Makale

MUALLİM NÂCÎ’NÎN DİNÎ ESERLERİ

İnceleme:

MUALLİM NÂCÎ’NÎN DİNÎ ESERLERİ

Fevziye Abdullah TANSEL

Tanzimat Devri Edebiyatı’nın hemen hemen hepsi nev‘i şahsına münhasır sîmalarından biri de Muallim Nâcî’dir (1850 - 1893). Nâcî, Garb medeniyeti te’sir ve nüfuzunun kuvvetlendiği bu devirde, bu medeniyetin memleketimizde sür’atle yayılması için Şark medeniyetini kötüleme propagandasına kendini kaptırmayarak, dâima, her iki medeniyetin fikrî ve ahlâkî inkişâfa elverişli cihetlerinden faydalanma lüzumunu ileri sürmüştür. Bu düşünceye bağlılığının tabiî bir neticesi olarak, san’at sahasında, bir taraftan Garb edebiyatından tercemeler yapan, klâsik Garb nazım şekillerini kullanan, dramatik manzumeler, yeni mevzularda şiirler, tiyatro eserleri yazan Nâcî, diğer taraftan Şark edebiyatını da ihmal etmemiş, Arap ve Acem dillerinden de birçok tercemeler yapmıştır[1].

Nacî’nin Arapça ve Acemce’den tercemelerinin birkısmı, gençleri bu dillerin edebiyatına karşı alâkalandırmak ve Şark dillerini öğrenmeğe teşvik maksadı ile hazırlanmıştır. Bunlar, zevkle seçilmiş, eğlendirici, mizahî metinleri de içîne alan antoloji mahiyetinde eserlerdir.; Hemen hepsinde tatbik ettiği kendine mahsus bir metodu vardır: (1) önce, her metnin aslını verir; (2) bunu aynen terceme eder; (3) metni izah ve tefsirden sonra, ayni fikirlere kimlerin eserlerinde rastlanıldığına, bu fikirlerin kıymetine dair mülâhazalar ileri sürer. Acem edebiyatından seçtiği parçaları içine alan Hurde-Furuş[2], Tibrizli Sâib’in şiirlerinden parçalar seçerek güzel bir Divan meydana getirmek maksadı ile hazırladığı Sâib’te Söz[3], en güzel Arap atasözlerini ilk harflerine göre sıralamak üzre tertibettiği Sânihât-ül Arab[4], Hâfız ve Kelîm-i Hemedânî’den alınan metinleri ihtiva eden Sânihât-ül Acem[5], Hazret-i Ali’ye atfedilen 280’den fazla vecizeye ve tercemelerine yer verdiği Emsâl-i Alî[6], fıkralarından bâzıları Garb dillerine çevrilen xıv. asrın meşhur Acem muharriri Zâkânlı Ubeyd’in Risale-i dil-guşâ’sından intihap ettiği fıkralardan ibaret Ubeydîye[7], bir nevi Acem edebiyatı antolojisi mâhiyetinde olan Nümâne-i suhan[8], İslâm edebiyatlarının tanınmış muharrir ve şairlerinin en güzel eserlerinden parçaları inhtivâ eden Nevâdir-ül ekâbir[9] adh eserlerini, yeni nesli okumağa, Şark dil ve edebiyatlarını öğrenmeğe teşvik gayesi ile hazırlamıştır. Nâcî’nin Mütercem adlı kitabında[10]da —Recâi-zâde Ekrem’in Nâçiz‘inde olduğu gibi— yalnız Garb dillerinden tercemeler ile karşılaşmıyoruz; hem Şark, hem Garb edebiyatından parçalara yer vermiştir. Bu eserlerde yer yer dinî-terbiyevî parçalara da rastlamlmakla beraber, asıl maksadı Şark dil ve edebiyatlarına karşı bir heves uyandırma teşkil ettiğinden, bu makalemizde bunlar üzerinde durmayacağız; baştan başa dinî eserlerini ele alacağız.

Nâcî’nin dinî eserlerini üç kısımda toplamak mümkündür; bunlar, neşredildikleri zaman sırasına göre (1) Dinî şiirler, (2) İslâm tarihinden mülhem manzum hikâyeleri, (3) Dinî mensûr eserleri’dir ki, bu üç kısma ayırdığımız eserleri, makalemizin başlıca üç bölümünü teşkil etmektedir.

I.

MUALLİM NACİ’NİN DİNÎ ŞİİRLERİ

Muallim Nacî, Varnalı Fâtıma’t-üz Zehrâ Hanım ile İstanbullu Ali Bey’in oğludur ve İstanbul’da doğmuştur. Mesleki seraçlık olan, kendi kazancı ile satın aldığı evinde çok mütevâzı bir hayat süren, dürüstlüğü ile şöhret kazanan ve dindâr babasının ölümüne kadarki hayatı İstanbul’da geçti. Bu sırada Feyziye Mektebi’ne devamla Kur’ân’ı ezberlemiş, büyük kardeşi Sâlim’in yardımı ile Türkçe ilm-i hâl ve bâzı risaleler okumuştur[11]. Babasının ölümü üzerine annesi ve dayısı ile birlikte Varna’ya gittiği zaman, burada henüz rüşdiye mektepleri açılmamış olduğundan medrese tahsili gördü. Hâfız Mahmud Efendi’den Gülistan’ı geceleri de kendi kendine Hâfız Divanı’nı, Üç-aylar münasebetiyle İstanbul’dan Varna’ya gelen meşhur Hâfız Kavalalı Hüseyin Hoca’dan Telhis ve Aruz okudu. Varna’da resmî terceman Komyano Efendİ’den Fransızca dersi almağı da ihmal etmeyen Nâcî, Mütîzâde Abdülhalim Efendi’den sülüs ve nesh yazısı ile Arabî ilimlere ait mukaddimât’ı öğrendi ve hattatlık icâzeti de aldı. Yazdığı levhalarda Ömer Hulûsî takma adını kullanmıştır; kendi yazısıyle bir Mushaf-ı şerif’te de bu imzasının bulunduğunu kaydeder[12].

Dindâr bir aile muhitinde yetişen, dinî bir tahsil ve terbiye de gören Nâcî, çok küçük yaşta şiir yazmağa başlamıştır ve

Maksadın tahsıl-i itmi’nân ise,

Zikr-i Hak’tan olmasın kalbin tehî;

Tâze kıl şâm-ü seher îmânını,

kıt’asını yardığım zaman hıfz-ı Kurana çalışır, her akşam Sûre-i Mülk tilâvetine devam eder bir çocuk idim,, diyor[13] ki, onun, ömrünün son yıllarına kadar bu mevzuda da şiirler yazmakta devam ettiği görülür.

Nâcî’nin dinî şiirleri Münâcat’lar, Na’t’lar, İslâmiyet’le alâkalı mühim dinî vakıalardan, İslâm büyüklerinden mülhem şiirler, İslâm dini esaslarını kendi menfaat ve temayüllerine göre tefsire kalkışan kaba-sofuları hiciv maksadıyle yazdığı mizahî manzumeler yabancı dillerde yazılmış dinî Şiir tercemeleridir; bunlardan başka, dinî mevzuda olmayan şiirlerinde, meselâ tabiat tasvirlerinde de bâzan, dinî heyecan ve duygularını ifade eden beyit ve mısralara yer yer rastlarız.

Nâcî’nin, Tanrı’nın kudret ve büyüklüğüne karşı his ve heyecanlarını, şükran duygularını mevzu aldığı,

Allah ki mücid-i cihandır

Bin türlü nikâbdan ıyândır.

beyti, ile başlayan Tevhid başlıklı yirmidört beyitlik mesnevisinden[14] başka,

İlâhî cihân_âferîn Zu’l-celal’im

Şühâd-i rübübiyyetinde avâlim

beyti, matlaını teşkil eden ve kaside şeklinde, onbir beyitten ibaret bîr Münâcât’ı vardır.[15] Bu mevzu ile alâkalı heyecan ve hislerini bâzan da, aşağıda görüldüğü gibi rubâî ve kıt’a hâlinde ifade etmiştir[16]:

Rubai

Kıt’a

Baktım olmuş pür-kevâkib âsman

Hâlık-i ecrâmı tebcil eyledim

Doldu gönlüm nûr ile bî-ihtiyâr

Süre-i ve’n-Necm’i tertil_eyledim,

Nâcî’nin, Füruzân ve Yâdigâr-ı Nâcî adlı şiir kitaplarının müstakil beyit, mısra ve müfredlere ayrılan bölümlerinde de bu tarz dinî parçaların sayısı az değildir. Kendisi,

Biter mi, bitti denilmekle nûr-ı nâ-mütenâhî

Nefesle kâbil-i ıtfa mıdır çirâğ-ı ilâhî

Beytinin Ayet’inden mülhem olduğunu kaydediyor. Onun,

Hestî-i ilâhîyi hayâlimde büyüttüm

Vardır yeri sığmazsa semâvât-u zemine

*

Es_ey sabâ, lâtif_olur çemenlerin teseccüdü,

Cenâb-ı Hakk’a anların aceb bu mu teabbüdü ?

*

Cenâb-ı Hakk’a teabbüdle rûh_olur müteâlî,

Olur anınla müyesser olursa kesb-i meâlî.

*

Hak, tevazu edeninkadrİni terfi‘_eyler

Huda’sı var_olanın istinâd-gâhı mı yok ?

gibi beyit ve mısraları, his ve hayallerindeki samimîlik, ifadesindeki vecizlik bakımından bir san’at değerini hâizdir[17].

Naci’nin, Tanrı hakkındaki şiirlerine göre, Hazret-i Muhamnıed’i mevzu aldıkları daha kabarık yekûn tutar; bunların çoğunu, gençliğinde yazmıştır ve ölümünden sonra, yakın dostu Şeyh Vasfî tarafından neşredilen Yâdigâr-ı Nâcî adlı eserindedir. Bu eserde dört Na’t-i şerif’inden başka, Leyle-i mi’râc-ı Hazret-i risâletpenâhî adlı altmışyedi beyitten ibaret bir mesnevisi, bir kıt’ası, müstakil beyit, müfred ve mısraları yer almaktadır[18]; fakat, Hazret-i Muhammed hakkında gençliğinde yazdığı bu manzumelerden ziyade, sonradan kaleme aldığı şiirleri, taşıdığı san’at değeri bakımından kayde değer:

İ‘tirâf-1 Vicdanî

Hak bilir, haksın_i‘tikâdımcâi

Ey Kureyşî Resûl-i Rabb-i alîm;

Etse bi’l-farz Kâinât__inkâr,

Seni tasdik eder bu kalb-i selim![19]

Na’t-ı Muammedi

Dest-i i‘cazında izhâr__ettiği Âyât__ile,

Enfüs-ü âfâkı hayran__etti Kur ân’ın senin!

Sen nasıl hurşid-i lâhûtîsin__ey Mahbüb-ı Hak,

Oldu Allah__ane Kur’â n’ın da hayranın senin![20]

Naci’nin mevzuunu yalnız Tanrı’ya, yalnız Muhammed’e tahsis ettiği manzumelerinden başka, her ikisinden birlikte bahsettiği şiirleri de vardır; Hüsn-i ibtidâ adlı ellialtı beyitlik mesnevisi[21], altmışüç beyitten ibaret ve yine mesnevi şeklindeki Mir’ât-ı bedâyi’i, Tevekkül ve Tevessül[22] başlıklı rubaisi bu tarz şiirlerine örnek teşkil eder. Mir’at-ı bedayi’i Sultan Abdülhamid II.’e takdim ettiği bir kaside olduğundan, Nâcî, bunu yazarken bütün hünerini göstermeğe çalışmış, münacât ve na‘t kısımlarındaki fikirlerinin kaynağı olan birçok Âyet ve Hadîs’leri de, not hâlinde kaydetmiştir[23].

Naci’nin dinî şiirlerinden bazılarının mevzuu, İslâm tarihinin mühim vak’alarndan, İslâmî hikâyelerden alınmıştır. Hâtıra-i Bedr-i kübrâ’da, Bedr gazasının gözlerinin önünde canlandırdığı gürültülü, heyecanlı harb sahnelerini tasvir ve bu zaferin ehemmiyetinden bahseder. Muharremîye, Kerbelâ Ne Söyler, Mersiye başlıklı şiirlerinde, Hazret-i Hüseyin’in şehit düştüğü kanlı Kerbelâ harbi sahnelerini canlandırır; bu hâdisenin İslâm âleminde uyandırdığı teessürü ifade eder. Hazret-i Yûsuf’un İstgâsesi’nde, mevzu, Kuran’da mevcut Yûsuf ve Züleyha hikâyesinden, Yûsuf’un zindana atılma vak’asından alınmıştır; onun burada duyduğu ıstırap, bundan kurtulmak için Tann’ya yalvarışları, İslâm edebiyatlarının bu müşterek câzib hikâyesi, Nâcî için de bir ilham kaynağı oldu[24]. Aşağıdaki,

Sıddîk, refîk-ı hâs-ı Peygamber’dir,

Fârûk ise, şah-ı ma’delet-küsterdir,

Yenbü’-i hayâ vü hilmdir Zü’n-nûreyn

Gencine-i ilm Hazret-i Hayder’dir.

şiirinde görüldüğü gibi, dört İslâm halîfesinin, sırasıyle Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Alî’nin Sıddîk, Faruk, Zü’n-nûreyn, Gencine-i ilm veya Bâb-ı ilm sıfatları üzerinde durarak güzel bir Rübaî tertibediverir[25]. Hilye-i şerife adlı ve Hazret-i Muhammed hakkındaki mesnevisi sebebiyle XVI. asır Osmanlı şâirlerinden Hâkânî’yi, Hassân-ül Acem ünvanını almış olan Şîrvânlı Hakânî’den üstün bulur; onu ve eserini medhederken, kendi dinî his ve fikirlerine de yer verir:

Dil ki âyîne-i Subhânî’dir,

Levha-i Hilye-i Hakanî’dir.

Anda ettikçe tecellî bu eser,

Mütecessim görünür Peygamber.

Sâhibiyçün ne büyük devlettir,

Zinet-i hâfiza-i millettir.

Ey Hüdâvend’imizin vassâfı,

Sana Hak vermiş__o kalb-i safı,

Ki tecellî-geh-i aşk olmuştur,

Nûr-ı Peygamber__ile dolmuştur.

Bahşeder Hazret-i Vehhdb-ı alîm,

Sevgili kullarına kalb-i selîm.

Şâdmân ol kİ sen__anlardansın,

Râh-i ihlâsı bulanlardansın[26].

Nâcî, îslâm dinini kendi menfaatlerine âlet eden kaba-sofuları hicvetmek maksadı ile mizâhî şiirler de yazdı. Bunlar arasında bilhassa,

Ne bu nen-zemin bükâlar, ne bu âteşin dualar,

Sanırım ziyâde üşmüş başına bu gün şeyâtîn.

Sana bir sözüm var__ammâ, bilemem olur mu makbul,

Bu kadar uzun duaya, ne desen, denilmez__Amîn.

kıt’ası[27] ve din kisvesi altında kendini tenbelliğe kaptırıp, Garb dünyasının medenî ilerileyişinden habersiz yaşayan, bu hususta söylenip yazılanlara kulak asmayan zâhidlere hitabeden aşağıdaki meşhur gazeli kayde değer[28]:

Çıkın şu savmeadan, zâhidân, cihanı görün,

Nasıl güzel geçiyor âlemin zamanı, görün!

Bilin betalet-ü gayret nedir, ne hâsıl__eder;

Bakın şimendüfere, bir de kârvânı görün!

Çalışmayıp oturanlarda züll-ü yese bakın,

Oturmayıp çalışanlarda izz-ü şânı görün!

“Cihan lisânla döner!,, derler, öyledir, işitin,

Ne irtika ediyor milletin lisânı görün !

Biraz mülâhazanız yok mu, dinleyin, işitin,

Ne söylüyor ukalânın suhanverânı görün!

Muallim Nâcî, Tanzimat devri şâirleri arasında Garb edebiyatından terceme manzumeleri ile gerek kemmiyet, gerek keyfiyet bakımından ön safta yer alır; elliye yakın bu manzum tercemeleri arasında dinî olanlar da yok değildir. Bunlar, Victor Hugo’dan dilimize çevirdiği ve,

Öldürme ey avâlimin__Allâh Ekber’i

Nûrunla keşf-i râh-ı savâb__eyleyenleri.

Muslih bulunmasa bu efâzil miyânede

Bilmez misin neler olacaktır zamanede

Kim celbeder nigâhını erbâb-ı şirretin,

Sıyt-i bülendi olmasa ehl-i adaletin?

Mahveyleme cihandan ümmid-i adaleti,

Kaldırma yer yüzündeki ehl-i fazileti!

Yâ Rab, değil mi doğruya muhtâç hâkdân,

Kâfî değil midir sana bunca firiştegân ?

mısra’larından ibaret Tazarru başlıklı şiiri, Lamartine’den terceme İlâhi’si, bir başka Fransız şâirinden dilimize çevirdiği Hestî-i fâtır manzumesi, Fransız hikemiyâtından ismi ile neşrettiği birkaç beyti, İslâmiyet’te mevcut dinî inanışları içine alan, Tanrı birliği’ne îmânı telkîn eden parçalardır[29].

II.

İSLÂM TARİHİNDEN MÜLHEM MaNZUM HİKÂYELERİ

A — Hamiyyet

İlk eseri olan Terkib-i bend’ini 1874’de neşreden Naci’nin, Mûsâ bin Eb’’il Gâzân —yahut— Hamiyyet ikinci eseridir ve 1881’de basılmıştır[30]. Endülüs Devleti’nin yıkılış devri ve askerlik sâhasındaki başarılan ile şöhret kazanan Mûsa’nm tek başma kahramanca nasıl döğüştüğü, bu eserin mevzuunu teşkil eder. Nâcî bu hikâyesine, Hazret-i Muhammed’in İslâm âlemine karanlıklar arasından nasıl bir güneş gibi doğduğunu tasvirle başlar; bu, az zamanda Endülüs diyarına da te’sir ederek, buradaki cehil karanlığını eriten bir ışıktır. Ehl-i dil ve muzaffer Mûsâ’ ile gemileri korkusuzca, yakan Târik, bu nuru yayan kahramanlardandır. .O zaman, Endülüs milletini teşkil eden ferdlerin sözü bir idi:

İttihâd__olsa tab‘-ı millette,

Hiç__olur mu zeval devlette?

Mülke âfet şıkâk-ı millettir,

Rûh-ı mülk, ittifâk-ı millettir.

Ayrılan millet__ittihadından

Kessin__ümmidini muradından..

İttihâd__olmasa vatan yaşamaz;

Çünkü can olmayınca ten yaşamaz.

Kuvvet-ü izzet__ittifak__iledir,

Zaf-ü zillet de iftirak__iledir

düşüncesinde olanların silâhı, İspanya’yı kısa zamanda el altına almaktı; merkezi, Kurtuba idi ve Halîfeler iyiyi, kötüyü, hüneri takdire kabiliyetli olduklarından, zekâ sahibi kimseler ilerleme imkânı buluyorlardı. Herkesin kudreti nisbetinde gördüğü lûtuflar sayesinde, bu İslâm diyârı, yetiştirdiği fâzıllar, şâir, edib ve hakîmler ile adetâ bir ilim diyarı olmuştu:

Hünerin irtikâsına her ân

Şarttır iltifât-ı pâdişehân;

Ma’rifet, iltifata tâ’ibdir,

Müşterîsiz, metâ-ı zâyi’dir.

………………………………..

Feyz-i meşhudu mekteb-i edebin,

Eser-i ictihadıdır Arab’ın;

Avrupa andan__aldı irfânı,

Bize satmaktadır henüz âni

………………………………….

Çeşm-i akl olmayınca pâk-ü basîr,

Gözü tek gözlük__eylemez tenvîr.

Za‘f-ı bâzû ki merde âr verir,

Elde baston ne iftihar verir?

Endülüs’te, bilhassa Abdurrahman III. zamanında fikir, san’at, fen büsbütün inkişaf etti; fakat sonra, bu hâl uzun sürmediğinden, devlet idaresindeki intizam da bozuldu. Devlet mekanizmasını teşkil eden idraksizler, daldıkları zevk denizinde, devlet gemisinin nasıl batmakta olduğuna ehemmiyet bile vermediler; yüksek mevki’leri ehilsizler işgal etti. Bu hâinler iş başına geçince, etraflarını dalkavuklar aldı. Ma’rifet sâhiplerini koruyan büyükler kalmadı; bu yüzden kemale heves de azaldı ve günün birinde Emevîye Devleti, zeval selinin ayaklan altında perişan oldu, devlet parçalandı ve bu hâli bekleyen düşman, kasabaları yer yer işgale başladı. Elde yalnız Gırnata kalmıştı; burayı almak niyetinde oldukları apaçıktı. Emirler, El-hamrâ sarayında toplandı. Meclis’in Hâcib’i, Eb’ul-Kasım’dı. Akçe yokluğundan, memleketin harab olmağa yüz tuttuğundan, İslâm askerinin azlığından, karşı tarafın üstünlüğünden, düşman himayesine girmenin yerinde bir hareket olacağından bahsetti. O sırada, askerin en meşhur kumandanlarından Mûsâ b. Eb’il-Gâzân,

Melik’i kimdir__eyleyen icbâr

Ki olâ ser-furû-ber-i agyâr?

Milletin öyle re‘y-i mübhemi yok,

O kadar bî-hamiyyet âdemi yok...

Şimdi vardır, ziyâde yoksa eğer,

Şehrimizde yiğirmi bin asker!

Melik__emreylesin, müheyyâyız,

Saf-şikaf-i cünûd-i a‘dayız.

dedi. Melik, Mûsâ’nın bu sözlerini duyunca fikrinden caydı; harbe razı oldu. Bu savaşta, Mûsâ’nın kahramanlıklarına rağmen, başarı yine düşman tarafında idi. Emîr, bunun üzerine, şehrin teslimine karar verdi.. Mûsâ tekrar söze başladı:

Şunda üç milyon__Ehl-i İslâm’ız,

Neye gâlib sayılsın__a’dâmız?

Bu kadar muktedir iken cumhur,

Neden__olsun esarete mecbur?

…………………………………….

Hasme olsun mu pâymâl benim

Gözlerimden sakındığım vatanım?

……………………………………..

Refte-refte adü zeval bulur,

Kar, güneşten erir erir su olur.

Yine heybet-nümâ-yi cenk__olayım,

Size ben pîşvâ-yi cenk__olayım.

Kendimi dâhil-i hisâb__etmem;

Çünkü ölmekten ictinâb__etmem.

Sanmayın nefsimin gamın çekerim,

Başka şeydir kebâb__eden ciğerim.

Böylelikle biter mi gailemiz,

Kalacak hasm__elinde ailemiz.

Niçin__olsun benât-ı beste-nikâb

Bezm-i a‘dada sâkıyyât-ı şerâb?

Şimdi gönlüm hayâta düşnendir,

Ölmek__elbette bin kat__ehvendir.

Gerçe ben kendimi feda ederim

Bari ibkâ-yi nâm__eder giderim,

Peyrevim pür-dilân-ı ahlâfa,

Nâmım__olsun hediyye eslâfa

sözlerinin, etrafındaki kanı donmuş insanları harekete getirmediğini görünce, bunların kendisine arkadaş olamayacaklarını anladı; hiddetle toplantıyı terketti. Karşısına çıkan düşmanlan yere yıkıp parça parça ediyordu. Nihayet, yaralanan Mûsâ yere düşer ve düşmanların eline bir esir olarak geçmeğe tehammül edemeyeceğinden kendisini nehre atar, işte, mevzuunu kısaca naklettiğimiz eser, bu vak’a ile sona ermektedir.

226 kadar beyitten ibaret ve mesnevi şeklindeki bu manzum hikâye, Abdülhamid devrinde neşredilmesine rağmen, o zaman için söylenilmesi bir cesaret sayılacak fikirleri, yukarıda naklettiğimiz parçalardan da anlaşılacağı gibi, yıkılmağa yüz tutmuş bir devlet idaresinin hususiyetlerini, vatanî hisleri aksettirdiğinden mühimdir. Dikkati çeken bir başka tarafı, memleketimizde İslâm birliği mefkuresinin kuvvetle yaşadığı bir devirde neşredilmiş olmasıdır. Nâcî, bu eseri ile İslâm medeniyetinin en parlak bir devrini ele almış, İslâm âleminin yetiştirdiği eşine az rastlanır bir kahramanı canlandırmağa çalışmıştır. Telkin ettiği fikirlerden dolayı bâzı mekteplerde talebeye okutulup ezberletilmesi, neşri sıralarında kazandığı şöhreti gösterir. Recaîzâde Ekrem, Mülkiye Mektebi’ndeki hocalığı esnasında, Hamiyyet’ten seçtiği parçaları talebesine ders olarak okutmuş ve ezberletmiştir; Ta‘lim-i edebiyat adlı ders kitabında Acemler’e yakışırcasına değil, tabiate uygun mübalâğaları içine alan şiirlere örnek olarak Abdülhak Hâmid’in Eşber’inden seçtiği parçaların yanında, Hamiyyet’ten aldığı metinlere de yer verdiğini görürüz[31].

B — Zât-ün Nitâkayn

Nacî, Zât-ün nitâkayn’ı ölümünden üç-dört yıl önce, Sultan Selim’deki evinde yazdı; 28 Nisan, 1890’da tamamlamış bulunuyordu[32]. Eserin mevzuu, Hamiyyet gibi yine İslâm tarihinden, fakat daha eski vak’alardan alınmıştır. Kahramanları Hazret-i Ebû Bekir’in kızı Esma ile, torunu Abdullah (İbn-üz Zübeyr)’dır. Esma, Hazret-i Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicret ettiği gece nitâkını, yâni futasını ikiye bölerek bir parçasını sofra, diğer parçasım kırba (sakaların su taşıdıkları şey) için bağ olarak verince, Hazret-i Muhammed, “Yâ Esmâ, senin bu nitâkına bedel, Cenab-ı hak Cennet’te sana iki nitâk ihsan buyuracaktır!,, dediğinden, Esmâ’ya Zât-ün nitâkayn sıfatı verilmiştir. İşte Nacî, Esma ile oğlu Abdullah’ın hayatını mevzu aldığı eserine bu yüzden Zât-ün nitâkayn adını vermiş bulunuyor[33].

Hicretin ilk yılında Esmâ, eşref bir saatte sevimli bir çocuk dünyaya getirdi; İslâm’ın, sevinçten mütevellid Tekbîr sesleri göklere yükseldi; bu, Yezidîler’i endişeye düşürmüştü, haklarındaki,

Bahtı ber-keşte serserilerdir;

Müslümanlar umûmen ebterdir.

sözlerinden incindiler. Esmâ’nın oğlu Abdullah, İslâm göçmenlerinin Medine’deki ilk zürriyetleri idi. Küfe harbinde İmâm Hüseyin şehid düşünce, yerine Abdullah geçerek, söylediği hazin hutbede, Yezidîler’e karşı koyabilmek için Hüseynîler’in birleşmesini ileri sürdü. Bunun üzerine Yezidîler asker topladılar; Abdullah’ın başının Şam’a getirilmesini emrettiler. Yezid’in ölümünden sonra yerine geçen Mervân da aynı fikirde idi:

Var mı bir er ki Mekke’ye giderek,

Harben__İbn-üz Zübeyr’i mahvederek,

Beni âzâde-i melâl__etsin,

Kendini lâyık-i nevâl etsin.

dedi. Bu işe istekli olan Haccâ’ın,

Dün gece bir mekân-ı tenhâda,

Gördüm__İbn-üz Zübeyr’i rü‘yada;

Câmesin bir çekişte çâk__ettim,

Yüzerek cildini, helâk ettim.

sözleri hayra yoruldu. Bunun üzerine Haccâc, Mekke’yi muhasara altına aldı. İbn-üz Zübeyr, halkı, Haccâc ile savaşa dâvet etti. Bunu haber alan sevgilisi Vilâde, ıstırab içinde Zübeyr’in yanına koştu; müşâareye başladılar.

Geldim yanında ölmeğe ey şanlı safderim,

Dâvama şâhid__ister__isen, işte hançerim.

Sevdâ-yi saf__ile bölünür pür-safâ serîm,

Gül yaprağı kesilse de kânımla mi’cerim.

diyerek duyduğu üzüntüyü anlatınca, Zübeyr:

Sen gelme, ey yegâne, vefâdâr dilberim,

Lâzım, gelirse ölmeğe ben gitmek__isterim,

İmdâda ihtiyâç görülmez, muzafferim,

Aşkınla zindedir dü-i ümmid-perverim.

cevabını verdi. Savaş sırasında, kendi tarafında olanlar Zübeyr’den yüz çevirdi. Haccâc, aman dilemesini teklif edince Zübeyr, annesi Esmâ’ya,

Şimdi Haccâc’dan haber geldi,

Demiş; Eyyâm-ı terk-i ser geldi,

Durmasın gelsin__iltica etsin;

Kendisi bitmeden bu iş bitsin!

…………………………………..

Vâlidem, işte hâlimiz böyle,

Şimdi re’yin nedir senin, söyle!

dedi. Esma,

Yaşamaktan cihanda zillet__ile,

Ölmek__evlâ değil mi izzet__ile ?

Kan__içinde yuvada da tenini,

Dest-i Haccâc a verme gerdenini!

Matlabın yâ saadet__olmalıdır,

Yâ zafer, yâ şehâdet olmalıdır!

fikrinde idi. Zübeyr de ayni düşüncede olduğu için, mücadeleden vaz geçmemeğe karar verdi. Neticede, Yezidîler, Zübeyrin başını kesip Haccâc’a götürmeğe muvaffak oldular. Haccâc, kesilen bu başı Şâm’a gönderdi; cesedi de Cebel-i Cuhûn’un eteğine astı. Esma, sevgili oğlunun başı kesilmiş cesedini gördüğü zaman, sonsuz bir teessür duydu. Onu defnetmek istiyordu; fakat Haccâc razı olmadı; Esmâ’nın da bu hususta kendisine yalvarmasını bekliyordu. Esmâ sükûnetini muhafaza ettikçe, Haccâc, bu zâlimce hareketinden dolayı vicdan azâbı çekmeğe başladı. Esmâ’yı yanına çağırttı; gelmeyince kendisi onun ayağına gitti. Aralarındaki münâkaşada Esmâ’nın sözleri Haccâc’a dokunduğundan, ordusunu alıp Şâm’a döndü. Buraya kadar mevzuunu kısaca hulâsa ettiğimiz eser,

Az zaman sonra Hazret-î Esmâ

Eyledi nûr__içinde azm-i semâ

beyti ile sona erer.

Zât-ün nitâkâyn, Naci’nin Ateşpâre adlı kitabındaki şiirleri ile bediî kıymet bakımından karşılaştırılırsa, fazla bir san’at değeri taşımadığı görülür; bununla beraber, Abdullah’ın başının kesilmesini duyan sevgilisi ViIâde’nin mersiyesi gibi çok hissî ve ahenkli parçaları da içine almaktadır. Ahmed Midhat Efendi’nin ifadesine göre, şâirimiz, bu eserini Fransız klâsik trajedilerini okuduktan sonra, vefatından üç-dört yıl önce yazmıştır; edebiyatımızda da klâsik bir trajedi çığırı açmak istiyordu ve Zât-ün nitâkayn, bu hususta bir denemedir. Ahmed Midhat, Naci’nin, bu eseri münasebetiyle, “Bunları yazdım amma, yine klâsiklere benzetemedim. Voltaire’in Henriad’ini taklit mümkündür; çünkü bir şeh-nâme’dir; fakat Racine’in, Corneille’in trajedilerini taklit mümkün olmayacak.. Biz, henüz edebiyatın bu devrine gelmemişiz; ne yapsak kaside çeşnisinden kurtulamıyoruz,, dediğini de kaydeder[34].

III.

DİnÎ Mensur Eserlerİ

Muallim Nacî, hiçbir tarikate mensup bulunmamakla beraber, kalben mevlevîliğe mütemayildir. Bu temayülünde, şâir Yenişehirli Avnî Bey ile yakın dostluğunun te’siri olduğu görülür. Varna’daki Rüşdîye hocalığı sırasında Kürd Said Paşa’nın dikkatini çeken, hocalıktan ayrılarak onun yanında hususî kâtip olarak çalışan Nacî, 1877’de Rus harbi münasebetiyle Said Paşa ile beraber muhtelif hudut şehirlerinde bulunmuş, bir ara yine onun maiyyetinde Fener Yenişehİri’ne gitmiş, işte burada iken, Cinayet Mahkemesinde kâtip olarak resmî bir vazifesi de bulunduğu esnâda Yenişehirli Avnî Bey ile tanışmıştır, Mevlevî tarikatine mensup olan Avnî Bey’in tavsiyesi ile, XVI. asır Osmanlı şâirlerinden Usûlî’nin bir gazeline nazire yazdı. Babası gibi hiçbir tarikate intisabetmediğini, sahih tarikatlerin hepsine karşı bir saygı beslediğini kaydeden Nacî, “..fakat bizde bir tecellî vâki oldu, Mesnevî-i şerif okuduk, gönlümüzü cezbetti. En ziyade Mevlevîleri sevdik; binâenaleyh, en ziyade Emîr-ül âşıkîn Mevlânâ Celâleddin Hazretleri’ne intisâb-ı kalbî peyda eyledik. İcâd-ı mânevî’ye nazaran Hazret-i Mevlana’yı sevmek, kâffe-i evliyâyı sevmek demek olduğuna kaniiz,, cümleleri ile Mevlevîlik tarikatine temayülünü açıkça anlatır.

Meyyâl-i hevâdır dil-i bî-temkinim,

İsyan__ile istiğnâdır âyinim,

Naci, yine etmekteyim ümmid-i necât,

Ben bende-i dergâh-ı Celâleddin’im.

Rubaî’sinde de bu temayülünü ifade eden şâirimiz, Mesnevi’nin en güzel en âlî,, beyitlerini Yenişehirli Avnî Bey’den dinlediğini yazar[35]. Belli bir tarikata mensup olmadığı için, dinî eserleri, umumiyetle her tarikat mensubunu alâkalandıran mevzulardadır; Nâcî, bunları, Şark dillerinden terceme suretiyle meydana getirmiştir. Te’lif kısımları ve şahsî mütalâalarını, tenkidî fikirlerini de içine alan bu eserler İ’câz-ı Kur’ân, Muammâ-yi ilâhı, Hulâsa’t-ül İhlâs, Hikem-ür Rifâ‘î’dir.

Nacî, İ’câz-ı Kur’ânı, bu kitabının önsözündeki ifadesine görej faydalı malûmatı içine alan Arabça eserleri parça parça olsun dilimize terceme için bu sâhada muktedir kimseleri teşvik maksadı ile yazmıştır. Üç kısımdan ibaret olan İ’câz-ı Kur’ân’da, Kur’ân’ın kuvve-i i’câzîyesi, ifadesindeki açıklık ve güzellik hakkında bir giriş (S. 3-13) ten sonra, Fahrüddin Râzî’nin Sûre-i Fatiha’dan faydalanarak yazdığı Esrâr-ı aklîye makalesinin tercemesini verir (S. 13-35). Üçüncü kısımda ise, Fahrüddin Râzî ve bu makalesi hakkında fikirlerini, Kur’ân’ın, mânaca derinliğini anlatan Arabça ve Farsça beyitleri buluyoruz; bu münasebetle, kendisinin Kur’ân ve Hazret-i Muhammed’e hayranlığını ifade eden beyitlerini de kaydetmiştir[36].

Eserlerinin tenevvüü bakımından ansiklopedisi bir âlim sayabileceğimiz meşhur Acem mütefekkiri Fahrüddin Râzî’nin Mefâtih-ül gayb’i, Naci’yi en çok alâkadar eden eserlerden biridir. Muammâ-yi ilâhî —yahut — “Bâzı Suver-i Kur’anîye’nin evâlindeki„ Hurûf-ı teheccî adlı eserini de Mefâtih-ül gayb’ten faydalanarak yazdı[37]. Bu kitabının mukaddimesinde, Tefsir muharrirlerinin Kur’ân âyetlerini Muhâkemât ve Müşâbihât olmak üzre ikiye ayırdıklarından, âyetlerin bu iki kısımdan hangisine girebileceğini anlamak için bâzı kaideler konulduğundan, bunları bilmek gerektiğinden bahseder. Mânasındaki hakikatleri idrâk etmekten âciz kaldığımız mücmel veya müevvel denilen âyetlere, zihni tereddüde düşürdüklerinden dolayı müşâbihât adı verilir ve âlimleri en çok meşgul eden müşâbihât mes’elesidir, Bâzı Kur’ân sûrelerinin evvellerinde bulunan ve müşâbihâtın en muğlâklarından olan hurûf-ı teheccî tevcihinde ise, muhtelif fikirler ileri sürülmüştür. İşte Nâcî bu husustaki ihtilaflı fikirleri, Mefâtih-ül gayb’i kaynak almak suretiyle Muammâ-yi ilâhî adlı bu eserinde toplamıştır. Bu hususiyetinden dolayı Muammâ-yi İlâhî, bir terceme ve iktibastan ziyade te’lif bir eser olarak kabul edilebilir.

Nâcî’nin, yine Fahrüddin Râzî’nin Mefâtih-ül gayb’ından faydalanarak yazdığı bir başka eseri Hulâsa’t-ül İhlâs’ tır. Sûre-î İhlâs’m tefsiri olan bu eserinin kapağında,

Hak perestim, arz-ı ihlâs__ettiğim dergâh bir

Bir nefes Tevhid’den ayrılmadım Allah bir

beyti, son sahifesinde ise,

Gerçe bîn türlü ibârât ile tefsir__edilir

Sözünün sırrını hakhyle bir__Allah bilir

beyti mevcuttur.

Nâcî, Rifâ‘î tarikatinin kurucusu Ahmed b. Alî Eb’ul Abbâs (doğumu: 1183)’ın hikmetlerinden birçoğunu seçip terceme etmiş, bu çalışması, Hikem-ür Rifa‘î adlı eseri için bir hazırlık olmuştur. Kendi izahına göre, Mevlânâ Ebu’l Fazl-üş Şâfi‘î-ül Vâsıtî, Şeyh Abd-üs Semi’-ül Hâşimî’nin kıymetli kitapları arasında Seyyid Ahmed Rifâ‘î’nin kendi el yazısı ile hikmetlerine rastlamış, bunları bir risale hâlinde toplamıştır, işte bu risale, yine Arabça olarak Şeyh Mehmed Eb’ül Huda tarafından şerhedilmiştir. Nâcî, tercemelerini Mevlâna Ebu’l Fazl-üş Şâfi‘î-ül Vâsıtî’den yapmakla beraber, Ebu’l Hudâ’nın şerhinden ve benzeri eserlerden de faydalanmış, bunlara dayanarak, şahsî mülâhazalarını da ilâve suretiyle Hikem-ür Rifâ‘î adlı eserini meydana getirmiştir.[38] Nâcî, bu eserinde de diğerlerindeki metodu tâkibetmiş, Ahmed Rifâ‘î’ye ait metnin aslından sonra bunun aynen tercemesine, şerhine yer vermiştir. Şâirimizin, şahsî mülâhazalarına, Ahmed Rifâ‘î’nin hikmetleri ile başka şâirlerin ayni fikir üzerinde durdukları eserleri ile mukayeseye, Hikem-ür Rifâ‘i’nin bu sonuncu kısmında, şerh bölümünde rastlarız.



[1] Daha fazla bilgi edinmek için şu makalelerimize bakınız: Muallim Nâcî ve Terceme,

Tercüme mecmuası, c. IV., nu. 22, 19 İkinci eşrin, 1943; İslâm Ansiklopedisi, Nâcî maddesi.

[2] İstanbul, Mihran Matbaası, 1302 (1886). Şemseddin Sami’nin Hurde-Çîn adlı eseri, Nâcî’nin Hurde-fürûş’unu taklit suretiyle hazırlanmıştır (İstanbul, Mİhran Matbaası, 1302).

[3] Sâib’te Söz, önce İmdâd-ül midâd mecmuasında basılmıştır: Mukaddime, sf. 65-80; Sâib’te Söz, I-II., sf. 113-128; III-IV. sf. 161-176; V-VII., sf. 209-224; 1305’de kitap hâlinde neşredilmiştir.

[4] İstanbul, Matbaa-i Ebüzziya, 1303.

[5] Kitabhâne-i Ebüzziya —38, İstanbul, Matbaa-i Ebüzziya, 1304, cüz’ -I, Hâfız-ı Şirâzî; Cüz’ -II, aynı Kütüphâne Nu- 55, Kelîm-i Hemedânî, 1304.

[6] Kitabhâne-i Ebüzziya —I, Matbaa-i Ebüzziya, 1305; ikinci basını, 1307.

[7] İstanbul, Mihran Matbaası, 1305. CI. Huart, eserlerinden seçilmiş parçaların 1303’de İstanbul’da, M. H. Fertê tarafından 1924 (1343)’de Berlin’de neşredildiğini kaydeder (The Encyclopedia of İslâm, ‘Ubaid mad.). E.G. Browne tarafından fıkralarından onbeşi İngilizce’ye çevrilmiştir (Literary History of Persia, Cambridge, 1928, c.III, s. 254 v.d.}.

[8] İst, A, Asadoryan Şirket-i mürettibîye Matbaası, 1307.

[9] Osmanlı Kütüphanesi, adet-II, İstanbul., Şirket-i mürettibîye Matbaası, 1303.

[10] Kitaba Arakel, İstanbul, Matbaa-i Ebüzziya, 1304.

[11] Nâcî’nin, babasının ölümüne, sekiz yaşına kadarki hayatına ve aile muhitine dair Ömer’in Çocukluğu adlı hâtıralarında geniş bilgi vardır; hakkındaki hâl tercemelerine de bu eseri kaynak teşkil etmiştir (Sünbüle’nin ikinci bölümü olarak basılmıştır. (A. Asadoryan —Şirket-i mürettibîye Matbaası, İstanbul, 1307, s. 129-222).

[12] Salâhı, Muallim Nâcî, İstanbul, Şirket-i mürettibîye Matbaası, 1310, s. 25 v.d. Muallim Nâcî, Medrese Hatıraları, İstanbul, 1302, s. 145; Ahmed Mİdhat—Muallim Nâcî, Muhâberât ve Muhâverât, İstanbul, 1311, s. 138.

[13] Şerâre, İstanbul, 1300, s. 3, 12.

[14] Muallim Nacî, Âteşpâre, Matbaa-i Ebüzziya, 1303, s. 3 v.d.

[15] Sünbüle, s. 3.

[16] Yâdigâr-ı Nâcî, İstanbul, 1314, s. 84, 75.

[17] Füruzân, s. 3, 38; Yadigâr-ı Nâcî, s. 66, 67, 74, 73.

[18] S. 3, 6, 64, 83 v.d.

[19] Sünbüle, s. 34.

[20] Fürûzân, s. 5, Nâcî, bu kıt’asını İ‘câz-1 Kur’ân adlı eserinin sonunda da neşretmiştir. Kur’ân hakkında, Yâdigâr-ı Nâcî’de de güzel bir beyti vardır: Bir âyet’in ey Kitâb-ı mu’ciz* Binlerce belîgi etti iskât (S, 69).

[21] Yâdigârı Nâcî, s.55 vd.

[22] Sünbüle, s. 39.

[23] Nâcî’ye, Abdulhamİd II. tarafından Târih nüvis-i salâtin-i Âl-i Osman ünvanı verildiğini 27 Şa’ban 1308 -25 Mart 1307 (6 Nisan, 1891) tarihli ve Süreyyâ imzalı Mâbeyn tezkiresinden öğreniyoruz; bunda, bu ünvan ve vazifenin, ifaya liyakat gösterenler bulunduğu takdirde evlâdına da geçeceği kaydedilmiştir. Naci, buna teşekkür olmak üzre, bu tezkirenin tarihinden dokuz gün sonra Sultan Abdülhamid’e bir kaside takdim etmiştir. Gerek bu kaside, gerek Mâbeyn tezkiresi ve Osmanlı tarihinin manzum olarak yazdığı Ertuğrul Bey’e ait kısmı, kuşe kâğıdı üzerine güzel bir rik’a ile yazılmış ve yetmişbeş sahifeden ibaret olup, bu gün Üniversite Kütüphanesi müzesinde bulunmaktadır (Nu, 4127). İki yıl kadar sonra ölümü münasebetiyle Nâcî, bu manzum Osmanlı tarihini bitirememiştir. Yazma nüsha, doksan beyitlik bir mesnevi ile başlıyor ki, bunun oniki beyti Münâcât, yirmidördü Na‘t, geri kalan ellidört beyti ise Sultan Abdülhamid hakkında medhiyedir (S. 1-16), Bu kısım, Nâcî’nin vefatından sonra Mir’ât-ı bedâyi’ adı ile önce Mekteb mecmuasında (C. II, nu. 20, I Cemâdâ II., 1312-17 Teşrinisanî, 1310 (29 Kasım, 1894) ve kitap hâlinde de basılmıştır (İstanbul, Kasbar Matbaası, 1313). Süleyman Şâh’ın ölümü münasebetiyle teb’asının ve oğlu Ertuğrul’un duyduğu acıyı canlandıran hissi parçaları, Fırat nehrine ait güzel tabiat tasvirlerini de içine alan Osmanlı tarihinin yazılabilen manzum baş kısmı ise, Ertuğrul Bey Gâzî başlığı ile, yine Nâcî’nin ölümünden sonra Hazine-i funun mecmuasında neşredilmiştir (Nu. II, 12, 8 ve 15 Eylül, 1310-1894).

[24] Bu şiirler için sırasiyle bk., Sünbüle, s. 5, 36, 38; Yadigâr-ı Nâcî, s. 92; Âteşpâre, s. 116,

[25] Yadigâr-ı Nâcî, s. 90

[26] Sünbüle, s. 7. Nâcî’nin, İslâm büyüklerini mevzu aldığı şiirlerine örnek olarak, Şeyh Ekber Lisânından (Fürûzan, s. 8), Şîrazlı Hâfız’ın bir mısraını tazmin suretiyle yazdığı Müridâm Lisânından Şeyh San’an’a ve ’Amru b. Ma‘addî Kerb Hakkında başlıklı manzumeleri de gösterilebilir (Yâdigâr-ı Nâcî, s. 75, 74). Sonuncu şiiri münasebetiyle Arab kahramanlarından ‘Amrû ve Zülfikar derecesinde meşhur olan kılıcı Samsâme’ye dair, -Nâcî, Sami’sinde (İstanbul, 1308 s. 414 v.d.) izahat verir. İrcâ‘-ı nazar adlı manzum eserinde de İslâm büyükleri ve İslâm tarihine ait bâzı vak’alar hakkında kısımlar vardır. Bu manzumesi Teâvün-i aklâm mecmuasında, “Mecmuu ikiyüz kadar beyit teşkil eden birkaç manzum parçadır ki, ekser ebyâü tarihe müstenit bâzı vukûât-ı ibret-bahş ihtar eyler,, notu ile neşredilmiştir (Nu. I, 4, 9; 10 ve 24 Temmuz, 28 Ağustos, 1302). Bâzı kısımları, Salâhaddin Eyyubî, Ehl-i salib Hengâmesi gibi başlıklar ilâvesi İle Yâdigâr-ı Nâcî’ye alınmıştır (S. 46 v.d.).

[27] Sünbüle, “Bir Vâiz’e,,, s. 38

[28] Fürûzan, s. 27.

[29] Bu şiirler için sırasıyle bk., Fürûzan, s. 27; Yâdigâr-ı Nâcî, s. 61, 101 v.d.

[30] İstanbul, Matbaa-i Ebüzziya, 1299: bu neşrin ilânı: Terceman-ı hakikat gazetesi., nu. 819,16, Rebi’ II., 1298-12 Mart, 1881; İkinci basım, İstanbul, Cihan Matbaası, 1326

[31] Muailim Nâcî, Demdeme, İstanbul, 1303, s. 34; TaHim-i edebiyat, İstanbul, 1299 , s. 300 v.d.

[32] İstanbul, Şirket-i mürettibîye Matbaası, 1307, Eserin sonunda, Sultan Selim, 11 Nisan, 1306 tarihi vardır.

[33] Nacî Esâmî adlı eserinde, Esmâ hakkında izahat verirken bu vak’adan, bundan ilham alarak yazdığı bu manzum hikâyesinden de bahseder (S. 57 v.d.).

[34] İkrâm-ı aklâm adlı makale, Musavver Malûmat mecmuası, nu. 99, 4 Eylül, 1313.

[35] Ramazan’da, Yenişehir’deki bir mescidde beş-on gün Mesnevi de okutan Nâcî, Yâdigâr-ı Avnî adlı eserinin birinci kısmında Avnî Bey’e ait hâtıralarından, onun kendisine hediye ettiği Hakîm Senâî’nin Hadika’l-ül hakika fî Şerîat-ût tarîka adlı eseri münasebetiyle Hakîm Senâî’nin hâl tercemesinden bahseder; Yâdigâr-ı Avnî’nin ikinci bölümünde, adı geçen eserin onbeş beytini terceme ve şerhetmiştir {Teâvün-i aklâm mecmuasında tefrika edilmiştir: Nu. 13-16, 25 Eylül, 15 Teşrinevvel, 1303/ 1886. Nâcî’nin bu mecmuadan ayrılması üzerine, tefrika edilen kısmı kitap hâlinde neşredilmiştir; bu neşirde basıldığı yere ve yıla ait bir kayıt yoktur. Nâcî’nin mevlevîliğe temayülü hakkında ayrıca bk., Sünbüle, s. 19 v.d. d,; Şerâre, s. 13; Esâmî, s. 319; Yâdigâr-ı Nâcî, s. 56; Mecmua-i Muallim, nu. 15, 6 îkincikânun, 1303, 18 Ocak, 1888.

[36] İstanbul, Matbaa-i Ebüzziya, 1301; ikinci basım: İstanbul, Matbaa-i Nişan Berberyan, 1308 (1891-92). Sırrı Paşa, Fahrüddin Râzî’nin Tefsir-i Kebîr’inden faydalanarak yazdığı Sırr-ı Kur’ân adlı eserinde, Naci’nin İ‘câz-ı Kur ân adlı eserini medh ve üçüncü bâbı, yâni Sûre-i Fâtiha’dan Müstenbat Esrâr-ı aklîye bahsini terceme ederken, kendisinden önce bu kısmı dilimize çeviren Naci’nin güzel tâbirlerinden aynen faydalandığını, bu sebeple eserinin en güzel kısmı bu bahis olduğunu kaydeder; Nâcî’ye teşekküre borçlu olduğunu yazar (Naci’nin, bu münasebetle Sırrı Paşa’ya teşekkür mektubu için bk., Necm-i saadet mecmuası, cüz’ I., s. 23 v.d.).

[37] İstanbul, Matbaa-i Ebüzziya, 130a.

[38] İstanbul, Maıbaa-i Ebüzziya, 1304.