Makale

Sorumluluk

Sorumluluk

Basri ERDEM
Diyanet İşleri Başkanlığı Başmüfettişi

İnsanı diğer yaratıklardan farklı I kılan en belirgin özellik; onun akıllı olması, akıl kadar olmasa I da, ona yakın önemde diğer I bir özellik de, insanın sorumluluk duygusu taşıyan bir varlık olmasıdır. O kadar ki; bu iki vasıf, adeta birbirinden ayrılmaz iki parça gibidir. Zira akıl yoksa sorumluluk ta yoktur. Nitekim dinimiz de, aklı olmayanı sorumlu tutmamıştır.
Şu farkla ki, akıl, eskilerin deyimiyle vehbi, yani insana Allah tarafından doğuştan verilmiş bir özellikken, sorumluluk duygusu kesbi, yani sonradan kazanılmış bir özelliktir. Bu yönüyle sorumluluk, akla göre daha zor sahip olunan bir vasıftır; onu kazanabilmek ilave bir emek ve uğraşı gerektirmektedir. Bu emek ve uğraşının adı da hiç kuşkusuz eğitimdir.
Bilindiği gibi ilk eğitim aile ocağında başlamaktadır. Buna göre sorumluluk duygusunun İlk filizlendiği yer de, kutsal aile ocağıdır. Çocuklarına bu şuurla yaklaşan anne babanın, onlara aile içinde verecekleri ufak sorumluluklar, çocuklarının istikbalde daha büyük sorumluluklar üstlenmelerine müsbet bir zemin hazırlayacaktır. Daha sonra, eğitim kurumlarından sistemli bir biçimde alacakları telkin ve tesirlerle, biyolojik gelişmelerine paralel olarak, sorumluluk duyguları serpilip büyüyecek hatta daha da pekişmiş olacaktır. Bu bakımdan yeni nesle sorumluluk duygusu aşılamak, eğitimimizin temel ilkelerinden biri olmalıdır. Çünkü bu his, hayatımız boyunca bizimle beraber olacak tüm davranışlarımıza yön verecek bir histir.
Sorumluluk duygusuyla yetiştirilmiş kuşaklar, bir ulusun en büyük güvencesidir. Böyle bir nesil yetiştirmek için gerekli faturayı ödemeyi göze alamayan uluslar, gelecekte daha yüklü faturalar ödemek zorunda kalırlar. Denilebilir ki, bu duygu milletlerin kaderlerini tayin eder. Bir örnek vermek gerekirse. İkinci Dünya Savaşından perişan bir durumda çıkmış Almanya ve Japonya, mesuliyet duygusu taşıyan fedakar evlatlarının omuzlarında bugünkü duruma gelmişlerdir. Nitekim devletleri tarafından bilim ve teknolojideki gelişmeleri ülkelerine transfer edebilmek için yabancı ülkelere tahsile gönderilen Japon öğrencilerinin, başarısızlık hallerinde, ülkeme faydalı olamadım psikozu ile, harakiri yaparak canlarına kıymalarını, bugün bilmeyen yoktur sanırım. Bu belki aşırı dozda verilmiş bir sorumluluk duygusunun göstergesidir ama bu anlayış Japonya’yı bugün dünya uluslarının kıskanacağı bir yere getirmiştir. Keza Alman işçisinin II. Cihan Harbini müteakip normal mesai bitiminde, 2-3 saat ülkesi için ücretsiz mesai yapması da aynı değerde bir sorumluluk ve vatanseverlik örneğidir.
Bu misalleri arzetmekle, sözü, son aylarda ülkemizde peş peşe meydana gelen doğal afetlere getirmek istiyorum. Maruz kaldığımız bu felaketler dikkatle tahlil edilirse, görülecektir ki, bu afetlerin esas müsebbibi yine bizleriz. Nitekim, yüce yaratan, Kur’an-ı Kerim’inde bu gerçeğe işaretle; "Sana gelen her iyilik Allah’dandır, başına gelen her kötülük de kendindendlr. Biz, seni insanlara elçi gönderdik. Şahit olarak Allah yeter." (Nisa: 79) mealindeki beyanlarıyla başımıza gelen felaketlerden sorumluluğumuzu, bize veciz bir üslupla hatırlatmaktadır.
İşte yıllarca yangınlarla ve diğer yollarla sorumsuzca yok ettiğimiz yeşil bitki örtümüz, bugün erozyon, toprak kayması ve sel felaketleri olarak karşımıza çıkmakta, adeta bizden öç alırcasına içimizden en yakınlarımızı alıp götürmektedir. Bizlere de gidenlerin ardından feryadü figan edip saç-baş yolmak kalmaktadır.
Konuyla ilgili uzman ve otoriteler, bugün ülkemizin süratle çölleşmeye gitmekte olduğunu, o kadar ki erozyon afetlerinin, her yıl ülkemizden koparıp göllere ve denizlere taşıdığı toprak miktarının, bir Kıbrıs adası büyüklüğünde olduğu aynı otoritelerce dile getirilmektedir.
Konunun ciddiyet ve önemini kavrayan bazı yurtsever aydınlarımız, sempozyum ve haftalar düzenleyerek hatta vakıflar kurarak, halkımızın konuya ilgi duymasını sağlamaya yönelik faaliyetleri, hiç şüphesiz faydadan uzak olmamakla beraber kanaatimizce bu konuda esas yapılması gereken toplumumuzun her kesiminden insanına, aile ocağından başlayıp eğitim kurumlarında, kışlalarda, mabedlerde ve medyada bu bilinç ve mesuliyeti telkin edebilmektir.
Eğer insanımıza, ağaca vurdukları her balta darbesinin, sonuçta kendisinin veya yakınlarının mezarı için vurulacak her kazma darbesine eşdeğer bir çirkin hareket olduğu bilinç ve sorumluluğu aşılanabilirse, meseleye köklü çözüm getirilmiş olacaktır. Aksi halde konu ile ilgili sözü edilen öteki faaliyetler, kamuoyunun ancak geçici bir süre dikkatini bu konuya çekmekten öteye geçmeyecektir.
Ülkemizde, bir daha yaşanmamasını dilediğimiz bu afetlerin, gözler önüne serdiği bir başka ihmalimiz de, nüfus hareketleri karşısında aczimiz ve tedbirsizliğimizdir.
Bilindiği gibi güzel yurdumuz, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş süreci yaşamaktadır. Bu sürecin kaçınılmaz sonucu olarak her yıl, yüz, ikiyüz binlerle ifade edilen, orta ölçekte bir kent büyüklüğünde, bir değil bir kaç il nüfusuna bedel bir kitle, ülke kırsalından, İstanbul -Ankara - İzmir - Bursa - Adana - Gaziantep gibi rant merkezlerine göç etmektedir. Bu kitlesel göç karşısında, ülkemiz maalesef hazırlıksız ve tedbirsiz yakalanmıştır. Göç ettiği şehrin sınırlarından girer-girmez, otomatikman o şehrin 2. sınıf hemşehriliği unvanını kazanan yurttaşımız, -çünkü 1. sınıf hemşehrilik, her türlü alt yapıya sahip semtlerde oturanlara alt bir imtiyazdır, -şehre ayak basar basmaz, barınma içgüdüsüyle, yerli yapım filimlerde mükerreren izlediğimiz gibi, ya bir yakınının, ya da kendisinden önce o kente yerleşmiş bir hemşehrisinin yanına kapağı atmaktadır. Biraz kendine gelince, hele de günlük maişetini temin edecek bir İşe sahip olunca, bu defa çoluk çocuğunun başını sokabileceği bir ev yapabilmek için, ya arsa mafyasından bir arsa alıp yuvasını yapmakta, ya da daha ucuz maliyeti düşünüp bizzat bulduğu bir dere yatağı veya uçurum kenarına, elindeki bir kaç ku-ruşuyla başına gelecekleri bilmeden yuvasını yapmaktadır.
Bu faaliyetleri sırasında, devletle hiçbir diyaloga girmeyen, hatta ondan kaçan vatandaşımız, iklim ve hava şartları iyi gittiği sürece hayatından memnunken; bozulan doga dengesi sebebiyle bir tabii felaketle yüz yüze gelince ancak devletini hatırlamakta, ama bu hatırlayış onu suçlama şeklinde olmaktadır.
Burada vatandaşı suçlamak, elbette işin kolay tarafıdır. Acaba devletin veya onun taşra uzantısı yerel yönetimlerin bu sonuçta hiç mi taksiratı ve sorumluluğu yok? Ne yazık ki gerek merkezi gerekse yerel yönetimler, bu gerçeği ancak seçimlerden seçime farket-mekte, konuya köklü tedbirler yerine, palyatif tedbirlerle yaklaşmaktadırlar. Önceki yaklaşımları "yapamazsınız, edemezsiniz" şeklinde yasakçı bir yaklaşımdan öteye geçmemektedir. Bu ise devlet vatandaş arasına soğukluk sokmaktadır.
Halbuki yöneticilerimiz, aynı süreçten geçerken benzer problemleri yaşamış gelişmiş ülkelerin konu İle ilgili politikalarını örnek alıp, onların ürettikleri uygar çözümleri yurdumuz için de pekala uygulanabilirlerdi. Kaynak yetersizliği sebebiyle belki tam tamına uygulanmasa da, hiç olmazsa proje bazında vatandaşa yardımcı olunurdu.
Kırsal kesimden dalga dalga kopup gelen bu insan göçünü, kendi insiyatifiyle başbaşa bırakmak yerine, devletçe üretilecek uygulanabilir basit projelerle, bu İnsanımıza yaklaşılmış olsa, hem büyük şehirlerin etrafını çepeçevre kuşatan bu çarpık ve çirkin yapılaşma önlenecek hem de devletle vatandaşı kavgalı hale gelmeyecek ve belki de can kaybıyla sonuçlanan bu afetler de ülkemizde yaşanmamış olacaktı.
Ama ne acıdır ki, bir takım felaketlere maruz kalmadan tedbir almak, proje üretmek ve geliştirmek, bugün ancak gelişmiş ülkelere mahsus bir özellik ve güzelliktir. Felaketleri yaşadıktan sonra tedbir almak ise maalesef gelişmemiş ülkelerin değişmez kaderi olmuştur.
Günümüzde ülkelerin gelişmişliklerinin tesbitinde, o ülke insanlarının fert başına tükettikleri maddelerin oranı baz alınmakta, buna göre mesela, kişi başına tüketilen protein miktarı, harcanan enerji, kullanılan kağıt oranı bir ülkenin gelişmişliğini belirlemektedir. Söz konusu maddelerin kullanımında, oranı yüksek olan ülkeler, gelişmişlik klasmanında, üst sıralarda yer alırken, oranı düşük ülkeler İse bu sınıflandırmada alt sıralarda yer olmaktadır.
Bu tarz bir değerlendirme, gerçekten bir ülke hakkında panoramik bir fikir vermekle birlikte, bu konuda daha sağlıklı tesbit, kanaatimizce şu kritere göre yapılmalıdır: Beklenmedik tabiat olayları karşısında yapılacak olanların önceden ilkelerini belirleyip, bu ilkeler istikametinde örgütlenmek ve olay zuhurunda bir düğmeye basmışçasına, en kısa zamanda en akılcı biçimde olay mahallinde çaresiz insanlarla kucaklaşmak, kısaca organize toplum olmaktır.
Bu aynı zamanda insana değer vermek demektir. Dünya üzerinde, bu performansı yakalamış ülkeler arasında olamamak milli bir üzüntümüzdür. Nitekim, felakete maruz kalan üç bölgemizin bugün hala yaralarının sarılamamış olması, hep organize bir toplum olamayışımızın tabii bir sonucudur. İnşaallah haziran ayında yurdumuzda yapılacak Habitat II toplantısında ülkemiz için model oluşturacak bir takım sonuçlar elde edilir.
Fransızların büyük devlet adamı De Gol’e atfen söylenen bir söz vardır; "Dünyanın neresinde bir fransız varsa, Fransa onun yanındadır". Söylenmiştir veya söylenmemiştir. Burada önemli olan bu yaklaşımın vermek istediği mesajdır. O da devletin vatandaşa bakış açısıdır.
Hiç kuşkusuz bizim dini literatürümüzde de bize rehber olabilecek bu tarz beyanlar mevcuttur. Nitekim sevgili Peygamberimiz (S.A.S.) "Herbiriniz rai’dir ve her birleriniz elinin altındakinden mes’uldür". (Tecrid-i Sarih c.3. s. 40. H. No: 487) Bugüne uyarlayarak söylersek; "Hepiniz yöneticisiniz, hepiniz yönettiğinizden sorumlusunuz" şeklindeki mübarek sözleri ile, yine; merhum şair Mehmet Akif ERSOY’un Hz. Ömer (r.a)’ın, adalet ve sorumluluk anlayışını ebedileştiren "Kenar-ı Dicle de bir kurt asırsa bir koyunu, gelir de adl-i İlahi sorar Ömer’den onu" mısraları, bu tür beyanlardan hatırlayabildiğimiz sadece bir kaçıdır, özetlemek gerekirse, dağdaki çobanımızdan en üst yönetim kadrolarımızı, bu sorumluluk çizgisine getirdiğimiz zaman, bir çok sorunumuz kendiliğinden halledilecektir. Son söz, sorumlu nesiller yetiştiremeyen milletler, sorunlu kuşaklar tarafından yönetilmeye rıza göstermek zorundadırlar.