Makale

İRADENİN KURUMSAL TEMSİLİ VE DEMOKRASİ

İRADENİN KURUMSAL
TEMSİLİ VE DEMOKRASİ

Yaşar Çolak
Dini Yayınlar Dairesi Başkanı

İrade ve irade hürriyeti meselesi, ilk çağlardan günümüze filozof ve din adamlarını hayli meşgul etmiş bir konudur. Bu hususta son sözün söylendiği ileri sürülemez tabiî, ilk çağ felsefesinin temsilcileri arasında yer alan Sokrat, Eflatun ve Aristo gibi filozoflar, irade hürriyeti konusunda determinist bir düşünce sergilemişler; her şeyin ezelde insana verildiğini, aynı sebeplerin aynı sonuçları doğurduğunu, bu yüzden insanın gerçekten hür olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Hristiyan skolastizminin egemen olduğu orta çağlarda ise insanın iradesi ve hürriyeti ile ilgili olarak az çok farklarla koyu kaderci bir anlayış benimsenmiş, hürriyetin inkârına yol açan fikirler ön plâna çıkmıştır. İnsana sınırlı veya sınırsız hür irade tanınması ancak orta çağın sonlarına doğru mümkün olabilmiştir. Müşahede ve tecrübeye dayalı fikirlerin taraftar topladığı yeni ve yakın çağlarda, Descartes gibi insanı hür kabul eden, hür oluşunun sebebini mutlak irade sahibi Tanrı’nın lütfuna bağlayan teist görüşlerin yanında, Spinoza gibi tabiatta olup biten her şeyin Tanrı tarafından tayin edildiğini, hür insanın aklın ilkelerine göre yaşayan kimse olduğunu savunan deterministler ile Jean Paul Sartre gibi insanın hürriyetini Tanrı’nın varlığın inkâr ile temellendirmeye çalışan, insanın tam bir hürriyet içinde kendisini yarattığını; ona yol gösterebilecek, ölçü olabilecek hiçbir değerin olmadığını söyleyen ateistler de bulunmaktadır. Batı dünyasında irade davası, bu görüşler etrafında bir seyir takip etmiştir. Böyle bir seyirde bu dava hayli mücadeleli geçmiş, epeyce insan kanı akıtılmış, uzun ve sancılı bir süreçten sonra ortak bir zemine geçiş mümkün olmuştur.
İnsan iradesi ve hürriyetine ilişkin tartışmalar, İslâm düşünce tarihinde de kısmen benzer şekilde gelişmiştir. Bu konuda Cebriye, Kaderiye ve Ehli Sünnet olmak üzere üç farklı ana görüşün kendi içinde kümeleştiği görülmektedir, iradenin kurumsal temsilini tespit etmek açısından konu, bu yazı bağlamında Ehli Sünnetin çizgisi üzerinden ele alınacaktır.
İrade, insanı diğer canlılardan ayırt eden ve evrenin en güçlü varlığı kılan niteliklerin başında gelir. Sözlükte istemek, arzulamak, emretmek, yönelmek, tercih etmek, karar vermek gibi manalara gelen irade kavramı, insanın ne yapıp ne yapmaması gerektiğini belirlemesini, tayin ve tahsis etmesini sağlayan güçtür, irade, hem Yüce Yaratıcıya hem de insana atfedilen bir sıfattır. Müslümanlar için Yüce Allah’ın iradesi mutlaktır; ezelî ve sonsuzdur. O, âlem üzerinde bilgisi, iradesi, rahmeti, adalet ve kudretiyle tam tasarruf hakkına sahiptir. Allah evreni ve insanı yarattıktan sonra, onlarla ilişkisini kesmemekte, murakabe her dem sürmektedir. Kâinatta tesadüfe yer yoktur. Bu sebeple meydana gelen her olay, küllî olarak isimlendirilen Allah’ın iradesi ile meydana gelmektedir. Allah’ın dilediği olur, dilemediği olmaz. Allah’ın âlem üzerindeki mutlak hükümranlığı ilkesine dayalı bu kurucu inanç esası, Müslümanların varlık ve evren tasavvurlarını biçimlendirici bir işlev görmekte, onları, özellikle modern zamanlarda yaygınlık kazanan ve evrenin mutlak hâkiminin insan olduğu şeklindeki temel yanılgıdan uzak tutmaktadır. Allah’ın iradesi, ontolojik olarak farklı bir varlık zeminine sahip olduğu için yarattıklarının iradesine benzemez, insanların gücü Yüce Allah’ın zatını ve mahiyetini kavramaya yetmediği için, onu ancak sıfatları ve güzel isimleri ile tanırlar. Kur’an’da Yüce Allah’ın mutlak iradesine işaret eden pek çok ayet vardır. Örneğin "De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de onu çeker alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltırsın." denilmektedir.
Yüce Allah insana da irade vermiştir. Ancak insanın iradesi ile Allah’ın iradesi arasında nitelik farklılığı vardır. Çünkü insanın iradesi sonludur; bir gün işlevini kaybedecektir. Sınırlıdır; her şeyi yapmaya muktedir değildir. Hürriyeti zaman ve mekânla kayıtlıdır. Bu bakımdan küllî irade karşısında insanın iradesi, cüz’î irade olarak nitelendirilmiştir. insan bu iradesiyle, yeryüzünde dilediğini yapabilmektedir, insanın kendi eylemleri ile iradesinin etkili olduğu küçük çocuklar ve çevresinden sorumlu bir varlık olarak yaratılması, iradesine tanınan bu hürriyetin sonucudur. Özgür irade, insanı diğer insanlardan farklı kılmaktadır, insanlar şeklen birbirine benzeyebilirler, ancak hiçbir zaman iradeleri bakımından aynîleşemezler. Bu da, açıkça Allah’ın yaratmasındaki eşsizliğe (ibda) işaret eder.
Allah’ın iradesi ile insanın iradesi arasında bir ilişki söz konusudur. Bu ilişkide, ne Yüce Allah’ın iradesinin mutlaklığına ne de insanın özgürlüğüne bir halel gelmektedir, insan, iyi veya kötüden hangisini yapmaya veya yapmamaya karar verir, iradesini hangisine yöneltir ve bunun için gerekli gücü harcarsa Yüce Allah, insanın bu tercihini onun için yaratır. Böylece insan, özgürce eylemde bulunabilen bir varlık olurken, Yüce Allah da her şeyi yaratan, yaşatan mutlak güç ve kudret sahibi bir varlık konumunda olmaktadır.
Kendi varlık alanı içinde insan iradesinin özgür olduğu ve bundan dolayı sorumlu tutulacağına işaret eden birçok ayet bulunmaktadır: "Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir..." "Eğer inkâr ederseniz şüphesiz ki Allah sizin iman etmenize muhtaç değildir. Ama kullarının inkâr etmesine razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin için buna razı olur. Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü yüklenmez..." "Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız yoldan sapan kimse size zarar veremez..."
insan iradesinin özgürlüğü, Yüce Allah’a inanıp inanmama, ona ibadet edip etmeme noktasında bile geçerli olmaktadır. İslâm dini açısından insanın herhangi bir dinî inancı benimseme zorunluluğu yoktur. Bu konuda irade üzerinde herhangi bir baskı söz konusu değildir: "Dinde zorlama yoktur."; "De ki: Hak, rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin."; "Eğer rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi elbette topyekün iman ederlerdi. Böyle iken sen mi mümin olsunlar diye, insanları zorlayacaksın?"
insan, insanlığını en iyi şekilde gerçekleştirebilmesi, birey ve toplum plânında insan onuruna yaraşır, ahlâklı bir hayat sürebilmesi için tarihin her döneminde aklın sınırlarını dolduran aşkın (müte- al) bir rehbere ihtiyaç duymuştur. İlâhî dinler böyle bir ihtiyaca binaen gönderilmiştir. İslâm inancında asıl olan, insan ile İslâm ardasındaki engellerin ortadan kaldırılması, insanlara temiz ve saf İslâm inancının ulaştırılmasıdır. Hiç kimseye hür irade üzerinde baskı kurma hakkı ve yetkisi verilmemiştir. Bu, İslâm’ın akl-ı selime güveninin bir tezahürüdür, insana, dinin kabulü noktasında baskı yapılmasının uygun görülmemesi, bireysel anlamda irade özgürlüğünün önemine bir vurgudur.
Her insan kendi yaşam alanı içinde iradesini kullanma yeteneğine göre birey olur. Allah katındaki değeri de iradî eylemlerindeki başarısına bağlıdır. Kur’an’da; "Allah katında en değerli olanınız, takvaca en üstün olanınızdır." denilmektedir. Takva bireysel ve iradî bir eylemdir. Her insanın özgür irade ile yaratılması, evrenin estetik zenginliği için de önemlidir. Her birey potansiyel olarak özgün bir iyilik kaynağıdır. Ondan sudur edecek iyi davranışlar bir araya geldiğinde evren iyilikler mozaiğine dönüşecektir. Bu durum, kötülüklerin yok edilmesi için de söz konusudur. Kötülüklere karşı her insandan ayrı bir çözüm (challenge) gelebilecek olması, kötülükler karşısında insanın, dolayısıyla toplumun çaresiz kalmayacağı anlamına gelir.
İslâm beşer iradesinin özgür tercihinin sadece Allah ile ilişkilerinde geçerli olmasını yeterli görmez, aynı zamanda toplumsal ilişkilerde de bunun esas alınmasını öngörür. İslâm, insana bütün sosyal ilişkilerinde bilinçli olmasını telkin eder. Bir ayette "Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur." şeklinde bir uyarı bulunmaktadır. Kur’an, körü körüne taklit yoluyla başkalarına tâbi olup dalâlete düşenlerin ahirette sorumluluktan kurtulamayacaklarını bildirmektedir.
İrade meselesi, sosyal bir varlık olan insanın önüne yönetim kulvarında da çıkmaktadır. Meselenin buradaki boyutu, toplumu kimin veya kimlerin yöneteceğine ilişkin bir olaydır. Siyasî iktidarın gerek bireysel gerekse toplumsal yaşam üzerinde derin etkiler oluşturma gücünün bulunması, bu alanda insan iradesinin öncelikli olarak dikkate alınması gereğini ortaya koymaktadır. Hayatı topyekün inşa projesine sahip İslâm dininin, bireysel plânda özgür bıraktığı beşer iradesini, siyasî alanda yok sayması mantıksal olarak da düşünülemez.
İslâm’ın temel kaynakları ile normatif dönemin tatbikatına bakıldığında, toplumun yönetimi ile ilgili siyasî işlerin, genel ve evrensel ahlâkî ölçüler doğrultusunda (İslâmî öz) insan iradesine bırakıldığı görülmektedir. İslâm’ın siyasî meselelerin çözümünü insana bırakmış olması, Müslümanların her dönemde insanca yaşayabilecekleri ahlâkın ve adaletin hâkim olduğu bir toplum düzeni meydana getirmelerine, kendi siyasî sistemlerini kendilerinin kurmalarına imkân tanımaktadır. İslâm dininin bu çerçevede belirlediği ilkelerden en önemli olanları, adaletli davranmak, istişareye önem vermek, üstünlüğü ilim ve takvada aramak, ehil olanlara öncelik vermektir. Bu özgürlükçü yaklaşım insan unsurunun yetişkinliği prensibine dayanmaktadır.
Yüce Yaratıcı siyasî sistemlerin tercini insan iradesine emanet ettiğine göre, sistemin bu iradeyi yok sayması düşünülemez. Bu bakımdan hiç kimsenin başkalarının iradesi üzerine ipotek koymaya, baskıcı ve zorba rejimler ihdas etmeye hakkı yoktur. Bir sistem insan iradesine ne kadar çok özgürlük tanıyorsa, o sistem o kadar çok İslâm’a yakındır, denilebilir. Bazıların kendilerini yeryüzünde Allah’ın gölgeleri olarak vehmedip, başkaları üzerinde doğal yönetsel hak iddia etmeleri, bir yanılsamadır. Tarihteki bazı düşünce ve uygulamaları, böyle bir vehmin veya yanılsamanın yansıması olarak değerlendirmek mümkündür.
Ayrıca değişmez İnsanî özün zaman içinde bir gelişim süreci vardır. Bu bilimde, sanatta, mimarîde vb. alanlarda böyledir. Olgulara bir bütün olarak bakıldığında aynı sürecin yönetim biliminde de işletilmesi gerekir, iradenin kurumsallaşması bütün dünyada yakın dönemlerin bir olayıdır. Sorun, beşerî gelişmenin özgürlükler ve irade üzerinden bugün ulaşmış olduğu seviye ile İslâm’ın işaret ettiği birlikte yaşam ilkelerinin nerede kesişip kesişmediği sorunudur. Bu bağlamda adalet ve istişare kavramları ile çağdaş yönetim biçimlerinin belli bir noktada buluştuğu söylenebilir. Bizim İslâm’dan aldığımız ışıkla buna katabileceğimiz, daha doğrusu bu zemine taşıyabileceğimiz başka değerler de vardır. Örneğin ehliyet, aşkın amaç (karşılığı yalnız Allah’tan beklenerek yapılan eylem), israf, ekonomik alanda kâr-zarar ölçütü yerine faydalı-faydasız ölçütü vb.
Ferdî iradenin toplumsal boyutta tezahürü millî iradeyi oluşturur. Fertler kendi iradeleriyle fiillerini belirlerken, toplumlar da millî iradeyle kendilerine yön verir. İnsan için irade hürriyeti ne kadar önemli ise toplumlar için de milletin iradesinin hür olması odur. Kur’an’da altı çizilen şura prensibi, toplumun sevk ve iradesinde millî iradenin belirleyici olması gerektiğinin bir ifadesidir. Allah insanı yeryüzünde halife olarak yaratıp, onu
yeryüzünün imarına, düzenli ve güvenli toplumsal bir hayat içinde kimsenin hukukunu ihlal etmeden yaşamaya memur etmesi, ona yetki ve sorumluluk vermesi, siyasî tercih ve iktidarın kaynağının beşerî olduğunu gösteren başka bir durumdur. Elbette yönetimde iradesine başvurulmayan insanın, mutlak irade sahibi yaratıcı gücün "halifesi" olmasının bir anlamı kalmaz. "Bir toplum kendini değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez." ilkesi, açık bir şekilde Müslümanların dünyevî işlerinde kararlarını kendilerinin vermeleri gerektiğine işaret etmektedir.
Siyasî işlerin yürütülmesinde millî iradeyi esas almak, mutlak iradeye ters düşmek olarak algılanmamalıdır. Egemenliğin halka verilmesi, siyasî anlamdaki dünyevî işlerin kim tarafından idare edileceğine karar yetkisinin halka verilmesi demektir. Bu, yönetim hakkının herhangi bir ferdin, sınıfın veya zümrenin tabiî veya İlâhî hakkı olmadığı anlamına gelmektedir. Bu kabul, aynı zamanda belirli bir zümrenin değil, Allah’ın yarattığı bütün insanların yüceltilmesi düşüncesine dayanak ve kaynaklık etmektedir.
Allah’ın iradesi ile demokrasilerde millet egemenliği ilkesi hem niteliksel hem de işlevsel açıdan birbiriyle karşılaştırılamaz özelliktedir. Böyle bir çaba hedef saptırmak ve iki olguyu kendi bağlamlarından koparmak demektir. Çünkü demokratik irade bir tecrübedir ve bunun öznesi insandır. Allah’ın iradesi ve egemenliğini böyle bir karşılaştırmaya tâbi tutmak, onu bir çeşit indirgemek olur. Oysa Allah’ın egemenlik hakkı salt yönetsel değil, her şeyi içine alan bütünsel ve mutlak bir egemenliktir.
Cumhuriyetle "halk iradesini" yönetim erkinin merkezine koyan milletimiz, bununla büyük mil- let-büyük devlet geleneğine güçlü bir halka eklemiştir. Çağını doğru okumuş, geleceği iyi tasarlamış ve ayağını yere sağlam basmıştır. Bu konuda din adamlarının da öncü rol üstlenmesi bizim için bir işaret olmalıdır. Millî Mücadele şartlarında meclis iradesine en güçlü tuğlalardan birini koyan o günün din adamları, yaşadıkları çağın sorunlarını doğru okumuşlardır. Yirminci yüzyılın başları, millet iradesinin varoluş yıllarıydı. Bu konuda din adamları ufuk açan, güç katan bir irade ortaya koydular. Yeni yüzyıl, çoğulcu demokrasinin rüzgârlarının estiği bir yüzyıldır. Bir bakıma irade davasının öncüleri arasında yer alan din adamları tarihsel rollerini yeniden üstlenebilecek donanıma sahip olmalıdır. Tarihin bizden beklediği ve bizim de tarihten okuduğumuz budur!