Makale

İslam ve Demokrasi (Teorik Bir Çerçeve)

İslam ve Demokrasi
(Teorik Bir Çerçeve)

Prof. Dr. Ali Bardakoğlu
Diyanet işleri Başkanı

Arada sıcak ve yakın bir bağ bulunsa da, Kur’an ve sünnette yer alan hüküm, ilke, açıklama ve örneklendirme- ler ile ilk hicri yüzyıldan itibaren Müslümanların bu ana kaynaklar etrafında geliştirdiği teori ve uygulamaları birbirinden titizlikle ayırmak gerekir.

İslam dininin temel iki kaynağından birincisinin Kur’an, diğerinin de Hz. Peygamberin açıklama ve uygulama örneklerinden ibaret olan sünnet olduğu, Müslüman toplumlarda hayatın birçok alanında teorinin ve uygulamanın bu iki kaynakta yer alan bilgiler, ilke ve örneklendirmeler etrafından geliştiği ve bu iki kaynağa bağlılığın âdeta meşruiyet ölçüsü sayıldığı bilinmektedir. Bununla birlikte Kur’an metinin ve sünnetteki açıklama ve örneklendirmelerin içeriğini, ilkesini ve amacını belirlemek Müslümanlar arasında her zaman teorik tartışmaların ve uygulama farklılıklarının odak noktasını oluşturmuş, aynı metin ve olay farklı bakış açılarına göre farklı şekillerde yorumlanabilmiştir.
Arada sıcak ve yakın bir bağ bulunsa da, Kur’an ve sünnette yer alan hüküm, ilke, açıklama ve örneklendirmeler ile ilk hicrî yüzyıldan itibaren Müslümanların bu ana kaynaklar etrafında geliştirdiği teori ve uygulamaları birbirinden titizlikle ayırmak gerekir. Birincisini dinin anlaşılmasında temel hareket noktası, İkincisini de bu anlama biçiminin şu veya bu dönemdeki somut örnekleri olarak görmek doğru olur. Böyle olunca "İslâm’da demokrasi" veya daha genel olarak "İslâm’da yönetim biçimi" şeklindeki bir başlık şu beş bakış açısını da ayrı ayrı çağrıştırır:
a) Kur’an’da,
b) Sünnette,
c) Dört Halife döneminden başlayan tarihî süreçte Müslüman toplumların siyaset geleneğinde,
d) Klâsik dönemde Müslüman bilginlerin, özellikle amme hukukçularının ortaya koyduğu siyaset teorisinde.
e) Çağımızda Müslümanların İslâm’la ilişkilendirerek ileri sürdükleri siyasal teori ve taleplerde.
Bu beş anlam ve alanı birbiriy- le tamamen uyumlu veya birbirine çok yakın görüp konuyu tek boyutlu ve tek bir düzlemde ele almak, vakıa ile çeliştiği için yanıltıcı olur. Çünkü bunlar arasında çoğu zaman göz ardı edilmeyecek kaynak, alan, amaç ve mahiyet farkları vardır.
a) Ne kadar farklı tanımı yapılırsa yapılsın demokrasi kavramı esasen, "halkın iktidarı, halk için ve halk tarafından yönetim" anlamını içerir. Halkın kendini bizzat ve doğrudan yönetmesi fiilen imkânsız olduğundan, bu amacı gerçekleştirdiği ileri sürülen bazı yöntemler bulunmuş, fakat demokrasilerde kamuoyu ve halkın genel tercihi daima vazgeçilmez bir önem ve öncelik taşımıştır. Ancak tek başına demokrasi kelimesinin toplumun yönetim tarzına, üretim ve paylaşım biçimine, temel hak ve hürriyetler rejimine ilişkin olarak belirgin bir düzenleme getirmediği veya belirgin bir yöntem önermediği de ortadadır. Böyle olduğu için öteden beri demokrasinin çeşitli toplumlarda farklı modeller ve isimlendirmeler aldığı, kavramın içinin buna uyumlu şekilde doldurulduğu görülmektedir. Çağdaş hukuk biliminde demokrasinin çoğunluk diktatörlüğüne yol açmaması için bazı anayasal güvenceler bulunmaya çalışılır ve bu yüzden demokratik hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü kavramları üzerinde ısrarla durulur.
Kur’an’ın son İlâhî dinin kutsal kitabı ve ana kaynağı olarak gerekli bütün açıklamaları yaptığı, insanlığı kemal derecesinde bilgilendirdiği ve yönlendirdiği, insanlık için vazgeçilmez ideallerden ve amaçlardan söz ettiği, hatta imam Şafiî’nin tarzında söylemek gerekirse bütün hükümlerin Kur’an’a raci olduğu, ilke olarak doğru olmakla birlikte, esasen son derece genel ve yoruma muhtaç olan bu hüküm, Kur’an’ın, Müslüman toplumların yönetim biçimlerini belirlediği ve kapsamlı bir siyaset teorisi ortaya koyduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Benzeri bir durum Hz. Peygamberin sünneti için de varittir.
Kur’an ve sünnette, yönetici ve yönetilenleri de kapsayacak tarzda beşerî ilişkilerin genel dinî ve ahlâkî çerçevesine temas edilmiş olmakla birlikte toplumların yönetim biçimini, bunun ayrıntısını, tarz ve yöntemini belirleme işi beşerî inisiyatife bırakılmıştır. Çünkü bunlar söz konusu genel çerçeveye ve ideallere nispetle araç konumunda olup her dönem ve toplumda değişebilir; tarihî tecrübeler de bunu göstermektedir. Oysa İslâm, evrensellik içeren bir din olarak en ilkelinden en gelişmişine kadar bütün insanlara ve toplumlara hitap etme zarureti, İslâm’ı genel, esnek ve makul bir yapıya sahip kılmış, insan unsurunun yetişkinliği esas alınıp şekil ve kalıp ikinci plâna itilmiştir. Bu sebeple de demokrasi, teori açısından bile Kur’an’ın ve sünnetin doğrudan ilgi alanını teşkil etmez. Dinî literatürde bir şeyin İslâm’a uygun olması, yani meşruiyeti denilince o şeyin İslâm tarafından açıkça telâffuz edilmesi ve doğrulanması değil de; onun, İslâm’ın açık bir ilkesiyle çatışmaması anlaşıldığından, hem demokratik hem de anti demokratik düşüncelerin ve çeşitli yönetim biçimlerinin Kur’an ve sünnette kendine ipucu, hatta dayanak bulması mümkün olmuştur.
Hâl böyle olunca, demokrasi idealinin nasıl en iyi şekilde gerçekleşeceğinin belirlenmesini de, Kur’an ve sünnetteki ilke ve yönlendirmelerin anlam çerçevesini çizmeyi de insanların kendi hür irade ve tercihleriyle yaptıkları, fakat ortaya çıkan sonuçları ya demokrasi idealiyle ya da dinî metinlerle bir şekilde bağdaştırıp koruma altına aldıkları söylenebilir. Bu bağlamda Kur’an ve sünnete atfedilen çeşitli siyaset teori veya ilkeleri, esasında bireylerin kendi tercihlerinin dinî metinlere yansıtılmış şekillerinden ibarettir.
b) Hz. Peygamberin Medine döneminde Müslümanları merkezî bir siyasî ororite etrafından toplayarak ilk İslâm devletini kurduğu ve kendisinin de vefatına kadar peygamberlik görevine ilâve olarak devlet başkanlığı görevini üstlendiği ve Müslümanları sevk ve idare ettiği bir vakıadır. Fakat İslâm bilginlerinin imameti, yani devlet başkanlığını peygamberliğin olmazsa olmaz şartı saymadıklarını, Hz. Peygamber’in devlet başkanı sıfatıyla yaptığı tasarrufları "bağlayıcı sünnet" kategorisinde görmeyip ayrı statüde ele aldıklarını da burada hatırlamak gerekir. Öte yandan Hz. Peygamberin siyasetle, hatta toplumsal hayatla ilgili olarak insanlara sevgiyle muamele edilmesi, emanetin ehline verilmesi, birlik ve beraberliğin korunması, haksızlığın önlenmesi ve düzeltilmesi gibi dinî ve ahlâkî çerçevede kalan genel talimatları dışında özel bir yönetim biçimi önermediği, devlet baş- kanının seçimi gibi sonradan birçok ihtilâfa yol açacak ve çok önemli addedilebilecek siyasî konularda bile açıklamada bulunmadığı bilinmektedir. İlk dört halifenin her birinin farklı usûllerde işbaşına gelmiş olması da bu serbestinin sonucudur. Bununla birlikte, ileriki dönemlerde gerek Hz. peygamberin gerek hulefa-i raşidinin siyasî kararlarının ve yönetim tarzlarının tabiî ve tarihî şartlarından soyutlanarak algılandığı ve lâfız- cı/şekilci bir yoruma tâbi tutularak İslâm amme hukukunun temel malzemesi ve siyasal meşruiyetin gerekçesi yapıldığı da bir başka vakıadır.
c) Din ile siyaset arasında yukarıda temas edilen bu ilişkinin veya ilişkisizliğin tabiî bir sonucu olarak, İslâm siyaset geleneğinde yönetim model ve şeklinin belirlenmesinde baskın öğeyi, dinî naslar değil, zamanın imkân ve şartları çerçevesinde bazı milletlerin birikimlerinden de yararlanan Müslüman toplumların bilgi, kültür ve tecrübe birikimleri teşkil etmiştir. Diğer bir ifadeyle, İslâm dininin devlet ve siyasetle ilgili olarak neyi istediği veya neyi önerdiği, Müslümanların İslâm’ı nasıl anladıklarına ve ona ne gibi mesajlar atfettiklerine bağlıdır. Dinin bu konudaki katkısı, biçimden çok muhteva yönüyle olmuş, bu sebeple de İslâm tarihi boyunca, yöneticilerin Müslümanlığı kavrayışlarındaki derinliğe ve -dar çevreli de olsa- kamuoyunun dinî hassasiyetine bağlı olarak çok iyi yönetim tarz ve örneklerine rastlanılmıştır. Bu itibarla Müslüman toplumların siyasî tarihini, çeşitli dönemlerde sergiledikleri siyaset anlayışlarını ve siyaset geleneğini İslâm’ın siyasî teorisi olarak veya bu teorinin uygulamaya akseden somut şekli olarak nitelendirmek doğru olmaz. Belki çok sade ve abartısız şekliyle, belli bir bölge ve dönemde yaşayan ve bir dine de mensup olan insanların tabiî bir hayat tarzı olarak algılamak gerekir.
d) Klâsik dönemdeki Müslüman amme hukukçularının siyaset teorisini veya devlet adamlarını muhatap alan siyasetname geleneğini, hukukî sonuçlar doğuran bağlayıcı düzenlemelerden çok uygulamada hâkim yönetim biçimini esas alan fakat onun aksayan, yanlışlık ve haksızlığa yol açan yönlerini belirterek mevcudu iyileştirmeye çalışan pratik, iyi niyetli ve biraz da ahlâkî çabalar olarak görmek gerekir. Öte yandan kelâm ilmindeki siyaset ve imamet teorileri Dört Halife döneminden devralınan siyasî çekişme ve iktidar kavgasının giderek ideoloji ve akide hâline getirilmiş ve bu çerçevede bir dokunulmazlık kazanmış şeklinden ibarettir. İslâm felsefesindeki siyaset teorileri pratik ihtiyaçlarla ilişkili olmaktan ziyade kökü Antik Yunan felsefesine kadar uzanan felsefî idealizmin örnekleri görünümündedir.
e) Günümüzde İslâm ülkelerinin çoğunun geçen yüzyıl içinde şeklen de olsa bağımsızlıklarına kavuştuğu veya ulus-devlet modeli içinde yeni bir kimlik kazandığı, bu ülkelerde geleneksel hayat ve yönetim anlayışıyla seçme ve seçilme özgürlüğüne, katılma ve kamuoyu oluşumuna ağırlık veren yeni siyaset anlayışı arasında belli belirsiz bir çatışmanın yaşandığı görülür. Bu çatışma ortamında geleneksel olanla din, yeni olanla ise sömürgeci ülkeler birlikte algılandığı, biraz da İslâm ülkelerindeki yönetim kadroları bu zıtlaşmayı kendi iktidarları lehine kullandıkları için çağımız Müslüman bilginlerinin din, demokrasi ve siyaset konusundaki yaklaşım ve tercihleri, haklı olarak mahallîlik, tepkisellik, biraz duygusallık ve sonuçta sistemsizlik taşır.
Günümüz İslâm dünyasında İslâm adına veya İslâm ilgi tutularak yapılan araştırma ve söylemlerin, yayımlanan kitapların ana konularından birini "din ve siyaset"in teşkil etmesi, İslâm’ın iki temel kaynağının bu konuda yoğunlaşmış olmasıyla değil, belki kendilerini çağdaş batı toplum- larının siyasal konumlarıyla karşılaştıran Müslümanların özgürlük, yönetim ve siyasal katılım konularında önemli sorunlar yaşadıklarını hissetmeleriyle ve toplumda bu konularda bir bilinçlenme sürecinin başlamış olmasıyla açıklanabilir.
Yöneten ve yönetilenlerin kutsala ihtiyaçları her zaman olmuştur. Bu, yönetenlerin daha başarılı ve etkili olmasını, yönetilenlerin de daha mutmain ve huzurlu olmasını sağlar. Mevcut yönetimle veya toplumuyla sorunları olan ve bunu aşmak isteyen, birtakım toplumsal talepleri olan ve bunları gerçekleştirmeyi arzulayan insanların bu konuda dinî bir söylem geliştirmesi, haklı ve doğru bildiği yoldaki mücadelesinde dinin derinlemesine etkili gücünden yararlanması da, aynı çizginin devamı mahiyetindedir. Bu itibarla çağımızda Müslüman teorisyen ve yazarların "İslâm’da..." diyerek ileri sürdükleri siyasal sistem, görüş ve taleplerin önemli bir kısmı, bu çağı ve sorunlarını bizzat yaşayan insanların kendi öz problemlerinden, birey olarak siyasal kasden, hak ve özgürlük taleplerinden ibarettir. Ancak bu ruh hâli ve mücadele azmi içinde kasıtlı veya farkında olmadan talep ve tartışmanın dinî zemine kaydırıldığı ve dinle ilişkilendirildiği görülmektedir.
Bu açıklamalardan hareketle ifade etmek gerekirse, Müslüman bilim adamları, siyasetçiler ve teorisyenler tarafından bu konuda ileri sürülen görüşlerin ve görülen uygulama örneklerinin, İslâm’ın siyaset teorisi ve İslâm’ın siyasî sistemi nitelendirmesiyle anılması fevkalâde yanıltıcı olmaktadır. Bunların, şu veya bu dönemde Müslüman bireyin/toplumun, İslâm’a uygun olma kaygısını da taşıyarak ulaştığı sonuç, yaptığı tercih, kurduğu ve yaşattığı hayat tarzı olarak görülmesi gerekir. Bu ikinci takdim şekli, İslâm hukukunun beşerî cephesini, değişmez ile değişken olanın ilişkisini göstereceği gibi, Müslüman halkın din ve kutsal adına da olsa, hak etmediği bir totaliter yönetime, tahakküm ve istismara mahkûmiyetine veya alternatif tabuların üretilmesine de engel olabilecektir. Toplumun çeşitli tercihleri kutsallaştırma ve tabulaştırma yoluna gitmeden tartışmaya açması, eleştirip geliştirebilmesi ve toplumda siyasetin rasyonel temeller üzerinde gelişip kurumsallaşması için bu gereklidir. Demokrasi nasıl hukuk devletinin önemli bir güvencesi ise, böyle bir bakış açısı da toplumda demokrasi geleneğinin kökleşmesinde önemli bir adım olacaktır.