İnceleme
FUZÛLÎ’NİN İNSAN OLARAK DEĞERİ
Doç. Dr. Hasibe MAZIOĞLU
Fuzûlî’nin eski şairlerimiz içerisinde hayatını eserlerine en çok sokabilmiş bir şair, devrinin hemen her meselesiyle ilgilenmiş bir aydın olması bize onun insan olarak kişiliğini oldukça geniş ölçüde tesbit edebilmek imkânını vermektedir. Fuzûlî şair olarak edebiyatımızın nasıl kendisi ile öğündüğü büyük bir sanatçı, bir deha ise insan olarak da öylesine büyük, öylesine eşsiz, nefsini bütün kötülüklerden arıtmış olgun bir insandır. O eserlerinde insanı yücelten meziyetleri öğerek, insanı küçülten ve alçaltan zaaf ve kusurları yererek doğruyu ve iyiyi göstermiş, kendisi de öğdüğü bu meziyetleri nefsinde toplıyabilmek mutluluğuna erişmiştir. Fuzûlî’nin insan olarak büyüklüğü hakkında Süleyman Nazif şunları der: “Bugün Fuzulî denilince hatıra eizze ve evliya derecesine suut etmiş bir adam gelir, öyle aziz ve veli ki vicdanların tahavvül-i kanaati ve îmaniyle de kutsiyetine asla halel gelmek imkânı yoktur.[1]” Fuzûlî Farsça bir beytinde kendisi hakkında “Fuzûlî’ye bazan âşık bazan arif diyorlar. O cihanda meşhurdur. Heryerde onu ayrı bir lâkap ile anarlar[2]” diyerek şairliği kadar ârifliğı ile de tanınmış olduğunu söyler.
Fuzûlî insanı ruhça yükselten araçların başında bilimin ve öğrenimin geldiğine, kemal ve hüner kazanmak için ilim tahsil etmek gerektiğine inanmış ve ömrünü bilgi elde etmek için harcamıştır. Farsça bir kıt’asında şöyle der: “Soy ve sop şerefi insana bir fazilet vermez. Ey sefil, başkasının fazileti ile öğünme. Sultanlara intisab etmek, emirlere hizmet etmek, bunlar zeval bulan şeylerdir, bunlara güvenilmez. Elinin sağlamlığına dayanan sanata da bağlanma, ondan bir şey umma. Gelip geçici olan mala, mülke de güvenme. Daima bâki kalacak bir fazilet istiyorsan ilme çalış, ilim tahsilinden âr etme.[3]” Yine Farsça bir kıt‘asında şunları demiştir: “İlk Önce çocuğun gönlünün sahifesi yanakları gibi lâtif, sade ve temizdir. Gözünü aç, onu manasız meşguliyetlerden men’ et. Sakın ihmal etme, ilim ve edep yolunu ona göster. Bu devrede gönlünün sahifesine yazılan yazının artık değişmesi imkânsızdır. Akıl bunu kabul etmez. Zannetme ki yazıyle doldurulmuş bir sahifeye ikinci bir yazı yazılabilir.[4]” Yine Farsça bir şiirinde: “Ululuğun ve şerefin mayası ilim ve edeptir, içinde inci bulunmayan bir sadef neye yarar. Eline bir iş yapmak fırsatı geçti mi çalış, ömrünün boşa geçmesine razı olma.” der. Fuzûlî çocukluk çağından başlıyarak bütün hayatı boyunca okumuş, ilim elde etmek için uğraşmıştır. Onun iyi bir öğrenim gördüğünü, Arapçayı, Farsçayı bu dillerde eserler kaleme alacak, şiirler yazacak kadar iyi bildiğini, devrinin tefsir, hadîs, tıp, hendese gibi bütün bilimlerini okuyup öğrendiğini tezkirelerden ve benzeri kaynaklardan öğrendiğimiz gibi eserleri de buna birer tanıktır. Kendisi de Türkçe ve Farsça Divanlarının önsözlerinde bilgi elde etmek ve kemal kazanmak için ömrü boyunca okuduğunu söyler. Türkçe Divanının önsözünde gittiği okulu anlatır. Anlattığı bu okul Şairin Leylâ ile Mecnun mesnevisinde Leylâ ile Mecnun’un gittikleri okul tasvirine çok benzer. Fuzûlî Kays ile Leylâ’nın birbirlerini tanıyarak arkadaş oldukları okulu tasvir ederken kendi çocukluğunda gitmiş olduğu okulu anlatmış olmalıdır. İşte bu okulda bir sıra kız bir sıra oğlan oturmaktadır. Burası sanki hurilerle gılmanların bulunduğu bir Cennet bahçesidir. Fuzûlî’nin yaratılışındaki “meveddet ve mevzuniyet” yani sevgi ve şairlik tohumu gittiği bu okulun havasından nem çekerek şairlik istidadı gelişir ve az zamanda şairliği onanır ve ünü her yere yayılır, fakat şair ilimsiz şiirin temelsiz bir duvar gibi olduğunu bilmektedir. Bu yüzden öğrenimini bırakmamış, öyle ki bütün hayatını bu uğurda harcamıştır:
Sarfı nakd-i ömr edüp ben kesb-i irfan etmişem
Ehl-i dünya hem kemâl-i cehl ile tahsil-i mâl
Dehr bir bâzârdur herkes meta‘ın arz eder
Ehl-i dünya sîm ü zer ehl-i hüner fazl u kemâl
Yalnız eğer bir kimse aslında iyi yaratılmamışsa onu ilim bile ıslah edemez:
Her kimin var ise zâtında şerâret küfrü
Istîlahât-ı ulûm ile müselmân olmaz
Ger kara taşı kızıl kan ile rengin etsen
Rengi tağyir bulur la’l-i Bedahşân olmaz
Eylesen tûtiye tâlîm-i edâ-yı kelimât
Nutku inşân olur amma özü insan olmaz
Her uzun boylu şecâat edebilmez mutlak
Her ağaç kim boy atar serv-i hırâmân olmaz
Fuzûlî böyle kötü yaratılışlı insanların ilim öğrenmelerini zararlı bulur. Çünkü onlar ilmi kendi tezvirleri için bir araç olarak kullanırlar:
Ey muallim âlet-i tezvîrdür eşrâra ilm
Kılma eki-i zulme tâ’lîm-i maârif zînhâr
Hile içün ilm ta’lîmin kılan müfsidlere
Katl-i âm içün verür cellâda tîg-i âb-dâr
Her ne tezvir eylese ehl-i cihan eyler kabûl
Mekr-i ehl-i ilmdür asl-ı fesâd-ı rüzgâr
Fuzûlî Türkçe Divanının önsözünde Tanrıya şiirlerini her gittiği yerde “umumen ehl-i fesaddan hususen üç taife-i bed-nihaddan” koruması için yalvarmıştır. Şairin fesadçılar yanında korktuğu o kişiler cahiller, yetersizler ve hasetçilerdir. Fuzûlî cahiller hakkındaki hicviyelerinin en şiddetlisi olan ünlü kıtasını bu sırada söylemiştir:
Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahrîrin
Ki fesâd-ı kalemi sûrumuzu sûr eyler
Gâh bir harf sukûtiyle küm nâdiri nâr
Gâh, bir nokta, kusûriyle gözü kör eyler
Fuzûlî cahil insanlardan daima kaçmış, onlarla hiç bir zaman ilgilenmemiş ve onların dostluklarından uzak durmuştur. Çünkü cahil insanda kemali anlamak kabiliyeti olmadığından fazilet ehlinin kıymetini bilmez. Bu yüzden cahille dost olmamak, görüşmemek daha iyidir:
Ehl-i kemâle câhil eğer kadr kılsa
Ma’zûrdur melâmetin etmek revâ değil
Câhil tabiatında mezâk-ı kemâl yoh
Her nefse îktıdâ-i tabiat hata değil
Ülfet hemîşe fer’i olur âşinâlığın
Câhil fazilet ehli ile âşinâ değil
Burada Fuzûlî aynı zamanda, cahilin fazilet ehline yaptığı zulmü tabii karşılayan bir müsamaha, bir olgunluk göstermektedir. Fuzûlî Rind ü Zahid adlı eserinde cahilin cehaletini itiraf etmesini de bir meziyet sayarak der ki: “Cahilin cehlini itirafı da ilim şubelerinden bir sanattır. Nefs için ayıp olan şey cehaletin ayıp olduğunu bilmemesidir.[5]”
İyi, doğru ve kâmil bîr insan olabilmek için bîr takım ahlâk ilkelerine bağlı olmak gerekir. Fuzûlî’nin öğütlediği ahlâk ilkeleri, yerdiği insanlık kusurları hemen her devirde kabul edilmiş olan genel ahlâk ilkeleridir. Fuzûlî insanı ruhça yükselten ahlâk ilkelerini öğerek insanların bunlara bağlı kalmalarını istemiş, insanı alçaltan kusurları kötüleyerek onlardan sakınmanın doğru olacağını öğütlemiştir.
Doğruluk iyi ahlâklı bir insanda bulunan meziyetlerin başında gelir:
Doğruluk ile iste ulüvv-i makâm kim
Geldikçe hâline vere devr-i felek revâc
Doğruluk ile harflere sadrdur elif
Yâ harfini ayağa bırakmıştur i’vicâc
Doğrular ile gez ki seni ser-bülend ede
Eğriler ile eyleme elbette imtizâc
Yâ ihtilâtı ile serîr oldu pâymâl
Başta makam tuttu elif nusratiyle tâc
İnsan sağlam karakterli ve mert olmalıdır:
Güher tek kılma tağyîr-i tabîat delseler bağrın
Karâr et her hevâdan olma şûr-engiz deryâ tek
Döneklik, iki yüzlülük Fuzûlî’nin en fazla tiksindiği ve ayıpladığı bir kusurdur. Bu yüzden o, devrinin riyâkar zahidlerine, Cennet nimetlerine kavuşmak için ibadet eden menfaatçi sofularına en çok çatan bir şair, onların riyakârlıkları ile alay eden amansız bir yergi ustasıdır:
Görün kim gûşe-i mihrâb dulmuş din kılur yağma
Bu şehrin etmek olmaz fark kâfirden müselmânın
Kâ’be ihrâmına zâhid dediler bel bağladı
Eyledim tahkîk anın bağladığı zünnâr imiş
Zaf-ı tâli’ kesti dünyâdan nasibin zahidin
Yohsa öz nefsiyle zâhid terk-i dünyâ etmedi
Sadâ-yı ney harâm olsun dedün ey sofi-i salûs
Tile virdim hilaf-ı şer’ ile nâmûsun İslâmm
Bu endam ile vecdiyyâttan dem urmak istersin
İlâhi ney gibi sârâh sûrâh olsun endâmın
Şair temiz kalpli, hoş görür rindlerin şarap içmelerini çıkarcı, menfaatçi sofuların ibadetine tercih etmiştir:
Riya-yı zâhid-i huşkün semâ’ından n’olur hâsıl
Hoş ol kim rind-i mey-hâre içüp câm-ı şarâb oynar
Ey Fuzûlî bulmadum reng-i riyâdan bir safâ
Nola ger meylim bu reng ile mey-i gül-fâmadur
Fuzûlî Cenneti öğen vâizi alaya alarak, ona sen Cennette ne bulunduğunu biliyor musun? Gerçekten biliyorsan söyle de o zaman şaraptan ve sevgiliden vaz geçelim der:
Terk-i mey ü mahbûb iderüz Cennet içün
Şerh eyle ki Cennette ne var ey zâhid
Fuzûlî’nin şarabı, meyhaneyi öğen rindane şiirlerine bakarak onu meyhaneden çıkmayan ayyaş, derbeder bir şair sanmamalıdır, O mazbut, ciddi, dine, şeriata sıkı sıkıya bağlı bir insandır. Bu kelimeleri eski şairlerimizin çok defa mecazi olarak tasavvufi anlamlariyle kullanıldığını da unutmamak gerekir. Fuzûlî Rind ü Zahid adlı Farsça olarak yazdığı eserinde zamanının iki sosyal tipini, rint ile zahidi konuşturur. Bunların münazarası sırasında şair her iki tipin de zaaflannı ve kusurlarını ortaya koyar. Baba olan Zahid oğlu Rind’e adını ölümsüz kılacak bir işle uğraşmasını söyler ve ona yol gösterir. Fakat hangi sanatı sağlık verdi ise Rind onların kötü taraflarını bulur. Böylece Rind ü Zahid Fuzûlî’nin hayat anlayışını, sosyal görüşünü aydınlatan bir eser olması bakımından önemlidir. Zahid nizama bağlı şeriatçi Fuzûlî’dir. Rind ise hisseden, duyan Fuzûlî’dir. Zahid Rind’e hem dünyaya hem ahirete yararlı bir insan olma yollarını gösterir. Rind ise hep zevk ve muhabbet tarafına meyleder. Böylece eser hem Hakk’a hem halka yarar insan nasıl olmalıdır? bunun münazarasıdır. Fuzûlî daha eserine başlarken “Yarabbi temiz mezhepli zahidler ve Allaha tövbe etmiş saf meşrepli rintler hürmetine beni mağrur zahidlerden ve Senden uzak olan rindlerden yapma. Beni rintlik veya zahitlikle meşhur etme. Ben sadece yoklukta bir ad, bir nam kazanayım” der. Fuzûlî’nin yoklukta şöhret bulmak istemesi onun kişiliğinin en belirli bir niteliğidir. O şiirde tek kalmak için de kimsenin kullanmak istemiyeceği Fuzûlî mahlâsını seçmemiş midir? İşte böylece o zahitlerin de, rintlerin de iyi olan yönleriyle kötü olan yönlerini ortaya koymuş, onlar gibi ne bir rint ne de bir zahit olmak istememiştir. O, toplumdaki bu iki tipin de üstüne çıkarak bütün kınanmalardan uzak, bütün ayıplardan arınmış bir insan olmak arzusundadır.
Fuzûlî şiirlerinde sabırlı olmayı, sır saklamayı, ismetli ve iffetli olmayı öğmüştür. İnsan herkese içini açmamalıdır:
Refikin olsa dilsüz can-ver hem sakla râz andan
Sakın sırrın düşürme dillere Mecnân-i şeydâ tek
İsmet ve iffet sahibi olmayı, kimseye haram gözle bakmamayı öğütler:
Handa olsan kapu levhi tek gözet ismet yolun
Açma göz dîvârlardan her eve revzen gibi
Eski şairlerin çoğunda gördüğümüz doğaya aykırı erkek sevgisi Fuzûlî’de yoktur. O mazbut, edepli, dinî terbiyesi sağlam ve normal bir insandır. Farsça bir iki kıt’asında masum gençleri kötü yola yöneltmekten sakınmak gerektiğini söyler ve böyle bir kötülükten şairin bayağı içi titrer. Farsça bir kıt’asında: “Cenâb-ı Hak gençleri ilk masumiyet devirlerinde her türlü ayıptan âri ve temiz yarattı. Onlara şiddetli dinî vazifeler yüklemedi. Bilâkis sevenlerin kalbine onlara hizmet arzusu ilham etti. Hiç zahmet çekmeden her türlü nimet ve kısmet imtiyazını onlara verdi. Bunlar zamanla yaşlanarak takvâ sahibi âbidler, doğru yolu gören ihtiyarlar oldular. Bu mâsum zümreyi para ile hile ile iffetsizliğe sürükleyenler asla hayır görmezler.[6]” Fuzulî gençlerin terbiyesine son derece önem vermiştir. O cahil analar üzerinde de durmuş, çocuğun cahil bir anadan süt yerine kan emdiğini yine rind ü Zahid’deki bir kıt’asında söylemiştir.[7]
Fuzûlî’nin şiirlerinde sabrın iyiliği üzerine söylenmiş pek çok beyit vardır:
Sabr her derde mürur ile müdâvâ eyler
Sâhib-i sabr bulur her ne temennâ eyler
Gonca bağrı dehr bidâdiyle evvel kan olur
Sonra yüz lûtf ile gönlü açılur handan olur
Katra-i bâran ki bir müddet sadef habsin çeker
Yoğiken kadri tapup kıymet dür-i galtân olur
Dâne toprağ içre şiddet çektiğiyçün nice gün
Baş çeküp harmanlanur ârâyiş-i bostân olur
Kahrdan ikrâh edenler lûtfa olmaz müstehak
Müstaidd-i derd olanlar kâbil-i derman olur
Mihnete sabr eyleyen rahat tapar çüıı Yûsufa
Saltanat tahtının evvel pâyesi zindan olur
Ger rızd olsa Kazâ’ya müşkil olmaz hîç hâl
Arife sabr ile her müşkil ki var âsân olur
Fuzulî bir insanın kendisini kötüleyenlere, ayıplayanlara karşı da sabretmek, susmak ve taarruzdan kaçınmak kemalini göstermesini öğütler:
Kemâl-i hüsn-i meşrep âri olmaktur taarruzdan
Riyâ ehline hem çok i’tirâz etmek riyadandır
Aslında Fuzûlî’nin başyasası kimseyi kınamamak, ayıplamamaktır:
Perde çek aybıtıa zulmet gibi halkın dâim
Ger dilenen ki ola sana nasîb Ab-ı Hayât
Kılma hurşîd gibi ayb-nümâlık ki felek
Yere salmaya seni ba’de ulüvv-i derecât
Fuzûlî’nin yerdiği, kınadığı insanlık kusurlarından birisi de kibir ve gururdur:
Yeter tâvûs tek ucb ite kıl ârâyiş-i sûret
Vücûdundan geçüp âlemde bir ad eyle ankâ tek
Elıl-i terkin kuluyuz oldur bize candan aziz
Yûsuf ise hod-fürûş anınla yok bâzârımız
Fuzûlî alçak gönüllülüğü seven ve bunu şiirlerinde en çok öğmüş olan bir şairdir. Kendisi son derece alçak gönüllüdür. Sevgilisine:
Ben gedâ sen şâha yâr olmak yok amma neyleyim
Arzu ser-geşte-i fîkr-i muhâl eyler beni
diyen Fuzûlî’nin tevazuu yalnız sevgilisine karşı değildir:
Her yana baksam sürahi tek sücûd etmek işim
Handa olsam bâde tek düşmek ayağa âdetim
Tavrıma zâhid eğer sûrette eyler i’tirâz
İhtilât etsem anı şermende eyler sîretim
Bes ki câm-ı mey gibi hoş-meşreb u sâfî-dilim
Hürmetim vâdp bilir her kim bilir keyfiyyetim
Mu’teberliktir gurûr ekli ben andan fâriğem
İ’tibâra çok değil kâbil muhakkar hey’etim
Bu kadar alçak gönüllü olan şair yalnız paraları ve mevkileri ile büyüklenen cahillerin kibir ve gururuna hiç tahammül edemez. Sadace onlara karşı mağrurdur, başı yukardadır:
Ser-bülendem ser-keşem erbâb-ı ucb u kibre lîk
Ma’rifet ehline gerd-i râh u hâk-i âsitân
Fuzûlî alçak gönüllü bir İnsan olmakla beraber aynı zamanda çok alaycı ve müstehzidir. Fakat olgunluğu, insanlığı onun her yerde ve herkese karşı alaycı davranmasına izin vermez. O ancak yeri gelince, hele onuruna dokunulunca hiç dayanamaz. İşte o zaman zekâsı şimşeklenir, dili keskinleşir, kalemini düşmanının can damarına bir neşter gibi saplar. Şikâyetname’sinde kendisine Padişahın bağladığı dokuz akçeyi vermek istemiyen, şaire önem vermiyerek onu atlatmak istiyen evkaf memurları hakkında, “Selâm verdim rüşvet değildir deyu almadılar, hükm gösterdüm faidesizdür deyu mültefit olmadılar. Gördüm ki sualime cevaptan gayri nesne vermezler” cümleleriyle vazifelerini yapmayan, ancak rüşvetle iş gören memurların alnına hiç silinmiyecek bir ayıp damgası vurmuştur. Evet, rüşvet en büyük bir ahlâksızlıktır ve günahtır. İnsanın bundan sakınması gerekir. Bir kıt’asında kadıya rüşvet almaması için şu öğütte bulunur:
Ey kâdı-i huceste- likâ kim Hak eylemiş
Sahib-serîr-i mesned-i hükm-i kazâ seni
Cehd eyle kim mülâhaza-i nef’-i dünyevî
Hükm-i kazâda elmiye ehl-i hatâ seni
Makbûl-i kalk kılmış iken ilm ü ma’rifet
Merdûd-i Hâlik eylemeye irtişâ seni
Fuzûlî Farsça Divanında da kötü ahlâklı, mürteşi seyyidlerden ve kadılardan şikâyet eder: “Yarabbi âlem yerinde durdukça o mübarek İslâmiyet binasını iki sefih fırkanın fesadından uzak bulundur. Bu iki fırkadan birisi zerre kadar utanmıyan, gönüllerinde ilim, ibadet ve takvâ eseri bulunmıyan, kendilerine Peygamber evlâdı süsü verdikleri halde türlü türlü günahlar işliyen, edepsizlikler eden, Allahtan, kuldan korkmadan İslâmiyet binasına rahneler açan seyyidlerin sözlerinden ve işlerinden. İkincisi, kadılık makamına kurulup oturan mânâsız cahillerden. Halk, işlerinin tesviyesi için bunlara müracaat eder. Halbuki bunlar dünya hevâ ve heveslerine düşkündürler. Dünyanın hasis zevkleri uğrunda şeriata aykırı hükümler verirler. Mahşer günü Cenâb-ı Hak hâkim mevkıine çıkacak, herkes kendi hakkını da’va edecek. Müslümanlığa zulmeden bu iki kötü, ahlâksız zümre acaba dünyada ettikleri kötülüklerin cezası olarak Cehennemde ne kadar azap çekecekler...[8]” Fuzûlî bütün insanları eşit görür. Bazı kişilerin asıl ve nesep yani soy ve sop farkı yaratmak istemelerini doğru bulmaz. Fuzûlî’ye göre insanı şerefli ve şerefsiz yapan kendi davranışları, yaptığı iyilikler veya kötülüklerdir:
Fi’ldir asl-ı rızâ-yı Hak ne kim asl u neseb
Hâk ferman-ber beşer âsi melek şeytân olur
Sâir-i mahlûktan bir kimse olsa pâk-dil
Ehl-i 1Beytin fırkasından sayılur Selmân olur
Hâh seyyid hah âmî kâm bulmaz bî-edeb
Fi’li müstahsen olan müstevcib-i gufrân olur
Böylece bir kimsenin faziletli olması soya sopa bağlı değildir. İyilik onun kendi yaratılışında olmalıdır:
Müstaidd-i şeref-i rif’at olan nâdir olur
Sanma her âb u hevâ lü’lü’-i lâlâ eyler
Fuzûlî’nin yerdiği ve alaya aldığı insanlardan birisi de mallarına mülklerine mağrur olanlar ve bu uğurda hırs gösterenlerdir:
Ey ki endîşe-i mâl ile serâsîme olup
Dün ü gün dehrde aşüfte geçer ahvâlin
Cem’-i mâl eylediğin râhat içindür ammâ
Râhatın eksik olur bir nice artar mâlin
Mâl çoh yığma hazer eyle azabından kim
Renci artar ağır oldukça yükü hammâlın
Mal ve para yığan hasis zenginlere şu öğütte bulunur:
Çoh tefâhür kılma cem’-i mâla ey sen hâce kim
Sim ü zer cem’iyyeti ehl-i gurûr eyler seni
Bârgâh-ı kurbden cem’iyyet-i mâl ü menâl
Her ne mikdâr olsa ol mıkdâr dûr eyler seni
Gerçi ni’met çoh kifayetten tecâvüz kılma kim
İmtilâ bâr-ı bedenden bî-huzûr eyler seni
Fuzûlî halka zulmederek para kazanan ve bu para ile hayır işleyip Cennete gitmek istiyen zenginlerle şöyle alay etmiştir:
Zulm ile akçeler alup zâlim
Eyler in’âm halka minnet ile
Bilmez anı kim ettiği zulme
Görecektir cezâ mezellet ile
Müddeâsı bu kim rızâ-yı İlâh
Ana hâsıl olur bu âdet ile
Cenneti almak olmaz akçe ile
Behişte girmek olmaz rüşvet ile
Fuzûlî zulm etmekten çok korkar. Mazlumun alımdan sakınmalıdır:
Hazer kıl nâle-i mazlumdan ey seng-dil zâlim
Ki tîr-i âhının peykânı gerdundan güzâr eyler
Sinân-ı berktir âh-ı tazallüm ihtirâz et kim
Eğerçi seng-dilsin zahmı anın taşa kâr eyler
Fuzûlî şiirlerinde adaletli kişileri daima öğmüş, zulm edenleri hep kötülemiştir. O zulme karşı daima şikâyetçi ve isyankârdır. Şiirlerinde padişahlara, hakimlere öğütler vererek iyi bir padişah, âdil bir hakim olmaları gereğini anlatmıştır. Enîs-ül-Kalb adlı farsça kasidesinde bu türlü öğütlerinin en acısını, en şiddetlisini yapmıştır. Orada der ki: “Zalim bir padişahın zamanında halka rahat yoktur. Kurdun çoban olması koyunlar için ne büyük bir musibettir. Ey zalim hükümdar! Köylünün senin menfaatin için yetiştirdiği bir ağacı testereyle kesip de kendine taht yapmaya kalkma... Fakirin kirpiklerinin ucundan döktüğü yaşlar üstüne yüzen bir taht senin ne işine yarar. Sen köylünün malına ancak onu her âfetten korumak şartiyle ortak olabilirsin. Köylünün malı bir âfet yüzünden ziyana uğradığı vakitte sen telâfi etmekle mükellefsin. Şayet onun malına sen âfet olursan o zaman onun zararını kim telâfi edecek...” Fuzûlî padişahlara yakın olmayı bile doğru bulmaz. Çünkü sultanlara yakınlık bir gül gibi tasavvur edilse, o gülün sultanın kapıcılarının sopalarından dikenleri vardır. Onların hâzinelerini elde etmek, o hâzineyi bekliyen yılanın zehirinin korkusuna değmez. Mademki sultanalara yakınlıkta binlerce âfet vardır, o halde fakirin onun kapısını bekliyenlerin sopalarından o yakınlığı terk etmeyi öğrenmesi daha hayırlıdır. Fakirin yaşadığı müddetçe rızkının Tanrının lûtfundan geldiğini bilecek kadar ilmi, anlayışı olduktan sonra niçin Key ile Kisrâ’ya boyun eğsin. Niçin Hâkân ile Fağfûr’a minnet etsin.[9]” Bu müthiş satırları okuduğumuz Enîs-ül-Kalb kasidesini Fuzulî İstanbul’a Kanuni Sultan Süleyman’a göndermiştir. Fuzülî’nin aynı zamanda ilm ü irfanının ve fazl u kemalinin bir hucceti olan bu kasideyi padişaha yollaması, onun cesaretinin ve nefsine güveninin iyi bir örneği olduğu gibi, bu müthiş nasihatnameyi okuyan padişahın da anlayışını ve müsamahasını ortaya koymaktadır. Eğer padişah saltanattan gönlünün arzularını yerine getirmek istiyorsa nefsine uyuyor demektir. Saltanat süreceğim diye kula, köleye hükmetmekten ne çıkar:
Murâd er saltanattan kâm-ı dildir nefse tâbi’sin
Ne hâsıl saltanat adiyle kılmak bende fermanlığ
Fuzulî, bir insan kendi kölesine bile oğul muamelesi yapmalı, kendi oğlunun da terbiyeli olmasını isterse, onu bayağı işlere alıştırmalıdır der:
Ey hâce ger kulundan oğulluk murâd ise
Şefkat gözüyle bak ana dâim oğul gibi
Ger oğlunu dilersen ola sâhib-i edeb
Elbette eyle zillete mu’tâd kul gibi
Fuzulî Osmanlıların Bağdat valilerinden Mehmet Paşa’ya yazdığı bir kasidesinde:
Hâkim oldur ki anın olmıya fikrinde tama‘
Hâkim oldur ki anın olmıya fikrinde riyâ
diye öğütte bulunur. Bu çeşit öğütler onun kasidelerinde ve diğer şiirlerinde pek çoktur. Kendisini korumaları için kaside sunduğu padişahlara, mevkili büyük kişilere öğütler vermesi ve onlar tarafından da iyi karşılanması onun âlim, fâzıl, kâmil bir insan olduğunu ve karşısındakinin de bunu böylece kabul ettiğini gösterir.
Fuzûlî bütün eserlerinde nefsini yenmiş bir insan olarak görünür. Mevki, mal, mülk hep geçicidir. İnsan sonunda onların hepsini bırakıp gidecektir. Bu yüzden onlara tama etmeye ve bu uğurda hırs göstermeye değmez.
Ta’mir-i bikâ’ u cem’-i mâl ettin tut
Ne ârzû ettinse ana yettin tut
Çün ömr bekasına tutulmaz ümmîd
Her hâl ile geldiğin gibi gittin tut
İşte dünyanın ne olduğunu böylece bilen şair onun nimetlerine de hiç önem vermez. Bir gazelinin şu güzel beyitlerinde bunu açıklar:
Biz cihan ma’mûresin manîde viran bilmişüz
Afiyet kümün bu vîran içre pinhan bilmişüz
Bilmişüz kim mülk-i âlem kimseye kılmaz vefâ
Ol zamandan kim anı mülk-i Süleyman bilmişüz
Çünkü dünyada bir kimsenin parası, malı mülkü de olsa felek sonuna kadar ona yar olmaz. Dedelerimizin, babalarımızın katili olan felek bir gün bizim de kanımızı içecektir. Onun için dünya, maliyle, mülkîyle gururlanmaya değmez.
Olsa devrân-t felek maksâdunca bir nîce gün
Olma mağrur ey ki hâl-i dehr rûşendür sana
Kaatil-i âbâ vü ecdadın muâf etmez seni
Umma andan dostluk resmi ki düşmendür sana
Böylece bu dünyanın varı ile yoğu arasında bir fark olmadığını, sonunda insanın hepsini bırakarak gideceğini bilen şair nefsine uyarak kendisini dünya çirkefine bulamamıştır;
Cîfe-i dünyâ değil herkes gibi matlûbumuz
Bir bölük ankâlaruz Kâf-ı kanâat beklerüz
Dünyanın nimetleri peşinde koşarak çirkefe bulunmaktan sakınan şair bu nimetlere hiç önem vermemiş, kanaatte ebedi bir huzur ve rahatlık bulmuştur. O kanaat Kaf’mda bir hüma kuşu gibi kuru kemikle yetinerek bu aşağılık dünya için sultanlara bile minnet etmemiştir:
Devlet-i dünyâ içün çekmem selâtin minnetin
Fakr sultânı menem kim devletümdür câuidân
Cîfe-i dünyâya çok meyi etmedüm herkes gibi
Bir hümâ tab’ım gıda bestür bana bir üstühân
Şair Farsça Divanındaki bir kasidesinde de şöyle der: “Bir dane için karınca gibi ayak altında ezilmeyi benim havsalam almaz. Himmetim onu iktiza eder ki ihtirastan murad aramıyayım. Ejderha gibi her hâzineyi ayağımın altına alayım. Himmetim beni bütün dünyadan müstağni kılsın. Zengin ruhlu bir fakir, padişah gibi bir dilenci olayım[10]”. Böylece Fuzûlî huzur ve saadeti, devlet ve ikbali yoklukta bulmuş, dünya saltanatına meydan okumuştur:
Fuzûlî âlem-i fakr u fenâda münim-i vakfem
Diyâr-ı meskenet nakd ü kanâat mülk ü mâlımdur
Ey Fuzûlî ben kanâat mülkünün sultânıyem
Saltanat esbâbı eğnimde palâs-ı fakr bes
Nefsini yenemeyen, küçük menfaatler, fani zevkler uğrunda koşan zavallı insanların karşısında Fuzûlı’nin ne asil bir davranışı, ne muhteşem bir görünüşü vardır. Bu bakımdan Fuzûlî insanlığa örneklik edecek bir büyüklük gösterir. Burada şu noktayı aydınlatmak yerinde olur: Fuzûlî’nin şiirlerinde yokluk ve fakirlik içerisinde bulunduğunu söylemesine bakarak onun aç, bî-ilâç bir yoksul olduğunu sanmamalıdır. Gerçi hiç bir zaman gerektiği gibi değerlendirilmemiş ve konulmamıştır, hayatı çok defa sıkıntı içerisinde geçmiştir. Fakat o etrafından saygı görmüş, sultanlarla, beylerle, şehzadelerle sohbet etmiş ve mektuplaşmış olan bir şair ve âlimdir. Onun kendisinde bulunduğunu söyliyerek öğdüğü fakirlik ve yokluk mânevî anlamda fakirlik ve yokluktur. Nefsin tokluğu ve onda dünya hırsının yokluğudur.
Sonuç olarak Fuzulî büyük bir şair ve büyük bir âlim olduğu kadar kâmil bir insandır da. Güzelliğin birer şahikası olan şiirlerinde iyiyi ve doğruyu da göstermiştir. Eserlerinde devrinin her meselesiyle ilgilenmiş bir aydındır. Böylece Fuzulî çok yönlü bir sanatçı ve her yönüyle de büyük bir insandır.
Ebû Hüreyre’den, demiştir ki:
Biri Resûl-i Ekrem Hazretlerine Yâ Resûlâllah, bana tavsiyede bulun, dedi. Cevaben: Sakın kızma, buyurdu. O kimse dileğini bir kaç defa tekrar etti. Hepsinde: Sakın kızma, cevâbını aldı.
(Buhârî)
*
Süfyân b. Abdullah Sekafî’den, demiştir ki:
Yâ Resûlâllah, İslâm’a dair bana bir söz söyle ki Senden başka birinden daha sormağa muhtaç olmayayım, dedim, Allah’a inandım... de, ondan sonra da dosdoğru ol, buyurdu.
(Müslim)
[1] Süleyman Nazif, Fuzûlî, İstanbul, 1925, s. 13,
[2] Prof. Ali Nihat Tarlan, Fuzûlî’nin Farsça Divanının tercemesi, İstanbul, 1950, s. 87.
[3] Aynı eser, s. 193.
[4] Aynı eser, s. 196.
[5] K. Edip Kürkçü oğlu, Rind ü Zahid, Ankara, 1956, s. 20.
[6] Adı geçen ter eme, s. 196.
[7] Rind ü Zahid, s. 45.
[8] Adı geçen terceme, s. 191.
[9] Cafer Erkılıç, Enis-ül-kalb, İstanbul 1944 s.
[10] Prof. Ali N. Tarlan, Fuzİıli’nin Bilinmiyen Kasideleri, II, İst. Univer. Türk Dili ve Ed. Dergisi, C. III, Sayı 3-4, s. 422.