Makale

Allah Devlete Millete Zeval Vermesin

Allah Devlete, Millete
Zeval Vermesin

Prof. Dr. Nesimi YAZICI
Ankara Ünk İlahiyat Fakültesi Öğr. Üyesi

Dilimizde çok güzel atasözleri, vecizeler, deyimler, dua ve temenniler vardır. Bunlar yüzyılların bize ulaştırdığı tecrübe birikimleri, kültürel miraslarımızdır. Bunlardan bir tanesi de "Allah devlete, millete zeval vermesin" dua cümlesidir. Şüphesiz hepimiz bu güzel ve anlamlı cümleyi, değişik vesilelerle bir çok defa duymuş, kendimizce yeri geldiğinde de telaffuz etmişizdir. Fakat kanaatimce bazı davranışlarımızı adet olduğu için öyle yaptığımız gibi, bir kısım kardeşimiz de bu cümleyi bir adet hükmünde kullanabilmektedirler. Bu durumu şuna benzetiyorum. Çeşitli kaynaklardan, bu arada coğrafya kitaplarından ve nihayet televizyon filimlerinden çöl hakkında bir bilgi sahibi oluruz ve çöl sıcaklığı, çöl fırtınası, susuz çöl dendiğinde zihnimizde onunla ilgili bir imaj ortaya çıkar. Bununla birlikte çöl hakkındaki bilgisi okuduğu bir iki kitap veya bir iki filme dayanan biri ile isteyerek veya özellikle de istemeyerek çöl şartlarında bir süre yaşamış, yaşamak ve sıkıntılarına tahümmül etmek mecburiyetinde kalmış kimsenin zihninde aynı imajın oluşması, bu kelimeye aynı anlamı giydirmesi mümkün müdür? Nitekim bu gerçeği ve "Allah devlete, millete zeval vermesin" sözünün büyük anlamını 1921 ’de Filibeli bir Türk’ün ağzından dökülen: "Allah millete zeval vermesin!..." cümlesini okuyunca daha iyi kavradım.
Geliniz şimdi tarihimizin derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkalım. Durağımız Osmanlı Devleti’nin kuruluştan sonraki ilk yayılma dönemi. Anadolu’da bir kısım yerler fethedilmiş, 1354’te Osmanlı kaynaklarında "Rumeliye Mürur" ismiyle anılan Çanakkale Boğazı’ndan Avrupa topraklarına geçiş gerçekleştirilmiştir. Bölgede fetihler ve yurt edinme çabaları hemen başlamıştır. İşte bu süreç içerisinde, muhtemelen Edirne ile aynı senede (1363) Lala Şahin Paşa tarafından Filibe, Türk İslam toprakları arasına katıldı. Bu fetihle Rumeli hududumuz Meriç ve Sazlıdere boyunca kuzeye doğru genişletilip, o zamana kadar başkent istanbul ile bağlantısı olan Bizans arazisi iki parçaya ayrılmış oluyordu. Bunun yanında artık Osmanlı orduları Bulgaristan sınırlarına kesin bir biçimde dayanmış bulunuyorlardı. Bu siyasi önemi yanında Meriç vadisindeki pirinç ekiminden elde edilen gelirler, Osmanlılara geçmiş oluyordu ki, bu durum çok olumlu bir ekonomik sonuç demekti.
Osmanlı Filibe’de tam beş-buçuk asır kaldı. Diğer bir çok Rumeli merkezini olduğu gibi orasını da Türkleştirdi, İslamlaştırdı. Daha bu yüzyılın başında veya geçtiğimiz yüzyılın sonlarında Filibe, Bursa kadar, Amasya, Konya kadar Türk ve Müslümandı. Güzel Türkçemiz-de bir söz vardır: "Köprünün altından çok sular aktı/ geçti" deriz. Evet Yahya Kemal’in bir yazısında; "Meriç Köprüsü’nü geçtik. Ondördüncü asırdan beri altı asır, atlı ve piyade, asker ve vatandaş, serdar ve nefer, fatih ve muhacir, bu köprüden kaç milyon Türk geçmiş! Eflak ve Buğdan, Rusya ve Lehistan, Macaristan ve Almanya, Bosna ve İtalya içlerine yürümüş! Murad Hüda-vendigar’dan Mustafa-yı Sa-ni’ye kadar geçen bey ve padişahların kaçı galip ve kaçı mağlup olarak bu köprüden geçerek Edirne’ye Bur-sa’ya ve İstanbul’a dönmüş!" (Y. Kemal Beyatlı, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım, İstanbul, 1986, Filibe’de, s. 39) dediği Filibe’deki Meriç Köprüsü’nün üstünden kimler kimler gelmiş geçmişti. Altından akan sularla da devran değişmiş, Müslüman Türk oraları terketmek mecburiyetinde kalmıştı. Fakat bu nasıl bir ayrılıştı? En özlüsünü isterseniz Tarihçe-i Vak’a-i Zağra müellifi Zagra Müftüsü Raci Efendi’den verelim:
"Aziz-i vakt idik a’da zelil kıldı bizi!"
Gelenler geldi. Kalanlar kaldılar. Gelenler oraları unutabildi mi? Hayır. Hatta oraya hiç gitmeyenler de unutmadı, unutamayacaklar da. İşte bu nedenle Diyarbakırlı, Urfa-lı, Elazığlı bir Türk’ün de dag dediğinizde aklına Balkanlar, ırmak dediğinizde Tuna gelir. O buraları gördü mü? Görmedi. Babası, dedesi orada mı yaşadı? Hayır. Ama gönlünde sönmeyen bir Rumeli ateşi, dilinde düşmeyen bir Rumeli türküsü! Ya orada bıraktıklarımız!...
Geliniz ayrılışımızın üzerinden on yıl bile geçmeden 1921 yılında Filibe’ye giden ve şahit olduğu bir kısım gelişmelerle, bunlar karşısında kendi duygu ve düşüncelerini genişçe aktaran Yahya Kemal’in anlattıklarından bir alıntı yapalım. Bakalım devran nasıl değişmiş, yeniler ne etmiş, nice etmiş!..
"Oturduğumuz tepenin karşısında, tıpkı bir ehram gibi, yalçın, çırçıplak, çirkin diğer bir tepe vardı. Bu mithiş kütleyi Bulgarlar yerinden kaldırmak istiyorlarmış. Mühendislerin keşfine göre, taşocağı olarak işletilirse, yirmi senede dümdüz olabilirmiş. Taşçıların çalıştığı belli idi. İkide birde barutla infilak akisleri geliyordu. Akşam üstü önümüzden bir Türk çocuğu geçti. Yedi sekiz yaşında, pembe beyaz yüzlü, sıhhatli, bütün esvabı eski bir mintan ve eksi bir pantolondan ibaretti, yalınayaktı; oynayarak koşuyordu... Aynı zamanda iki Bulgar delikanlısı geçtiler. Bu delikanlılardan biri, çocuğu korkuttu. Çocuk can havliyle bize doğru kaçtı. Büyük bir tehlike geçirmiş gibi titriyordu.
Arkadaşım, çocuğa Bulgarca hitab etti: Türk yavrusu ağzına gelmiş olan hıçkırıklarını zapt edemiyerek, Türkçe "Ben Bulgarca bilmem!" dedi. Karşıdaki tepede taş kıran ameleden bir Türk’ün oğlu imiş, babasına yiyecek götürmüş, iş bittiği için dönüyorlar-mış, o önden oynayarak gelmiş, babası da arkadan geliyormuş. Vakıa biraz sonra bir deli orman pehlivanı gibi ihyan, güçlü ve kuvvetli, kazmaları omuzunda, çetin bir emekten yorulmuş, terlemiş bir halde, yüzünü silerek, mütevekkil bir dev tavrıyla babası göründü; bizden sigarasını yaktı. Türkçe konuştuk... Türk ve Müslüman olduğumuzu sezdi. Lakin aldırış etmedi. Kim olduğunu, ne yaptığını, ne kadar kazandığını sorduk. Filibe ovasının çiftçilerindenmiş, toprağını kaybetmiş, "Bulgar elimizden toprağı aldı, işleyecek taş kaldı, onu kırıyoruz. Allah millete zeval vermesin!.. " dedi. Kazmaları sırtında, İsviçre’nin kahramanı Wilhelm Teli gibi, çocuğunu elinden tutarak yürüdü. Gitti" (Yahya K. Beyatlı, A.g.e., s. 40-41).
Bu sahneden sonra ne söylenebilir?.. Büyük şair Mehmet Akif’in İstiklal Marşımızı muhteşem bir abide gibi ortaya koyduktan sonra; "Allah bu millete bir defa daha İstiklal Marşı yazdırmasın" dediği nakledilir. Öyle ise biz de satırlarımızı; Yüce Mevtamızın bu millete hiç bir zaman yalnızca "Allah millete zeval vermesin" cümlesini söyletmemesi temennisi ve "Allah devlete, millete zeval vermesin" duasıyla bitirelim.