Hıdrellez ise yeşilliği ve görünümü esas alan hissi bir tespittir.
İkinci Meşrutiyetten sonra nevruzu terk eden o günkü atalarımız, her halde nevruzu yalnız başına İran’a bırakmak istemişlerse de bu doğru olmamıştır. Çünkü, İranlIlar aslında nevruzu Türkler’den almışlar; bir takım boyalarla, uydurma efsanelerle kendilerine maletmeye çalışmışlardır.
Peki, bugün için nevruz kutlansın mı yoksa kutlanmasın mı? Şahsi kanaatim şöyledir: Aslında nevruzun gece gündüzün eşitliği dışında hiç bir ilmi ve dini değeri yoktur. Yapılan yönlendirme, tahminlere, zanlara ve hislere dayandırılmıştır. Tarihi bir hatıra olarak, milletlerin geçmişte neler çektiği, nelerden, nasıl medet beklediği, yardım ummaya çalıştıkları; yıllarca fakru zaruret içerisinde nasıl kıvrandıkları; buna rağmen sabırla, tahammülle insanlık zincirinin bugün bizlere kadar halkalarını koparmadan taşıdıkları; bu anlamda onları hatırlamak şeklinde olabilir. Ancak bu hatıra Kuzey Yarımküre’de yaşayan bütün milletler ailesinin müşterek nevruzu olmalıdır. Hep beraberce ilmi toplantılar tertip edilerek kutlanmalıdır. Yoksa, bölücülüğe, ayrıcalığa, düşmanlığa alet edilecekse kutlanmasına gerek yoktur.
Sonuç olarak, bugünkü müsbet ilmin değerlendirmesi şöyledir:
Dünya yaklaşık olarak 23, 27’lik bir eğimle güneş etrafında dolanmaktadır. Bu eğimden dolayı mevsimler oluşmaktadır.
Örneğin; 21 Mart ta güneş ilkbahar noktası olarak bilinen koç noktasına gelmekte ve o gün bütün dünyada (kutuplar hariç) gece ile gündüz süreleri bir birine eşit olmaktadır. Ancak zamanla ilkbahar noktasının geriye doğru kaydığı görülmüştür. Bu kaymanın miktarı yılda yaklaşık olarak 5 yay saniyesi olup, 26 bin yılda devrini tamamlayarak tekrar 21 Mart’a gelir. Astronomi’de bu harekete Ekinoksların Presesyonu denir.
Mevsimlerdeki bu kaymayı bilimsel bakımdan ilk olarak 1582 yılında Gregorius; yaptığı araştırma sonunda, 325 yılında 21 Mart ta toplanan İznik Konsili’nden beri ilkbahar noktasının, o gün kullanımda olan Jullien Takvimi’ne göre tesbit edilen 21 Mart tarihini 10 gün geçmiş olduğunu farketmiştir. Gregorius, koç noktasındaki bu kaymayı düzelterek, ilk bahar noktasının tekrar 21 Mart tarihine denk getirmek için takvimden 10 gün kaldırılmasını kararlaştırmıştır. Nitekim Roma’da 4 Ekim 1582 Perşembe gününü izleyen gün 15 Ekim 1582 Cuma günü olarak kabul edilmiştir. Böylelikle bir sonraki yıl ilkbahar noktası, 21 Mart tarihine denk gelmiştir.
Aslında 21 Mart ilkbahar noktasında ki bu kaymanın nedeni o gün kullanılmakta olan Jullien Takvimi nin 26 bin yıllık presesyon hareketine tam cevap verememesidir. Gregorius, Jullien Takvimi’ndeki bu hatayı gidermek için; dört yılda bir Şubat Ayı’na bir gün ekleyerek Şubat Ayı nın 28 yerine 29 gün olmasını ve 400’e bölünebilen (1600, 2000,2400....) gibi yılların artık yıl olarak kabul edilmesini öngörmüş ve günümüzde kullanılan ve adıyla anılan Gregoryan Takvimini kurmuştur.
Geçmişten günümüze kadar ilmi araştırma ve çalışmalarda bulunanları saygı ile anıyoruz. Hurafat ve bâtıl olan hatıralarını da ilmin ışığında düzelterek çektikleri maddi manevi sıkıntılardan dolayı üzülüyoruz.
Yarab, katında hak ve gerçek olanı bize nasip eyle, dâima ilim ve irfanla bizleri rızıklandır.
Bütün vatandaşlarımızın bu bayramını kutluyor, birlik ve beraberliğimizin pekişmesine yardımcı olmasını diliyoruz.