Makale

ANADOLU’NUN FETHİ

ANADOLU’NUN FETHİ[1]

Prof. Dr. Mehmet Altay KÖYMEN

GİRİŞ

Selçuklu devri gerek İslâm tarihi, gerekse bizatihi Türk tarihi bakımından, çok mühim bir devredir.

Türkler daha ilk asırlardan itibaren İslâmlığa büyük hizmetlerde bulunmuşlar, onu iç ve dış tehlikelere karşı korumuşlardır.

Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kurulması ile Türkler’in rolleri şekil ve mahiyet itibariyle yeni bir safhaya intikal eder:

Artık Türkler İslâm’ın yardımcısı ve muayyen zamanlarda kurtarıcısı olarak kalmakla yetinmezler, hiç olmazsa sünnî İslâm dünyasının kaderini ve mesuliyetini kendi omuzlarına alırlar. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra bayrak muhtelif Türk devletleri tarafından XX, asra kadar taşınmıştır.

Meselenin önemini belirtmek üzere ileri sürdüğümüz bu fikri bir misâl ile tavzih edelim:

İslâmlığın Türk hakimiyetinde bulunmadığı devre sadece 4 asır kadar sürmüştür. Halbuki Selçuklularla başlayan Türk hakimiyeti devresi 9 asırdan fazla devam etmiştir.

İki devrenin mukayesesinden çıkan ilk netice, İslâmlığın, Türkler vasıtasiyle kurtarılmakla kalmayıp, yeniden kudret ve hayatiyet kazandığıdır. Gerçekten İslamlık beynelmilel bir din olarak en parlak devirlerinden birini Türk hâkimiyeti devrinde idrak etmiştir. İslâmlık Türklerle yeni bîr hayatiyet ve kudret kazanmamış olsaydı, siyasî bakımdan XX. asırda düştüğü hale daha çok önce düşerdi.

İslâm tarihinde ilk defa Abbâsî halifesi Kaim bi-emrillah (1031-1075) dünyevî hak ve salâhiyetlerini bir anlaşma ile ilk Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey’e (10401063) devretmiş ve kendisi İslamlığın sadece ruhânî reisi olarak kalmayı kabul etmiştir. Bu suretle İslâm tarihinde ilk defa olarak din ve dünya işleri birbirinden ayrılmıştır.

Halife namına dünyevî hâkimiyeti yürüten Selçuklu Sultanları, ehl-i sünnet mezhebine aykırı cereyanın ocağı durumuna gelen —rakip halifeliğin mümessili— Mısır Fatımî devleti’ne karşı harekete geçerek İslâmın birliğini kurmağa çalışmışlardır. Bunu gerçekleştirmek, Selçuklu İmparatorluğu’nun bir nevi devamı olan Eyyûbiler Devleti’ne nasip olmuştur.

Selçuklular’ın başarı ile sonuçlandırdıkları dâvalardan biri Anadolu’nun fethidir. Burasının bir İslâm ülkesi ve Türk vatanı hâline gelmesinin başlangıcı olan Anadolu’nun fethi bu yazının konusunu teşkil etmektedir.

Selçuklu İmparatorluğu’un tarihte oynadığı en büyük rollerden biri Anadolu’nun fethedilmesi ve bunun neticesi olarak burasının bir Türk vatanı haline gelmesidir.

Anadolu’nun fethi uzun sürmüş ve birçok safhalar arzetmiştir. Fetih hâdisesini, —daha iyi anlaşılabilmesini temin için vak’alara ve kronolojiye de uyan— şu safhalara ayırmak mümkündür:

1 — Oğuz - Türkmen akınları safhası,

2 — Muntazam İmparatorluk ordularının yaptıkları fetihler safhası,

3 — Anadolu’da kurulan mahalli vasal devletlerin giriştikleri fetihler safhası.

Burada ilk iki safha ele alınacak, son safha “Anadolu Selçukluları Tarihi” adlı eserimizde incelenecektir.

Bu tasnif çerçevesi içinde her safhayı ayrı ayn ele alalım.

OĞUZ - TÜRKMEN AKINLARI SAFHASI

Aynca ele alınacak olan sebeplerle Batı İran’dan ayrılan Türkmenler (1037-1038) iki kısma ayrılmışlar, 1500 kişiden ibaret bir kısmı Kızıl’ın reisliği altında Rey’de kalmışsa da, sayıları çok daha fazla olan diğer bir kısmı başlarında Boğa, Göktaş, Mansur, Dana v.s. bulunduğu halde Azerbaycan’a gitmişler ve bura hükümdarı Vehsudan’ın enirine girmişlerdir. İşte bu sırada adı geçen hükümdarın ihanetine uğrayan Türkmen’ler, Azerbaycan’ı terke mecbur olmuşlar (1038-1039), bir kısmı Boğa’nın emrinde Rey’e dönmüş, bir kısmı Mansur ve Göktaş’ın reisliği altında Hemedan’a, diğer bir kısmı da Anası oğlu’nun emrinde Kazvin’e gitmiştir. Buna rağmen, adı geçen Vehsudan’a bağlı kalan bir kısmı Azerbaycan’da kalmıştır. Sonradan bunlarla da arası açılan Vehsudan, tertibettiği bir ziyafette 30 Türkmen reisini öldürttü, Kalanlar Urmiye’ye giderek oradaki Türkmenler’le birleştiler, Arap Ukayl oğulları (996-1096) devletine bağlı olan Hakkâri bölgesine girdiler. İşte bugunkü Türkiye sınırlarım aşmak şerefini bu Türkmenler kazanmıştır. Fakat aşağıda görüleceği üzere, hayatlarını bu yolda kaybetmişlerdir.

Oğuz akınları üzerine bu havalideki yerli halk dağlara kaçtılar. Türkmenler onların mallarını, kadınlarını vc çocuklarını ellerine geçirdiler ve kaçanların peşlerine düştüler. Geri dönen Yerli halk yedisi reislerinden, 100 ü büyüklerinden olmak üzere birçok kimseleri esir ettiler, ayrıca 1500 kişiyi de öldürdüler. Geri kalanlar sarp dağlara sığındılar. Rivayete göre takip neticesinde hepsi de mahvedilmişlerdir.

İşte Anadolu’ya ilk giren Oğuz-Türkmenler’in âkîbeti bu olmuştur.

Rey’de bulunan Türkmenler, Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey’in kardeşi İbrahim Yınal’ın buraya gelmekte olduğunu duyunca, once Azerbaycan’a geçtiler. Fakat bir taraftan İbrahim Yınal’ın peşlerinden gelmesi, bir taraftan da Azerbaycan ahalisine yaptıkları fena muamele dolayisiyle burasını terkettiler. Ermenistan yolu ile Elcezire ve Diyarbakır’a doğru yürüdüler.

Önce Zab ırmağı ile Doğu Dicle’yi, yani Bühtan Irmağını meydana getiren sarp dağları aştılar ve buradaki dağlık bölgeleri işgal ettiler. (Buhtan, Erzn ve Batman Çayları’nı doğuran dağlık bölge); Cizre’ye çıktılar. Boğa, Anasıoğlu ve diğer şefler, Mervanoğulları Devlet’ine âit Diyarbakır bölgesini işgal ettiler. Bu sırada Silvan (Meyyafârikîn), Erzen (Bugünkü Harzan) ve Mardin arasında dolaşmağa başladılar, buraları yağmaladılar.

Türkmen akınlarına mâni olamıyan Mervan oğulları Devleti’nin Cizre valisi Nasrud’devle Ahmed oğlu Prens Süleyman, Cizre’nin doğusunda kalan ve bütün bu bölgelerdeki Türkmenler’in reisi olduğu anlaşılan Oğuzoğlu Mansur ile temasa geçerek, ona anlaşma teklifinde bulundu. Vali, kış sonuna kadar Mansur’un Cizre havalisinde kalmasını, bahar gelince Türkmen beylerini de alarak, Suriye’ye geçmesini istiyordu, Oğuz şefinin bu teklifleri kabul etmesi üzerine anlaşma olmuşsa da, Süleyman, şerefine hazırladığı bir ziyafette Mamur’u hapsetti, Mansur’un dağılan maiyeti Musul’a doğru yürüdü. Musul hükümdarı Ukayl oğlu Karvaş, Mervanoğlu hükümdarı Nasru’d-devle’nin gönderdiği yardım kuvvetleriyle Türkmenler’e karşı çıktı. Yapılan savaşta (1042) müttefikler bozguna uğradılar. Ölümden kurtulanları takibeden Türkmenler, Sincar ve Nusaybin bölgesini yağmaladılar. Sonra da geri dönerek, Cizre’yi kuşattılarsa da alamadılar. Bu Türkmenler’in bir kısmı Diyarbakır bölgesine gelerek yağmalarda bulundu. Ülkesinin Türkmenler tarafından tahrip edildiğini gören Nasru’d-devle, onlara esir Mansur’u serbest bırakmak, ayrıca mal ve para vermek mukabilinde ülkesini terketmelerini teklif etti, Türkmenler’in bu teklifi kabul etmeleri üzerine Mansur serbest bırakılmışsa da, bu sefer de Türkmenler anlaşmayı bozmuşlar ve yağmalara devam etmişlerdir.

Bir kısım Türkmenler ise Musul hükümdarı Karvaş’ı bozguna uğratarak şehrî almışlar ve bir müddet hâkim oldukları Musul ve havalisini yağmalamışlardır.

Turkmenler’in böylece iki devlet arazisini istilâları, yalnız bu iki devlet hükümdarlarını değil, bütün civar hükümdarları korkutmuştu. İşte bunun neticesinde Tuğrul Bey’e aşağıda ayrıca bahis mevzuu edilecek olan müracaat ve şikâyetler olmuştur.

Türkmenlerin Musul ve çevresi hâkimiyeti uzun sürmedi. Karvaş, müttefikler bularak Türkmenler’e karşı savaştı. Diyarbakır bölgesindeki Anasıoğlu ile Boğa’nın davet üzerine yardıma gelmelerine rağmen, Türkmenler bozguna uğradılar (1044) ve Diyarbakır bölgesine kadar takibedildiler.

Bunu haber alan Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey, adları geçen Boğa, Anasıoğlu, Mansur, Göktaş beylerin kumandaları altındaki Türkmenler’e Azerbeycan’a dönmelerini, Bizans’a gaza yapacak olan kumandanların maiyetine girmelerini emretti. Bu defa Selçuklu hükümdarının emrine uyan Türkmenler, Diyarbakır bölgesinden Dicle’nin kuzeyine çıktılar, Murat Suyu istikametini takibederek Erciş önüne geldiler. Yolda Birans’a tâbi şehir ve kasabaları yağmaladılar. Vaspurakan valisi Stefanos’a hediyelerle birlikte elçi göndererek, kendisinden Azerbaycan’a geçmek için müsaade istediler, fakat valinin taarruzuna uğradılar, bununla beraber yapılan savaşta vali mağlup ve esir edildi.

Buraya kadar verilen malûmattan çıkan neticeleri tesbit edelim:

1 — Göçebe Türkmen akınları Hıristiyan, Bizans İmparatorluğu’na müteveccih olmaktan ziyade, bugunkü Güneydoğu Anadolu’da ve yukarı Mezopotamya’da hâkim Müslüman devletlere müteveccihtir.

2 — Bu devletlerle yaptıkları mücadelelerde kâh galip, kâh mağlup olan Türkmenler, büyük zâyiata uğramışlar, neticede az bir kısmı daha önce kabul etmek istemiyerek önünden kaçtıkları Selçuklu Devleti’nin hâkimiyetini kabule mecbur olmuşlardır.

3 — Bu akınlar Selçuklu Devleti’nin kontrolü ve rızası dışında olmuşsa da, mücâdele ettikleri devletlerin mukavemet kudretlerini yıprattıkları için, Türkmenler’in müstakbel Selçuklu istilâsına zemin hazırladıkları söylenebilir. Bu itibarla Türkmenler, Selçukluların öncüleri durumundadırlar.

MUNTAZAM ORDULAR İSTİLÂSI

I — UMUMÎ MÜLÂHAZALAR:

Selçuklu Devleti kurulduktan sonra uzanabildiği yerlere kadar Batının fethini üzerine almış olan Tuğrul’un ilk andan itibaren fetihleri plânlaştırdığını, emrindeki prensleri grup grup veya tek tek muhtelif bölgelerin fethine memur ettiğini biliyoruz. Böylece Batı İran’ı, yani İslâm ülkelerini fetheden Selçuklu orduları, bir taraftan Büveyhoğulları Devleti, diğer taraftan da Bizans İmparatorluğu sınırlarına dayanmıştı. Şu halde Selçuklu Devleti’nin Anadolu’nun fethine girişmesi, Doğunun büyük Hıristiyan imparatorluğu olan Bizans ile mücadeleye atılması demekti. Bunun bir mânası da Selçuklular’ın uzun zamandan beri terkettikleri Gaza ve Cihad’a, Mâverâünnehir uc’ları (sugur)u yerine bu sefer Anadolu uc’unda yeniden başlamalarıdır. Böylece Selçuklu Devleti, Emevî ve Abbasî İmparatorlukları’nın Batı siyâsetinin vârisi durumunda olup, bu bakımdan Batıya karşı ötedenberi tâkibedilen ananevî İslâm siyasetinin yeni mümessili hüviyetindedir. Emevî ve Abbâsî İmparatorluklarının haşmetli zamanlarında Batı müdafaada, Doğu ise umumiyetle hücum halinde idi. Son bir asır zarfında ise Bizans tekrar hucuma geçmiş, iç meseleleriyle zaten müşkül durumda olan İslâm âlemini, yaptığı istilâlarla daha da müşkül duruma sokmuştu. Bü bakımdan Selçuklu istilâsı hucum insiyatifinin tekrar Doğuya geçmesi demek olup, bu defa kat’î netice alınmıştır.

Selçuklu istilâsiyle bundan önce yapılan İslâm istilâları ve akınları arasında başlıca fark —Ortadoğuda İslâmlığı Hıristiyanlıktan ayıran, hemen hemen asırlarca devam eden bir mücadele hattı olup, “Sugûr” ve “Avasim” adını taşıyan ve Tarsus’tan başlayarak Toros ve Antitoroslar devamınca Erzurum’a kadar uzanan hududun— bu defa güney ucundan veya ortasından değil, hemen hemen münhasıran kuzey ucundan zorlanması ve aşılmasıdır ki, nehirlerin akış istikametlerinin teşkil ettiği tabiî kolaylıklardan yalnız Selçuklular değil, İslâmdan önce Anadolıı’yu istilâ edenler de istifade etmişler ve Anadolu’ya buradan girmişlerdir.

Selçuklu istilâsını kolaylaştıran âmillerden biri de, istilâ arefesinde Ermeni prensliklerinin Bizans tarafından ortadan kaldırılmasıdır. Böylece Selçuklular, kademeli bir mukavemet ile karşılaşmayıp, doğrudan Bizans ile temasa gelmişlerdir. Halbuki bizzat Bizans —bilhassa istilâ gelip çattığı sırada— militarist ve antimilitarist hiziplerin çarpışmaları yüzünden zaaf içindeydi.

Burada tarihî bir müşahedemizi nakletmenin sırasıdır:

Uzun tarihi boyunca Bizans doğudan ve batıdan tazyike maruz kalmıştır. Doğudan Emevî ve Abbasî İmparatorlukları batıdan ise Türkler (Avarlar, Macarlar, Bulgarlar, v.s.) sıkıştırmışlardır. Bahis konusu ettiğimiz devirde Bizans’ı doğudan Müslüman Selçuklu Türkleri, batıdan da aynı soydan gayrimüslim Peçenek ve Uzlar tehdit etmektedirler.

Bir devir gelecektir ki, Bizans, Müslüman Osmanlı Türkleri’nin iıem doğudan, hem batıdan aynı zamanda hucumuna marûz kalarak ortadan kaldırılacaktır. Bu son safha konumuzun dışındadır. Biz, tarihin gittikçe kuvvetlenen bir sel halini alan akışını ve mukadder neticesini belirtmek için bu meseleye kısaca temas ettik.

Anadolu’nun, Selçuklular tarafından fethinin başlıca iki mânası vardır:

1 —Bu fetih neticesinde İslâmlık İspanya’da gerilerken, Anadolu’da, bilâhare de Balkanlar’da yeni ülkeler kazanmıştır.

2 — Bu fetihler neticesinde Anadolu’da, Anavatandan binlerce kilometre uzakta yeni bîr Türk Vatanı meydana gelmiştir. Tarih boyunca biribirinden çok uzak coğrafî sahalarda aynı zamanda birçok siyasî teşekküller kuran Türkler’in yirminci asırda sadece bu yeni vatanda müstakil bir devlete sahip olmaları, bu fethin ve fetih sayesinde meydana gelen Türk vatanının ehemmiyetini göstermeye kâfidir.

Diğer taraftan, bizatihi hâiz olduğu bu ehemmiyetten başka yeni vatanımız Anadolu, dünya tarihinin tanıdığı üç en büyük imparatorluktan biri olan Osmanlı İmparatorluğu’nun doğup gelişmesine imkân hazırlaması bakımından da ayrıca üzerinde durulmağa değer (diğer ikisi, Roma ve İngiliz İmparatorluklarıdır).

2 — TUĞRUL BEY DEVRİNDEKİ AKINLAR:

Yeni kurulan Selçuklu Devleti’nin uzun maziye sahip Bizans İmparatorluğuna karşı başlangıçta bir saygı duyduğu söylenebilir. Selçuklu Devleti’nin esas gayesi, önce İslâm dünyasını, bu arada Mısır’ı ele geçirmekti. Bu sebeple şimdilik Bizans ile sulh hâlinde yaşamak, onun tarafından tanınan, ona müsavî bîr siyasî teşekkül olarak kalmak Selçuklular’ın menfaatlerine uygundur. Hattâ Selçuk Devleti’yle Bizans İmparatorluğu’nun Fatimîler aleyhinde bir ittifak yaptıklarına dair deliller mevcuttur. Buna rağmen Tuğrul’un kumandanlarının, görüleceği üzere, Bizans sınırlarını aşmaları, akınlara maruz kalan bu devlet tarafından arada mevcut ittifakın ihlâli şeklinde telâkki ve protesto edilmiştir.

İslâm ülkeleri içinde yapılan fetihlerde olduğu gibi, İslâm ülkeleri dışındaki fetihlerin bir kısmı bizzat Tuğrul Bey tarafından yapılmış, bir kısmı da onun tâyin ettiği prensler tarafından icra edilmiştir.

Biz önce kronolojiye de uygun olan prenslerin yaptığı fetihleri inceleyeceğiz.

a) Prenslerin Yaptıkları Fetihler:

Birinci safhada bugünkü Türkiye sınırlarını Oğuz-Türkmenler’in ilk defa nasıl aştıklarını gördük.

Bu safhada yine bugünkü Türkiye sınırlarım aşmak şerefi Tuğrul’un amcası Musa Yabgu’nun oğlu Prens Hasan’a nasip oldu.

Sultan Tuğrul Bey tarafından kardeşi Çağrı Bey Davud’un oğlu Yakutî ile beraber Azerbaycan’ın fethine memur edilen Hasan, bir ara buradan bir Bizans ülkesi olan Vaspurakan (Van Havzası)’a geçerek akınlar yaptı. Vaspurakan Tem’inin valisi Aaron, akınlara tek başına karşı koyamıyacağını anlıyarak, Bizans’ın Gürcistan valisi Katakalon Kekomanos’tan yardım istedi, iki ordu Vaspurakan hududundaki Büyük Zab nehri kenarında karşılaştı. Bizanslılar muharebe başladıktan biraz sonra Türk ordusunu tuzağa düşürmek için bütün ağırlıklarını bırakarak geri çekildiler. Selçuklular, Bizans ordusunun bozulduğunu zannederek düşman karargâhına hücum ve yağmaya başladılar. Pusu kurmuş olan düşmanlar da yağma ile meşgul bulunan Selçuklular’a hucum ettiler. Hasan başta olmak üzere arkadaşlarından birçoğu mücadele ede ede şehit düştüler (1048). Ordunun bakiyesi dağları aşarak İran Ermenistanı’na doğru çekildi. Bugünkü Türkiye hudutları içinde nerelere akınlar yaptığını ve nerelere kadar geldiğini vuzuhla tâyin edememekle bereaber, arada mevcut anlaşmaya rağmen Bizans sınırlarını aşarak, Anadolu’ya ilk defa girdiğini kabul ettiğimiz bu Selçuklu prensinin akınlarının başarısızlıkla neticelendiğini ve şehit düştüğünü görüyoruz. Böylece biri Oğuz başbuğları, diğeri bir Selçuklu prensi tarafından Anadolu’ya yapılan iki akın neticesiz kalmıştır.

Sultan Tuğrul, Prens Hasan’ın intikamını almak üzere, Azerbaycan valiliğine tâyin ettiği kardeşi İbrahim Yınal’ı Anadolu seferine memur etti. Bu sırada Erran bölgesinde fetihlerde bulunan Kutalmış’ı da onunla birlikte “Rum Gazası”na memur etti.

İbrahim Yınal büyük bir ordu ile (Bizans kaynaklarına göre 100.000) Anadolu’ya girdi (1049). Bizans generali Katakalon Kekomanos barış teklifinde bulundu ise de, reddedildi ve Bizans ordusu Pasin (Basean)’daki Ordoru’ya çekildi. Selçuklu ordusu Vaspurakan ve Pasin’den geçerek bu sonuncu bölgedeki Valarşavan’a; Erzurum (Karin) eyâletinden geçerek kuzey-batıya doğru Halidiye (Haltik, Khaldia) bölgesine; kuzeyde İspir (Sper)’e; Taik (Oltu’nun kuzeyinde) ve Arşarunik müstahkem mevkilerine; güneyde Taron (Muş havalisi), Haşteank ve Horsen (Hordzeank)’e kadar akınlar yaptı. Sisak’a da girdi. Bugünkü Tercan’da kâin Tuzlasu’daki Mananalis’de bulunan Sembat müstahkem mevkiini hücumla aldı, nihayet Erzurum eyâletinde —kalabalık ve mamur bir ticarct şehri olan— Erzen (Kara-Ars, Arcn)’e geldi, yağmaladı ve yaktı. Ancak bundan sonra Selçuklu ordusu Bizans ordusu üzerine yürüdü. Bizanslılar müstahkem karargâhlarından çıkmış, Pasin ovasındaki Kapetru kalesinin inşa edilmiş olduğu bir tepenin eteğinde karargâh kurmuşlardı.

Bütün bu akınlar devam ederken adı geçen iki vali kendi kuvvetleriyle Selçuklu ordusuna karşı kovamıyacaklarını anladıklarından Bizans İmparator’undan yardım istemişlerdi. İmparator da Vasal Gürcistan hâkimi Liparit’e bütün Gürcü ve Abaza kuvvetleriyle, generallerinin yardımına koşmasını talep etti, Gürcüler’in takriben 18.000 kişilik kuvvetleriyle iltihakları üzerine 33.000 kişiye yükselen Bizans ordusu, işte burada mevzi almıştı. Zaten düşmanı arayan İbrahim Yınal, Bizans kaynaklarının mübalağalı bir şekilde 100.000 kişi olarak gösterdikleri ordusu ile akşam üzeri Kapetru’ya geidi (18 Eylül 1049 Cumartesi).

Bizans ordusunun sağ koluna Katakalon, sol koluna Aaron kumanda ediyor, merkezde ise Liparit bulunuyordu. Selçuklu ordusu iki büyük grup hâlinde olup, birine İbrahim Yınal diğerine Kutalmış kumanda ediyordu. Katakalon, anî bir baskın yapıp, Türkleri gafil avlamak istediyse de, Gürcülerin inançlarınca Cumartesi uğursuz telakki edildiğinden, Liparit savaşa girmekten imtina etti. Fakat gecenin karanlığında Selçuklular’ın üzerine atılan yeğeninin, ağzından girip ensesinden çıkan bir okla ölmesi üzerine Liparit de hücuma geçti. Selçuklu askerleri onu sararak esir ettiler. Buna rağmen şiddetli savaştan sonra Yınal’ın çekilmek zorunda kaldığı anlaşılıyor, Fakat derhal tekrar hücuma geçen Selçuklular büyük bir zafer kazandılar. Mağlubiyetten sonra Bizans kumandanları eyâletlerinin başşehirleri olan Van ile Ani’ye çekildiler. Yınal ise Arap kaynaklarına göre 100.000 esir ve 15.000 araba yükü ganimetle Azerbaycan’a döndü. Liparit ile aldığı ganimetlerin bir kısmını Tuğrul Bey’e Rey’de takdim etti.

Bu savaş Selçuklu İmparatorluğu ile Bizans İmparatorluğu’nun yaptıkları ilk ciddi savaştır. Daimi bir fetih hareketi olmayıp, muvakkat bir istilâ ve intikam hareketidir. Nitekim Yınal, önce yağmalarda bulunmuş, ganimet toplamış, ancak bundan sonra Bizans ordusunu aramıştır.

Savaşın asıl önemi ilk defa Bizans’a karşı büyük çapta bir zaferin kazanılmış olmasındadır. Bu suretle Bizans İmparatorluğu’na karşı duyulan çekingenliğin ve Bizans ordusunun mağlup edilemiyeceği telâkkisinin silindiği söylenebilir.

Selçuklu hükümdarı Tuğrul, Liparit’in şöhret ve cesaretini daha önce duymuştu. İki sene kaldığı Rey’de prens, Sultan’ın daha da takdirini kazandı. Bunun üzerine Tuğrul, onun esaretinden çok müteessir olan Bizans İmparatoru’nun fidye vererek kurtarma teşebbüsünü reddederek Liparit’i serbest bıraktı.

Görünüşe göre, zafere rağmen Bizans İmparatorluğu’yla anlaşma teşebbüsü Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’den gelmiştir. Gerçekten, bildiğimize gore, Liparit’i fidye vererek kurtarmak maksadıyle İmparator Konstantin Monomak’ın gönderdiği elçi, hürriyete kavuşan Liparit ile beraber İstanbul’a dönerken Tuğrul, Ebu’l-Fazl Nasır adlı bir elçiyi de gönderdi. Sultan, mümessili vasıtasiyle, dokuzuncu asırda İstanbul’da inşa edilen, fakat sonradan harap olan camiin yeniden yapılmasını ve adına hutbe okunmasını, eskiden Abbasî Halifeliği’ne ödenen yıllık verginin kendisine de ödenmesini teklif etti. Uzun müzakerelerden sonra ilk iki teklif kabul edilmişse de, Bizans İmparatorluğu’nun, Selçuklu İmparatorluğu’nun haraçgüzarı olması teklifi reddedildi. Tam anlaşmaya varılamadığından dolayı savaşların yeniden başlayacağına hükmeden Bizans İmparatoru, devletinin doğu hududundaki kale ve müstahkem mevkilerin tamirini, sınır boyundaki askerî kıt’aların sayısının arttırılmasını emretti.

Fakat taht mücadeleleri gibi bazı iç meselelerin başgöstermesi sebebiyle Sulçuklular Anadolu’ya yeni akınlar yapamadılar.

Dört yıl kadar suren fiilî mütâreke devresinin yine İbrahim Yınal tarafından ihlâl edildiği görülüyor. Gerçekten, Bizans kaynaklarına göre, İbrahim Yınal, Sultan’dan müsaade almaksızın, mühim bir ticaret merkezi olan Kars’ı kuşatmış, günlerce süren muhasarayı Sultan’ın gelmekte olduğu haberi üzerine kaldırmak zorunda kalmıştır (1054.-1055).

b) Sultan Tuğrul’un istilâları;

Bizzat Sultan’ın Anadolu’yu istilâya karar vermesinin sebeplerine dair kaynaklarda sarîh malûmat yoktur, öyle gorunüyor ki, taht mücadeleleri ve Batı İran’daki hâkimiyetinin sağlamlaştırılması gibi iç meseleleri halleden Tuğrul Bey, zafer kazanan ve bol ganimet getiren İbrahim Yınal’ın yaptığı işe devam etmek istemiş ve fethe girişmiştir (1054-1055). Sebebi ne olursa olsun, Anadolu’yu fethetmek üzere bugünkü Türkiye sınırlarını aşan ilk Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey’dir.

Türkiye’nin bugünkü doğu hududunun ortalarından Anadolu’ya giren Tuğrul Bey’in ilk zabtetmek istediği şehir, Van gölünün kuzey doğu ucundaki Muradiye (Bergri) oldu. Selçuklu Sultanı burasını hücumla aldı, bir kısım halkını esir etti. Diğer yerleri sırayla zabtederek Van gölünün kuzeyinde bulunan Erciş önüne geldi; sekiz gün muhasaradan sonra Muradiye’nin âkibetine uğrayacaklarını anlıyan Erciş halkı, altın, gümüş, at ve katır’dan murekkeb bol hediyeler takdim ederek, Sultan’a itaatlerini arzettiler. Böylece esir olmaktan, şehirlerini tahrip edilmekten kurtaran Erciş’liler, “dünyanın hâkimi” diye hitabettikleri Sultan’a Malazgirt’i almağa gitmesini, orasını zabtettiği takdirde kendilerinin ve bütün Ermeniler’in Selçuklu hâkimiyetine geçeceklerini söylediler. Bu teklifleriyle Erciş halkının Tuğrul’un kuvvet derecesini denemek veya Anadolu’nun kilidi mesâbesinde olan Malazgirt’i almaya teşvik suretiyle Sultan’ı âdeta Anadolu’yu fethe sevketmek istedikleri ileri sürülebilir. Bundan, aynı zamanda Erciş halkının Selçuklu hâkimiyetim Bizans hâkimiyetine tercih ettikleri neticesine varmak da mümkündür. Bizzat Selçuklu Hükümdarının da bunu böyle telâkki ettiği, teklifi sevinçle karşılamasından anlaşılıyor.

Bu bölgenin en müstahkem kalesine sahip olan Malazgirt şehri önünde karargâhını kuran Sultan, bir taraftan burasını muhâsara ederken, diğer taraftan üç istikamete gönderdiği ordularla seferler yapıyordu.

Sultan, düşmanın mânevi kuvvetini sarsmak için trampet sesleri arasında hücuma geçerken Bizans’ın Malazgirt valisi Ermeni asıllı Vasil de şehri müdafaa için bütün çarelere başvuruyordu: Kadın erkek Malazgirt halkını seferber etti. İmparator namına her birine ünvanlar, makamlar vadediyor, onları cesaretlendiriyordu. Günlerce hücumdan sonra cepheden taarruzla kalenin düşmiyeceğini anlayan Tuğrul, şehre girebilmek için lâğımlar kazdırtmaya başladı. Bunu anlayan müdafiler mukabil lâğımlar kazarak Selçuklu lâğımcılarını esir ettiler. Bunlar arasında Sultan’ın kayınpederi de vardı. Esirlerin hepsi de —Sultan’ın göreceği şekilde— kulelerde öldürüldü. Bu manzaradan çok müteessir olan Sultan vaktiyle imparator II. Vasil’in Hoy şehri duvarlarını dövdürmek için inşa ettirdiği muazzam mancınıkı Bitlis’ten getirtti ve kurdurdu. Şehir büyük bir korkuya düştü. İlk atılan taş ile üç nöbetçi öldürüldü ve en uçta bekliyen bir nöbetçi de içeri düşürüldü. Müdafi saflarından çıkan bir rahip Selçuklu mancınığına karşı koymak üzere alelacele bir makine kurdu ve attığı ilk taşla Selçuklu mancınık atıcısının başını uçurdu. Bu manzarayı gören Malazgirtliler yeniden cesaretlendiler. Fakat birkaç gün sonra Selçuklular mancınıklarının etrafını tahkim ettiler ve surları yemden büyük taşlarla dövmeye başladılar. Müdafiler tekrar ümitsizliğe kapıldılar. Vali Vasil, şehrin muhtelif mahallelerinde bu mancınığı yakacak olana altın, gümüş, at ve katır vadetti. Hattâ imparatordan ünvan ve makamlar verdireceğini, ölürse bu mükâfatların vârislerine intikal edeceğini ilân etti. Ücretli bir Norman askeri, bu vazifeyi yerine getireceğini, Hıristiyanlık için kanını akıtacağını, yalnız olduğu için ölümüne ağlıyacak kimsesi olmadığını söyledi. Atlanıp zırhlanarak yola çıktı ve mızrağının ucuna bir mektup taktı. Böylece kendisine mesaj götüren bir adam süsü veriyordu. Halbuki göğsüne neft dolu üç kutu gizlemişti. Mektubu gören Selçuklu nöbetçileri onu hakikaten haberci zannettiler ve gelişine ses çıkarmadılar. Sıcak bir öğle üzeri idi, askerler çadırlarında uyuyorlardı. Norman, mancınığın karşısına gelince durdu. Selçuklu askerleri, onun bu korkunç makineye hayran kaldığını sandılar. O sırada Norman, neft kutularını arka arkaya büyük bir sür’atle mancınığa doğru fırlattı. Mancınık yanarken, Norman kaçtı. Selçuklu askerleri peşine düştülerse de, yetişemediler. Norman, şehirde sevinç içinde olan halk tarafından hediyelere garkedildi. Sultan bile hayranlığını gizliyemedi ve Valiye Norman’ı görüp mükâfatlandırmak istediğini bildirdi, fakat reddedildi.

Sultan, surların altında tekrar lâğım kazdırmaya başladıysa da, müdafiler imal ettikleri bir âletle lâğımcıları yakalıyor ve derhal öldürüyorlardı. Nihayet Sultan çalışmaları durdurmaya mecbur oldu. Son derece müteessirdi. Ermeni kaynaklarına göre müdafilerin alaylarına marûz kalan Sultan Malazgirt muhasarasını kaldırdı.

Tuğrul’un kuzeye, Abaza müstahkem mevkilerine doğru gönderdiği kuvvetler Parhal dağını aşarak Kafkasya’ya kadar uzandılar. Batıda Canik ormanına, güneye doğru ise Antitoroslar’a kadar akınlar yaptılar. Horsen, Hanzit, Tercan ve Erzincan bölgesi (Ekeleais) halkı da kılıçtan geçirildi.

İkinci ordusu ise, Taik’den geçerek, Çoruh ırmağına vardı. Irmağın vâdisinden ilerleyip Halidiye eyâletine bir akın yaptı. Oradan ganimetlerle dönerken Bayburd (Baberd)’da bir Bizans kuvveti ile karşılaştı. Kumandanı şehit düşen Selçuklu ordusu aldıkları ganimet ve esirleri bırakarak çekildi,

Kars’a doğru akınlar yapan üçüncü kol, burada Kars Ermeni Kralı Gagik’in generallerinin idare ettiği bir orduyu mahvetti.

Malazgirt muhasarasını kaldıran Tuğrul Bey, bizzat, Kars’ı üç gün kuşattıktan sonra bütün ordusuyla Pasin ovasına indi; alınması imkânsız Civankale (Avnik)nin önünden geçti; Erzurum’un kuzeydoğusunda bulunan Büyük Tuya (Du)’ya kadar ilerledi; hattâ bu mahallin doğusunda bulunan Ugumi (Okomion)’ye kadar vardı. Bizans generalleri, Taik ve Gürcistan (İberya) kalelerinden dışarı çıkmaya cesaret edemedikleri için, Sultan tekrar Malazgirt önünde görüldü. O, uğradığı ilk muvaffakiyetsizliğin intikamını almak istiyordu. Tehlikenin geçtiğini zanneden Malazgirt halkı şehir civarında hasadla meşguldü.

Sultan şehri günde iki defa surlara hücum ederek bir ay müddetle kuşattı. Fakat netice alamıyordu. Çünkü Vali Vasil, bu defa da sonsuz bir enerji ile müdafaa yapıyordu. Genç rahibin kullandığı bir mancınık Selçuklu mancınıklarına karşı tesirli mukabelede bulunuyordu. Selçuklular ancak 400 kişinin hareket ettirebildiği muazzam bir mancınık inşa etmişlerdi. Onun fırlattığı büyük kaya parçaları surlarda derin bir gedik açtı. Selçuklu askerleri hücuma geçtiler, fakat bu hücum da muvaffakiyetsizliğe uğradı.

Kış yaklaştığı için kaleyi almaktan ümidini kesen Tuğrul Bey, muhasarayı kaldırmağa, Azerbaycan’a dönmeğe ve gaza mevsimi gelince tekrar istilâlarına devam etmeye karar verdi (fakat Halifeden aldığı davet üzerine Tuğrul, Rey yoluyla Bağdad’a gitti. Bundan böyle bir daha bizzat Anadolu’ya gelmedi).

O, yolda Van gölünün kuzey köşesinde bulunan Adilcevaz (Arcke) şehrinin önünden geçti. Şehir gölün suyu ve alınması imkânsız bir kale tarafından himaye ediliyordu. Fakat Selçuklular sığ bir yer keşfettiler. Şehre girdiler, kaleye sığınanları kılıçtan geçirdiler.

Böylece Malazgirt gibi müstahkem yerleri zabtedemîyen Sultan aldığı ganimetlerle iktifa ederek Anadolu’yu terketti. Bu İtibarla bu istilâ hareketi de büyük çapta bir akın mahiyetini hâizdir.

Sultan’ın yaptığı bu istilânın İbrahim Yınal’ınkinden iki farkı vardır:

1 — Tuğrul’un istilâsı daha geniş bölgeleri içine almıştı.

2 — Bu defa Bizans generalleri Selçuklu hükümdariyle açık bir savaş yapmaktan kaçınmışlardır.

Şimdiye kadar yapılan istilâların müşterek olduğu nokta ise, hepsinin de muvakkat oluşu ve neticesinde herhangi bir hudut değişikliği vukubulmamasıdır. Yalnız Tuğrul, müstahkem mevkiler önünde başarısızlığa uğraması üzerine istilâ siyasetinde değişiklik yapmaya mecbur kalmıştır.

c) Müteferrik akınlar:

Tuğrul Bey, Anadolu’dan çekildikten sonra Selçuklu İmparatorluğu’nun Vasalı olan Dvin ve Gence hâkimi Ebu’l-Esvâr, şüphesiz Selçuklu devleti adına Anadolu’ya akınlara devam etti, (1055-1056); Ani’ye kadar geldi, çevresini yağmaladı ve ganimede döndü. Tuğrul’a karşı kalelerden çıkamıyan bütün Bizans ordusu, Nikefor’un kumandası altında mukabil hücuma geçti, Gence’ye kadar ilerledi. Yapılan anlaşma ile Ebu’l-Esvâr tekrar Bizans’ın vasatlığını kabule ve yeğenini de rehin olarak göndermeye mecbur oldu. Bu, Bizans’ın İmparatoru Romanos Diogenes’in büyük taarruzuna kadar yaptığı, belki de son karşı hücumdu. Zİra bundan sonra küçük gruplar halinde de olsa, Selçuklu akıncıları istilâ ve yağmalara hemen hemen fâsılasız şekilde devam etmişlerdir.

Buna mukabil, Tuğrul’un 3.000 kişilik bir kuvvetin başında doğu Anadolu’da bıraktığı Samuk (Samuh) adlı bir Selçuklu kumandam başarılı akın ve yağmalarda bulundu. Bu akınlar Ebu’l-Esvâr’a karşı Bizans’ın yaptığı hücuma bir mukabele sayılabilir.

Bazı Türk kıt’aları Bizans’ın Muş havalisi (Taron) valisi Bulgar asılı Aaron’un oğlu Teodoros’un emrine girmişlerdi. Samuk’un askerleri mültecilerin kendilerine teslimini validen istediler. Bundan sonra kışın Bulanık (Hark)ın köylerini yağma eden Selçuklu kıt’aları Muratçay (Arsiana)’dan geçerken aynı adı taşıyan köyün civarında buzların kırılması neticesinde boğuldular. Bundan başka 1057 yılında Bizans hizmetinde bir Norman kumandanı olan Herve, Samuk’a katıldıysa da, çok geçmeden araları açıldı ve Norman, Ahlat’a kaçmağa mecbur oldu. Fakat burada Mervanoğlu hükümdarı Nasru’d-devle Ahmed tarafından esir edildi. Herve, görünüşe göre, Türklerle işbirliği yapan ilk Bizans kumandanıdır.

Bizans’ta başgösteren dahilî harp esnasında (1057-58) doğu Anadolu tamamiyle kendi kaderine terkedildi. Bundan istifade eden Gürcistan prensi İvane (İvanê), —Liparit’in oğlu— Bizans arazisini istilâ ile Erzurum’a geldi. Ani valisi Katakalon ona karşı asker sevkedince, İvane mukavemet edemiyeceğini anladı, Türkleri yardıma çağırdı. Büyük kuvvetler hâlinde gelen —kimin kumandası altında olduğunu bilmediğimiz— Türkler, Ani’nin müstahkem surları arkasına sığınmış olan Katakalon’a hücum etmediler; buna mukabil İvane’den etleri boş dönmemek için yağma edecekleri yerler göstermesini İstediler, ivane onları Trabzon’un hinterlandı olan Haldiye (Khaldia)’ye doğru şevketti. Türkler, Bayburd’un kuzey batısında, Çoruh üzerindeki. Hart (Harton)’a kadar olan mıntıkayı yağma ettiler. Sonra da büyük bir ganimetle memleketlerine döndüler.

Memleketin müdafaasız olduğunu gören Türkler aynı sene (1057) yine geldiler. Bu defa Tercan’ın güneyindeki Mananalis bölgesinden geçtiler. Burada iki kola ayrıldılar. Birisi Erzincan bölgesine yöneldi ve başşehrine gece yarısı baskın yaptı. Bu kola mensup akıncılar buradan Erzurum bölgesine geçtiler ve batıdaki Pulur (Blur) şehrine hücum ettiler. Pulur halkı surlarının sağlamlığına güveniyorlardı. Nitekim Kara-Ars (Erzen) halkının bir çoğu buraya iltica etmişti. Fakat Türkler merdivenlerle duvarlara tırmandılar, “Onları cesaretlendirecek ne valileri, ne de şefleri olmadığı için bu rehbersiz insanların cesaretleri kırıldı ve kendilerini bıraktılar”, Türkler şehre girdiler ve kaleyi zabtettiler. Bu mıntakadaki halk tahminen 7.000 ölü ve esir verdi.

Mananalis hareket merkezinden çıkan diğer bir kol, aynı zamanda Horsen ile Hanzit’i sür’atle geçti, Hanzit’in batısında Fırat’ın sol kıyısı üzerindeki Harav veya Hatav adlı kaleye hücum etti. Halk şehrin etrafındaki üzüm bağlarına saklandı. Fakat Türkler onları teker teker yakaladılar. Şehir ile köyleri ateşe verdiler, ahaliyi de esir olarak götürdüler.

Aynı yılın son baharında (1 Ekim 1057) yeni bir Selçuklu ordusu Bizans hududunu gruplar hâlinde geçti. Mukavemetle karşılaşmaksızın Kemah’a kadar geldi. Burada Türk ordusu ikiye ayrıldı: Bir kol, Pontus’daki Şebinkarahisar (Koloneia) üzerine yurudü. Bu grubun başında Dinar adlı bir kumandan bulunuyordu. İkinci kol, Fırat istikametini takiben, mutad taktikleri icabı, gece Malatya (Meliten) şehri önüne geldi. Selçuklulular o zamanki Anadolu’nun en zengin ticaret şehirlerinden biri olan Malatya’nın altın, gümüş, mücevher ve kıymetli kumaşlarla dolu olduğunu, buna mukabil kuvvetli surları olmadığını uzun zamandan beri duymuşlardı. Şehirde küçük bir Bizans süvari kıt’ası vardı. Türk ordusu gelince, bir çıkış yapan bu kıt’a mukavemetin zor olduğunu görerek kaçtı. Halkın bir kısmı da bu çıkış esnasında şehri terketti, dağlara sığındı. Çoğu orada soğuk ve açlıktan öldü. Türkler şehri 10-15 gün yağmaladılar. Malatya civarı da ayni akibete uğradı ve yakıldı.

Aldıkları ganimetlerle Erzincan bölgesine doğru dönen Türkler, dağlı çetelerin kurdukları pusulara düştüler, zayiate uğradılar. Kış bastığı ve ortalığı kalın bir kar tabakası örttüğü için müstevliler yola devama cesaret edemediler ve kışı, civar köyleri yağmalamağa devam ederek Erzincan havalisinde geçirdiler. Yiyecek kıtlığı çeken Türkler, Horsen bölgesine geçtiler (1058). Burada ikiye ayrıldılar. Başta atlar ve katırlar yüksüz olarak yürüyorlar, yol açıyorlar, esirler ve ağırlık kolları onları takip ediyordu. Nihayet Moran adlı bir köye gelebildiler. Bu köyde aşağı şehir halkının sığındığı müstahkem bir mevki vardı. Hücuma hazırlanan Türkler kumandanlarının, galiba Dinar’ın bir ok isabeti ile ölmesi üzerine dağıldılar. Garnizon aşağı şehri tekrar işgal etti ve terk edilen ordugâhı yağmaya koyuldu. Takip edildiklerini zanneden Türkler, bunu görünce geri döndüler. Ordugâhlarını yağma eden Bizans garznizonunu imha ettiler. Buradan Ognut (Kığı civarında Elnut)’a geçen müstevliler, kendilerini takip eden Moran’lı milis kuvvetlerine, yapılan savaş neticesinde aldıkları esir ve ganimetlerin bir kısmını terke mecbur kaldılar. Kurtulanlar dağınık bir şekilde ilk baharda Muş havalisine geldiler. Çanlı Kilise (Glakavang) civarında vuku bulan savaşta Sasun dağlıları tarafından imha edildiler. Aldıkları esir ve ganimetleri terk eden pek az bir kısmı, canlarını kurtardılar.

Bu akınların en büyük neticesi yağma ve tahriplerle müteakip fetihlere zemin hazırlamasından başka, ilk defa Fırat havzasındaki Malatya gibi büyük ve zengin bir şehrin alınarak tahrip ve yağma edilmesidir. Böylece Türk akıncıları On sene zarfında Fırat’ı geçmişlerdi.

Onların Sivas’ı almaları ikinci büyük merhaleyi teşkil etmektedir.

Gerçekten 1059 yılında Tuğrul’un emriyle büyük bir Selçuklu ordusu Sâlâr-ı Horasan, Samuk, Emir Kapar (Emir-i Kebir) ve Kicacic adlı kumandanların idaresinde Anadolu’ya girdi. İkiye ayrılan Tiırk ordusundan Samuk’un kumanda ettiği kol, Kapadokya’ya girdi ve Vaspurakan hanedanından Atom ile Abou Sehl’i ele geçirmek maksadiyle Sivas (Sebasteia) üzerine yurüdü. Fakat Selçuklu ordusunun yaklaştığını duyan bu prensler, Develi (Gabadonia) ye kaçtılar.

Sivas’ı muhasara eden (4 Temmuz 1059) Selçuklular, surlardan mahrum olmasına rağmen, içeri girmekte tereddüt ettiler. Çünkü yükselen beyaz kilise kulelerini asker çadırı sanmışlardı. Garnizonun bulunmadığını anlayan Türk ordusu, şehre girdi. Halkın bir kısmı öldürüldü, bir kısmı esir edildi, büyük ganimetler ele geçirildi. Bir hafta işgalden sonra Selçuklular memleketlerine döndüler.

İkinci kola gelince, Sâlâr-ı Horasan’ın kumandası altındaki bu kol, Urfa’yı kuşattı (1059), fakat netice alamadı.

Üç yıl sonra (1062) Sâlâr-ı Horasan, Cemcem, Îsuli’nin kumandaları altında —yine Tuğrul’un emriyle— bir ordu Anadolu’ya girdi. Önce Bagin (Palin; Ergani’nin hemen kuzeyinde), Tulhum (T’lhum), Ergani (Arkni) bölgelerini istilâ etti, yağmaladı ve halkını esir etti. Galiba kısmen kâfi derecede ganimet elde ettikleri için, kısmen de İmparatorun tayin ettiği Norman Herve’nin hücumlarına marûz kaldıklarından, Türk ordusu hareket, üssüne döndü.

Böylece Tuğrul Bey zamanında Anadolu’ya yapılan akınları, alınan şehir ve kasabaları tarihleriyle birlikte gösterdik.

Verdiğimiz bu uzun tafsilâttan çıkan nihaî neticeler şöyle sıralanabilir:

1 — Sivas ve Malatya’nın doğusunda kalan bütün arazi Selçuklular’ın istilâlarına marûz kalmıştır.

2 — İstilâlar muvakkat mahiyeti haiz olup, hedef ganimet elde etmekten ibarettir.

3 — Bu istilâlar esnasında Bizans orduları hemen hemen hiç mukavemet gösterememişlerdir. Bunun neticesi olarak şehirler ve kasabalar kendi kaderlerine terkedilmişlerdir. Kaynaklar bu istilâlardan tamamiyle Bizans’ı mesul tutmaktadırlar. Onlara göre, Bizans, Ermeni prens ve asilzadelerini yerlerinde bırakmış olsaydı, bu istilâlar olmayacaktı.

4 — Türk tarihi bakımından bu akınların ehemmiyeti müstakbel fetihlere zemin hazırlamış olmasından ibarettir. Çünkü, bu akınlar mukavemeti ve mukavemet ruhunu yıkmıştır.

3 — ALP-ARSLAN ZAMANI FETİHLERİ:

  1. Bizzat Alp-Anlan’ın Taplıği Fetihler:

Saltanat dâvasına kalkan prensleri bertaraf ederek Selçuklu İmparatorluğu tahtına yerleşen ALP - ARSLAN’ın ilk işi, amcası Tuğrul Bey zamanında başlanan “Rûm gazası”na devam etmek oldu. Bu maksatla payitahtı Rey şehrini terkeden (22 Şubat 1064) Alp-Arslan, Urmiye’nin kuzeyinde, Aras civarında bulunan Merend’e geldiği zaman “Rûm” da sık sık gaza yapmış olan Türkmen ümerasından Tuğ-Tekin kalabalık aşiretiyle Sultan’a iltihak etti. Bu havaliyi iyi bilen Tuğ-Tekin, Sultan’ı fetihlere teşvik ediyor, gaza sahalarına giden doğru yolları göstermeyi üzerine alıyordu. Böylece Nahcivan’a gelen imparator, burada, ordusunu başlıca iki kola ayırdı. Aras nehrini gemilerden yapılmış bir köprüden geçen Selçuklu ordusunun Sultan’ın başında bulunan kolu Gürcistan’a sefer ederken, oğlu Melikşah ile vezir Nizamu’l-mülk’ün kumandası altında ikinci kol Bizans hudut kalesine doğru yola çıktı. Biz burada sonuncu kolun faaliyeti üzerinde duracağız.

Aras boyunca ilerliyerek bugünkü Türkiye sınırlarını aşan prens Melikşah, önce müstahkem bir kaleyi, muhtemelen Biurakan (Anberd)ı muhasara etti. Bizzat Melikşah’ın attığı bir okla kale kumandanı öldürüldükten sonra şehir hücumla alındı.

Bilâhara Sürmeli (Sürmeri) ele geçirildi. Bu kalenin civarında bulunan Hagios Georgio’u zaptetti. Melikşah burasının tahribini emrettiyse de, Nizamü’l-mülk bu mevkiin müslümanların uc’u olduğunu, buraya yerleşecek gaziler için erzak, mal ve para depo edileceğini ileri sürerek yağmaya mâni oldu. Bütun bu kaleler Nahcivan emirİne teslim edildi. Bundan sonra Selçuklu ordusu İslâm kaynaklarında Meryem Nişin adı ile geçen, muhtemelen Şirek’deki Marmaraşîn’i kuşattı. Burası, büyük taşlardan yapılmış ve araları demir ve kurşunla pekiştirilmiş sağlam surlara sahipti. Yanından büyük bir nehir geçiyordu. Nizamü’l-mülk burasının fethi İçin gemiler ve kayıklar yaptırmıştı. Bir çok rahip ve keşişlerin bulunduğu —mukaddes addedildiği için ziyaretgâh haline gelmiş olan— bu şehrin zaptı çok zor oldu. Ordu nöbetleşe savaşıyordu. Rivayete göre Melikşah sura bir ip bağlayarak duvara tırmanırken suya duştu ise de ölmedi. Gulâmlar da surlara tırmanmayı denediler, fakat muvaffak olamadılar, bu defa ellerindeki nacaklarla surları delmek istediler, vurmaktan nacaklar körleşti, gene netice alamadılar, atlarının üzerlerinde geçirdikleri bir gece zelzele oldu, kalenin doğu tarafı yıkıldı ve güneş doğarken Melikşah ile vezir şehre girdiler. Kiliseler yıktırıldı, hiristiyanlar kılıçtan geçirildi, ancak İslâm dinini kabul edenler ölümden kurtuldu. Bu sırada, Gürcistan’ı, itaat altına alarak dönen Alp-Arslan, oğlunun yaptığı fetihlere çok sevindi. Böylece tekrar birleşen iki kol, İslâm kaynaklarının Sepid Şehr (Beyaz şehir. Kartlı ile Kars arasındaki hududda, bugunkü Kaps’ın bulunduğu yerde ve Marmaraşîn manastırının 5 Km. kuzey batısında) olarak zikrettikleri şehri kuşattı (Haziran-Temmuz 1064). İki taraf arasında şiddetli savaş oldu ve bir çok müslüman şehit düştü. Nihayet zaptedilen bu şehirden sonra Selçuklu ordusu Borçala (Debeda) nehrinin sol sahilindeki Allaverdi (Lal) kalesini, çetin savaşlardan sonra zaptetti.

Alp-Arslan buradan tekrar bugünkü Türkiye hududlarına dönerek Kars-Ani bölgesine girdi. Evvelâ Çıldır gölünün güneyinde, Kars çayı üzerindeki iki kalenin halkı çıkarak İslâmlığı kabul ettiklerini bildirdiler. Kiliseler cami’ haline getirildi.

Nihayet Ani şehri önüne gelen Alp-Arslan, burasının çok kuvvetli bir surla çevrilmiş olduğunu gördü. İşte bu sebeple Ani bölgesi (Şirek) halkının kadın ve çocukları Türk tehlikesi karşısında buraya sığınmışlardı. Bu durum Selçuklular’ın da dikkatini çekmiş ve Ermenistan halkının büyük bir kısmının şehrin duvarları içinde toplanmış olduğunu sanmışlardı. Bu hal şehrin alınamıyacağı telâkkisini göstermekle beraber, bu kadar çok gayri muharibin bulunması müdafaayı güçleştiriyordu.

Şehrin surlarının üç tarafını nehir (Arpaçay) çeviriyor, diğer tarafında ise, su dolu derin bir hendek bulunuyordu. Hendeğin bulunduğu taraftan muhasaraya başlayan Alp-Arslan tahtadan bir kule yaptırarak mancınıkla surları döğmeye başladı. Günlerce süren, muhasara esnasında Ani’yi almaktan ümidini kestiği anlar oldu. Nihayet surda açılan deliklerden esas şehre girildi. Müdafilerden Bizans hizmetinde bulunan iki Gürcü generali —Bagrat ve Greguvar— iç kaleye çekilerek müdafaaya devam ettiler ve buraya giden yolları odun v.s. ile kapattılar. Sultan bu maniaları yaktırdı. Nihayet Alp-Arslan’ın azmi ve şiddeti karşısında teslim olmayı ve vergi (cizye) vermeği kabul ettiler. Rivayete göre, Sultan, Horasan Amîdi ile Hâdim Şems’i şehrin idaresine memur etti. Fakat anlaştıklarına pişman olan müdafiler tekrar savaşa başladılar. Muhasaranın en şiddetli safhası bu esnada oldu. Başta Sultan olmak üzere Selçuklu askerleri harbîn bütün şiddetine tahammül ediyorlar, yiyip içmeyi ve uyumayı bile ihmâl ederek savaşa devam ediyorlardı. Bu arada Alp-Arslan’ın ve müdafilerin müteaddit harp taktiğine baş vurdukları görülüyor. Meselâ Sultan saman ve toprak dolu çuvalları yığdırarak bunların üzerinden kaleye sapan ve neft attırmış, tahtadan bir köşk yaptırarak, buradan savaşmış, Rumlar’ın duvar ve burçlara tırmanmalarına manî olmuştur.

Diğer taraftan müdafiler de memleketlerinin en güzel kadın ve oğlanlarını Selçuklular’a esir aldırarak meşgul etmek için, Sultan’ın karargâhının önüne gönderdiler. Sultan bunların hepsini yakalatıp hapsettirdi; fakat müdafilerin umduğu olmadı.

Görünüşe göre muhasara esnasında vuku bulan bir zelzele neticesinde surların bir kısmının yıkılması, şehrin alınmasını kolaylaştırmıştır, Böylece Bizans’ın doğuda en müstahkem şehri ve kalesi olan Ani fethedildi. Şehrin fethi hiristiyaıılar arasında ne kadar teessür uyandırmışsa, İslâm dünyasında da o kadar sevinç yaratmıştır.

Alp-Arslan, Bağdad Abbasî Halifesine ve her tarafa gönderdiği fetihnameler ile, kazandığı zaferin önemini idrâk ettiğini göstermiştir. Buna mukabil bu fetihnamelerin umumî bir sevinç uyandırması, Halife’ye gönderilen fetihnamenin Bağdad’da sarayda okunması ve bizzat halife tarafından Alp-Arslan’a onu öven bir mektup gönderilmesi, halifeliğin de bu fethin önemini kavradığını göstermektedir.

Alp-Arslan buraya Debil emiri Minuçihr b. Ebu’s-Sevâr’ı büyük bir ordu ile birlikte tayin etti. Alp-Arslan, Vanand (Kars bölgesi) kıralı Gagik-Abas’dan, huzuruna gelerek itaatini arzetmesini istedi. Ani’nin akıbetini gören kıral, Sultan’ın davetine icabet etmediği takdirde başına gelecekleri takdir edecek kadar zeki idi. Sultan’ın elçisi, onu siyah elbise giymiş olarak görünce sebebini sordu. Gagik, dostu Tuğrul Bey’in matemini tuttuğunu söyledi. Bu cevaba hayret eden elçi, gördüklerini Sultan’a anlattı. Alp-Arslan, Gagik’in hattı hareketinden pek memnun oldu; ordularının başına geçerek Kars’a onu ziyarete gitti, kırala dostluk gösterdi ve hil’atlar giydirdi. Bu surede Gagik, Selçuklu İmparatorluğu’nun Vasatı olarak tahtını muhafaza etmişse de, Alp-Arslan İran’a dönünce, Kars şehrini ve Vanand eyaletini —daha önce Vaspurakan ve Ani kırallarının yaptığı gibi— Kapadokya’da bazı şehirler (Zamanti, Larissa, Amasya, Komana) mukabilinde Bizans İmparatoru Konstantin Duka s’a teslim etti.

b) Kumandanların Fetihleri:

AIp-Arslan’ın başka yerlerde, bilhassa doğuda, iki sene kadar meşgul olduğu sırada, Anadolu’nun fethine kumandanlar devam etmişlerdir, Sâlâr-ı Horasan unvanını taşıyan bir kumandan, Tulhum (T’lhum)’u zorladıktan sonra Bizans hakimiyetinde bulunan Urfa bölgesine geldi; Frank ücretli askerlerinin müdafaa ettikleri Siverek (Sevarak, Süveydâ)e hücum etti (1065-1066). Başlangıçta muvaffak olamayan bu kumandan, yardımcı kuvvetler alarak tekrar geldi ve Siverek, Nisibin (Nsepin) bölgelerini yağmaladı, Urfa civarına inerek Enzeli (N’şenek)yi aldı ve bu havaliye gelmiş olan Antakya Dükü Peht’i bozguna uğrattı.

Ayni sene, ayni kumandan Urfa bölgesine yeni bir akın yaptı. Celep (Calap) üzerine yürüdü, Diphisar (Teb)ı hücumla aldı ve Kısas = Aksas (K’sos)ı kuşattı. Buradan çok uzak olmayan bir yerde (T’lak’ta), 4,000 kişilik bir Bizans ordusu ile karşılaştı. Selçuklu kumandanı bu orduyu büyük zayiata ve bozguna uğrattı.

Sâlâr-ı Horasan, ayni yıl üçüncü defa Urfa bölgesinde göründü. Kupin adlı bir yerde ordugâh kurdu, çevresini yağmaladı ve sonra da aldığı esir ve ganimetlerle döndü.

Ertesi yıl (1066-1067) Hâcib Gümüş-Tekin, maiyetinde Afşin ve Ahmet şah gibi Selçuklu kumandanları olduğu halde, Tulhum bölgesine girdi. T’letut adlı bir kaleyi hücumla aldı. Buradan Nisibin üzere yürüdü, fakat alamadı. Bunun üzerine sığ bir yerinden Fırat’ı geçti ve Adıyaman (Harsan-Msur) bölgesine girdi. Burasını üç gün müddetle yağmaladıktan sonra Nisibin kumandanı Aruandanos, 10,000 kişilik bir Bizans kuvvetiyle ona baskın yapmak istedi; fakat Hoşin (ôşên) kalesi civarında ağır bir mağlûbiyete uğradı ve esir düştü. Ordusunun bakiyesi Hoşin’e çekilerek kurtuldu. Esir kumandan ve maiyeti, Urfa valisi tarafından büyük bir fidye mukabilinde Selçuklulardan satın alındı.

Aldığı ganimetlerle dönen Gümüş -Tekin’in, bazı silâh arkadaşlariyle, bilhassa Afşin ile, arası açıldı. Gümüş-Tekin’e hücum ederek onu öldüren Afşin, Sultan’ın gazabından korkarak batıya doğru kaçtı, Fırat’ı geçerek Suriye’ye indi. Buradan Bizans arazisine hücuma başlayan Afşin’in ordusunun bir kısmı Gaziantep civarındaki Dülük (Dulûk)u muhasara ve zaptederken, diğer bir kısmı Antakya bölgesini tamamiyle tahrip etti (Ağustos-Eylûl 1067). Bilâhara Malatya civarında bir Bizans ordusunu mağlûp eden Afşin, Tohma valisini takiben Kayseri’ye geldi, şehri zabt ile tahrip ve yağma etti (1067). Karaman eyaleti (Lycaonia tem) ine akınlar yapan. Afşin, Toros’ları geçerek Kilikya bölgesine indi. Burada da yağmalar yaptıktan sonra, Amanos dağlarını geçerek hareket üssü olan Haleb’e döndü.

Ertesi yıl Afşin Haleb’den Antakya’ya doğru hücuma geçti, fakat kendisini affettiğini bildiren A!p-Arslan’ın mektubunu alınca, Irak’a doğru yola çıktı (Nisan 1068). Arap kaynaklarına göre, bu bölgelerde artık fethedilecek yer kalmamıştı. Gerçekten Kayseri’ye kadar bütün bu havalinin son derece tahrip edildiği ve yağmalandığı malûmdur. (Rûm memleketlerinden alınan hariç yalnız Haleb’den 70,000 esir). Daha önce Haleb ve çevresinde hüküm süren Mirdasoğulları hanedanından Prens Atiyye’nin taht mücadeleleri için yardıma çağırdığı Hakanoğlu Harun, bu sırada İrtah (Artah)’ı 5 ay muhasara etti. Bizans’lıların sulh teşebbüslerine rağmen şehri fethetti.

* * *

Anadolu’yu fethetmek üzere Aras’ı geçerek ikinci defa Gürcistan’a giren (1067 yılı sonu) ve burayı tekrar hâkimiyeti altına aldıktan sonra Doğuda başgösteren hâdiseler üzerine dönmeye mecbur kalan Alp-Arslan, Bizans arazisinin fethini gene prens ve kumandanlara bıraktı. Bunlardan biri, Sultan’ın eniştesi ve amcası Yunus’un oğlu Prens Kurtçu[2], diğeri de cesaretiyle tanınmış kumandanlardan Sanduk idi. Ahlat’ı hareket üssü yapan Kurtçu ile Sanduk, Anadolu’ya muntazam akınlar yapmaya başladılar.

c) Bizans’ın Mukabelesi:

Bütün bu akınlara bir son vermek üzere Bizans İmparatorluğu’nun başına geçirilen cesur Romanos Diogenes (1067-1071), vakit kaybetmeden harekete geçti. Türk tehlikesi belirdiğinden beri ilk defa bir İmparator akınlara mukabele etmek üzere sefere çıkmaktadır. Uzun müddetten beri Bizans İmparatorlarının, ordularının başında bizzat sefere çıkmamaları, Romanos Diogenes’in giriştiği bu harekete ayrı bir mahiyet ve mana vermektedir. Bu hadise dahi, geçte olsa, tehlikenin İmparatorluk tarafından idrâk edildiğini göstermeğe kâfidir.

13/Mart/1068 de sefere çıkan İmparator önce “Güney’deki düşman”a karşı yürüdü. Fakat Kayseri’ye gelmeden önce kuzeyden gelen bir Türk ordusunun Niksar (Neoce- sarea)ı zabt ile yağma etmiş olduğunu öğrendi. Yolunu değiştirerek. Kayseri üzerinden Sivas’a gelen imparator, Doğuya doğru yürüyüşüne devam ederken, Divriği (Tephrike) de Türklerle karşılaştı; şiddetli bir savaştan sonra Türk ordusunu çekilmeye mecbur etti. Bundan sonra geri dönen Romanos, Göksün, (Kokusos) ve Mavaş (Germeni-keia) vadilerinden geçerek Dülük tem’inden Suriye’ye girdi. İmparator, Mirdasoğulları’nın elinde bulunan Haleb’in kuzey doğusundaki Menbiç’i, Mahmud ve Harun’un karşı hücumlarına rağmen zabtetti. (20/Kasım/1068).

Bu suretle Antakya, Haleb tarafından gelecek hücumlara karşı emniyet altına alındı. Menbiç yeniden tahkim edildi.

Romanos diğer bazı kaleleri alarak yağma ve tahrip ettikten sonra, Bizans arazisine döndü. Yolda İrtah (Artah)ı da aldı ve Torosları aşarak orta Anadolu’ya girdi.

* * *

Gördüğümüz şekilde Suriye’yi terkederek Sultan’ın nezdine giden Afşin, İmparator Suriye’de meşgul iken Selçuklu kumandanlarından Ahmed Şah ile birlikte Ahlat hareket üssünden orta Anadolu’ya şiddetli bir akın yaptı; Sakarya (Sangarius) havzasına kadar ilerledi. Ve İstanbul-Kilikya yolu üzerinde mühim bir kilit noktası olan Amorium (Emirdağ civarındaki Amuriye) u zabt ve tahrip etti.

Bu mühim hadiseyi Pozantı (Podandos) da öğrenen İmparator, Afşin’in yolunu kesmek istediyse de, Türk kumandanı süratle döndüğünden, muvaffak olamadı. Kışın çatması dolayısiyle ordusunu kışlaklara dağıtan İmparator İstanbul’a döndü.

Ertesi yılı (1069) Selçuklu akıncıları, doğudan, güneydoğudan ve güneyden Anadolu’ya hücuma devam ettiler. Bu akıncıların başında Afşin, Ahmed Şah, Sanduk v.s. bulunuyordu. Bizans İmparatoru, Selçuklu taarruzunu durdurmak için bir ordu gönderdiyse de, bozuldu. Tekrar bizzat sefere çıkmağa karar veren İmparator, Kayseri’ye kadar gelerek, o civarda faaliyette bulunan bir Selçuklu akıncı kıtasını geri çekilmeğe mecbur etti. İmparator, ordusunun büyük kısmı ile Fırat’a kadar ilerledi ve Selçuklu akıncılarını bu nehrin sol sahiline çekilmeğe mecbur etti.

Onun plânı, Selçuklu akıncılarının hareket üssü olan Ahlat’ı ve diğer kaleleri geri almak suretiyle, Türkleri Bizans hududu dışına atmaktı. Bu maksatla Harput (Hartabirt) a geldiği sırada Selçuklular da Malatya’ya hücum ederek, İmparator’un orada bırakmış olduğu Filaretos’u mağlûp ettiler. Filaretos kaçarak İmparator’a iltihak etti. Romanos, Muradçayı sahilini takibederek Palu (Balous)ya geldiği zaman, Selçuklu kumandanlarının da, Karaman (Lyconia) eyaletine girdiğini, bazı şehirleri, bu arada Anatolika tem’in in merkezi meşhur Konya (İkonium)yı yağma ve tahrip ettiklerini öğrendi.

Bunun üzerine doğuya doğru yürüyüşten vazgeçip, Sivas’a gelen imparator, Selçuklu akıncılarının ric’at hatlarını kesmek maksadiyle Kayseri’ye hareket etti. Bunu haber alan Türkler, Kilikya’ya girdiler ve gaza yapa yapa Güney Anadolu’daki üslerine döndüler. Bunların arasında meşhur Sanduk da bulunuyordu. Büyük bir ordu ile Haleb’e giren Sanduk 1069 kışını burada geçirdikten sonra “Rûm”a hareket etti (1070).

Selçuklu akınlarına karşı, Manuel Komnenos’u Anadolu’da bırakan İmparator, İstanbul’a döndü.

Bu sırada; tahtta hak iddia eden ve bu sebeple eniştesi olan Sultan tarafından Afşin’e takibettirilen Kurtçu, Anadolu’ya doğru kaçtı. Kızılırmak (Halys) kıyılarına kadar ilerledi. Yolunu kesmek isteyen Manuel, Sivas yakınında vukubulan şiddetli bir savaştan sonra bozguna uğramakla kalmadı, kendisi başta olmak üzere bir çok general ve asker Kurtçu’nun eline esir düştü. Manuel, Kurtçu’nun Afşin tarafından takibedildiğini bildiğinden onu Bizans’a ilticaya ikna etti. Kurtçu da bütün maiyyetiyle İstanbul’a gitti; Romanos tarafından karşılandı. Selçuklu tarihinde ilk defa bir prensin Bizans’a iltica ettiği görülüyor.

Kurtçu’yu ele geçiremiyen Afşin yürüyüşüne devam ederek Kapadokya şehirlerinin çoğunu aldıktan sonra Ferikya’ya girdi. Honas (Khonae, Denizli yakım) ve Laodicea (Denizli’nin birkaç mil berisinde) şehirlerini yağma ve tahrip ettikten sonra, Marmara sahillerine kadar geldi, Kurtçu’nun teslimini İmparator’dan talebetti. Kendisinin; Kurtçu gibi Bizans ülkelerinde yağmalarda bulunmadığını, Sultan’m düşmanı olan onun teslimi suretiyle tatmin edilmediği takdirde Selçuklular’la Bizans arasındaki anlaşmanın artık mer’i olamıyacağını, dönüşü esnasında Bizans ülkelerini istediği gibi yağmalayacağını söyledi. İmparator, himayesine aldığı bir insanı teslim etmenin şerefine aykırı olduğu cevabını verdi.

Takip vesilesi ile denize ulaşan ilk Türk Kumandanı olmak şerefini kazanmış olan Afşin, zorluklar içinde ve aldığı ganimetlerin bîr kısmını terketmek pahasına kışı Toros’larda geçirdikten sonra ikbaharda İran’a dönerek durumu Sultan’a arzetti. Halbuki takibe memur edildiğindenberi ondan haber alamayan Sultan üzüntü içinde idi (1071).

Öyle görünüyor ki, Afşin bu arada Bizans İmparatorluğu’nun kendisini müdafaaya muktedir olamıyacağını ve yapılacak mücadelenin çok kolay olacağını tecrübelerine istinaden Sultan’a anlattı. Diğer taraftan bazı kaynaklara göre eniştesinin teslim edilmemesine çok kızan Sultan, Bizans’tan intikam almaya yemin etmişti.

Mısır’ın fethi için bir Fatîmî devlet adamı tarafından davet edilen Alp-Arslan, Azerbaycan üzerinden Bizans ülkelerine girdi. Vaktiyle amcası Tuğrul Bey’in alamadığı Malazgirt müstahkem mevkiini zabtetti (1070). Böylece Ani’den sonra —doğunun üç büyük müstahkem mevkiinden biri olan— bu şehir de düşmüştür. Burada bir garnizon bırakarak yoluna devam eden Alp-Arslan, Erciş’i de aldı. Diyarıbakır bölgesinden geçerek Siverek (Süveydâ)i, Tulhum (T’lhum)u v.s. kaleleri hücumla zabtetti ve Bizans hakimiyetindeki Urfa (Edessa) Önüne geldi (10/Mart/1071). Her türlü modern muhasara âletlerini kullandığı halde şehri alamıyan Alp-Arslan muhasarayı kaldırarak Suriye’ye doğru yoluna devam etti: Fırat’ı geçti (21/Mart/1071), Haleb kadısı, Sultan’a hitaben kumandanlar (memlûkler) müstesna bu nehri geçen ilk Türk hükümdarı olduğunu, Allah’ın nimetine şükretmesini söyledi.

Sultan, Haleb’i kuşattı. Bu uc şehrini kılıçla fethetmek istemiyen Alp-Arslan’a, iki ay kadar devam eden muhasaradan sonra Mirdasoğulları hükümdarı Mahmud şehrin anahtarlarını teslim etti. Böylece bu Arap devletini Selçuklu İmparatorluğu’na tâbi kılan Sultan, Şam yolunda iken, Bizans İmparatoru Romanos Diyogenes’un Doğu Anadolu’ya doğru ilerlemekte olduğu haberini aldı. Bunun üzerine bir kısım kuvvetlerini oğlunun kumandası altında Haleb’de bıraktı ve Mısır’ın fethine vasalı Mirdasoğlu Mahmud’u memur etti.

Anadolu fütuhatında yeni bir merhale olan Malâzgirt Meydan Muharebesi’ne geçmeden önce burada bir an durarak, Alp-Arslan zamanında yapılan Anadolu fetihlerinden çıkan neticeleri ve bu fetihlerle Tuğrul Bey zamanı fetihleri arasındaki başlıca farkları sıralayalım:

1 — Alp-Arslan zamanında yapılan fetihlere bizzat hükümdar ve vezirlerden başka “gulâm” sistemine göre yetişmiş kumandanlarla devlet hizmetine giren irsî Türkmen beyleri de katılmışlardır. Prenslerin rolleri gittikçe azalırken, hatta onlar isyan etmek suretiyle menfi roller oynarlarken bu kumandanlarla irsî Türkmen Beyleri, bazan birbirleriyle geçinememekle beraber, gittikçe faal rol oynamaya başlamışlardır.

2 — İstilâya katılan unsurların artışına muvazi olarak Anadolu’nun çok daha geniş bölgeleri akınlara maruz kalmış, bazı büyük merkezler işgal edilmiş doğuda mevcut hareket üssünden başka güneyde de bir üs meydana gelmiştir.

3 — İstilâ siyasetinde değişiklik olmuş, Ani, Malâzgirt gibi büyük Bizans şehirleri, fethedildikten sonra, ilk defa Selçuklu devleti’ne ilhak edilmişlerdir. Bu suretle Anadolu’da yurt kurma hareketi başlamıştır,

d) Malazgirt Meydan Muharebesi:

Büyük çapta mukabil taarruza geçen Bizans’ın yarattığı tehlikeyi idrak eden Alp-Arslan süratle hareket etti (27/Nisan/1071). Fırat’ı geçerken hayvanlarının çoğu boğuldu. Bilhassa Irak askerleri dağıldı. Adeta ordusuz kalan Selçuklu hükümdarı, Urfa’dan Musul’a geldiği zaman Malazgirt’i işgal eden Bizans ordusunun önünden kaçan müslümanları, başta Malazgirt kadısı olmak üzere, kendisinden yardım istediler. Sultan, Azerbaycan’a döndü ve Hoy’u merkez ittihaz ederek hazırlığa başladı. Hatun ile hâzinelerini vezir Nizam’ul-Mülk’ün idaresinde kendisine arkadan acele asker yetiştirmesi talimatiyle, Tebriz’e gönderdi. Durumun nazikliği dolayisiyle esas Selçuklu devleti arazisine çekilerek daha geniş çapta hazırlık yapmayı tehlikeli bulan Alp-Arslan, emrindeki 4.000 Has gulâm ve burada kendisine katılan mükemmel techizatlı 10.000 kişilik bir kuvvetle Ahlat’a doğru yola çıktı. Yolda daha başka kuvvetlerin katılması ile Selçuklu ordusu miktarının 40.000 i aştığı muhakkaktır.

Diğer taraftan, 1071 ilkbaharında Bizans’ın bütün kaynaklarını kullanarak meydana getirdiği büyük bir ordu ile üçüncü defa sefere çıkan R. Diogenes, tatbik edilecek plânı müzakere etmek üzere “Kapadokya”da bir harp meclisi topladı. Burada şu iki görüş çarpıştı:

1 — Vakit kaybetmeden yürüyüşe devam ederek, Sultan’la, rastlandığı yerde savaşmak.

2 — Komşu şehirleri tahkim ederek düşmanın yiyecek sıkıntısına düşmesi için mahsulü ateşe vermek, Selçuklu ordusunu beklemek ve Anadolu içine çekmek.

Bryennios ve Trachaniotes gibi tecrübeli kumandanların müdafaa ettikleri bu son görüş, İmparator’un Menbic’i aldığını ve Selçuklu akıncılarını püskürttüğünü hatırlatan “tecrübesiz genç kumandanlar” tarafından reddedildi. Bu sırada Sultan’ın nezdinden gelen Bizans elçisinin Selçukluların şaşkınlık içinde bulunduklarını söylemesi üzerine İmparator müdafaa siyasetini destekliyenlerin görüşünü terk ederek, hücuma karar verdi.

Bizans imparatoru, ordusunun eksikliklerini tamamlamak ve yeni kuvvetler tedarik etmek üzere Erzurum’da karargâh kurdu. Buraya kadar yanında getirdiği mülteci Selçuklu prensi Kurtçu’yu İstanbul’a geri gönderen Romanos Diogenes, ordusundan ayırdığı 12,000 kişilik bir kuvveti erzak tedarik maksadiyle Abazalar ülkesine gönderirken, Türkler (Kıpçak, Uz) ve Franklardan mürekkep 30.000 kişilik bir kuvveti de, Norman Roussel’in kumandasında Öncü olarak Ahlat’a doğru sevketti. Selçuklular’ın yaklaştığı haberi üzerine İmparator bu kuvvetlere yardım için Trachaniotes kumandasında yeni kıtalar gönderdi.

Bizans ordusunun öncü kuvvetleri Ahlat önüne geldiği sırada, İmparator da MALAZGÎRT’İ muhasara ve zabtetmiş bulunuyordu. Bununla beraber şehirdeki Selçuklu kıtaları kaçmağa muvaffak oldular. Şehir halkının bir kısmı fidye vermek suretiyle canlarını kurtardılar.

Keza ordusu ile Ahlat’a doğru ilerleyen Sultan Alp-Arslan’ın öncü kuvvetleri kumandanı meşhur Sanduk, karşılarında Ahlat muhafız kuvvetlerinin bulunduğunu sanan —ki İmparatorada böyle bildirilmişti.— Bizans ağırlıklarına ani bir baskın yaptı, İmparator, Ermeni Vasilakes’in kumandasında tekrar yardım kuvvetleri göndermişse de, bizzat Sultan’ın geldiğini öğrenen Trachaniotes Malatya’ya doğru kaçtı. Yine ayrı bir yardımcı kuvvetin başında bulunan Bryennios yaralandı. Vasilakes ise Sanduk’un eline esir düştü. Başka bir kumandanın burnu kesilerek, ordunun önünde taşınan büyük bir haç ile birlikte acele Bağdad’a sevketmesi için Nizamü’l-mülk’e gönderildi. İşte bu sırada esas Bizans ordusu akşam üzeri kendisini Türk süvarilerinin karşısında buldu. Böylece daha uzakta olduğu sanılan Selçuklu ordusu ile karşılaşan Bizans ordusunun ilk kıtaları şaşkına döndü ve karışık bir şekilde geri çekildi. Bir emniyet tedbiri olarak ordu ile beraber getirilen Malazgirtlilerden bir kısmı, fırsattan istifade kurtuldular, İmparator yürüyüşü durdurmak ve Zehra adını taşıyan bir yerde ordugâh kurmak zorunda kaldı. Görüldüğü üzere, ordusundan ayırdığı bazı kıt’aları muhtelif istikametlere gönderdiği için Bizans ordusu bu sırada 100.000 kişiden ibaret bulunuyordu. Diğer taraftan bu kuvvetleri derhal getirtmek de mümkün değildi. Bizans’lılar geceyi büyük bir heyecan içinde geçirdiler. Çünkü Selçuklu askerleri ordugâhtan çıkan herkesi hemen yakaladıkları gibi, trampet ve boru sesleri ile morallerini bozuyorlardı. 24 Ağustos 1071 Çarşamba günü şafakla berebar Sultan, Bizans ordugâhının bir fersah yakinine geldi ve bir çayın civarına yerleşti.

Şurası muhakkak ki, her iki taraf da kat’i bir meydan muharebesine karar veremiyordu.

Abbasi Halifesi —muhtemelen Sultan’ın teşvikiyle— kendisinin ileri gelen ricalinden olan İbn Muhelbân’ın başkanlığı altında İmparator’a bir elçilik hey’eti gönderdi. Bu hey’ete şüphesiz Sultan’ın emriyle meşhur Selçuklu kumandanı Sav-Tekin de dahil bulunuyordu. Elçi göndermekle takibedilen başlıca hedefin, ayni zamanda düşmanın durumu hakkında malûmat edinmek olduğu göz önünde tutulacak olursa, Halife’nin elçilik hey’etiyle birlikte Sultan, tarafından en güvenilir bir kumandanın gönderilmesini tabii karşılamak lâzımdır. Nitekim Bizans İmparatoru’nun da muhtelif zamanlarda Selçuklu hükümdarı nezdine elçiler gönderdiğini, bu elçilerin Selçuklular’ın durumu hakkında verdikleri raporların İmparator’un kararları üzerinde nasıl müessir olduğunu biliyoruz.

Elçilik hey’etinde bir Selçuklu kumandanının bulunması, ayni elçilik hey’etinin, şüphesiz zikrettiğimiz maksatla tam iki ordu karşı karşıya geldiği sırada, Selçuklu karargâhından İmparator’un nezdinde gönderilmesi, bizi Sultan’ın mutlaka sulh talep ettiği neticesine götürmez. Elçilik heyeti Selçuklu Sultanının telkiniyle tertip edilmiş olsa bile, verdiğimiz bu hüküm kıymetinden kaybetmez. Zira bahis mevzuu olan, görünüşe göre, o zamanki dünyanın iki büyük devleti arasında sulhu korumak için bir aracılık teşebbüsünden ibarettir. Selçuklu ordusunun, Bizans ordusundan sayıca çok daha az oluşu, Alp-Arslan’ın mağlûp olacağı düşüncesiyle sulh teşebbüsünde bulunduğu zahabını uyandırmış olsa gerek. Buna karşı en mühim delil, kazanılan öncü savaşlarıdır.

Bununla beraber Bizans öncü kuvvetlerinin mağlûp olmasının, üstelik görüldüğü üzere yılgınlık havasının bütün orduya sirayet etmeye başlamasının, Bizans İmparatoru’nun nihaî zafere olan inancını aslâ sarsrsmadığını, elçilik hey’etine karşı takındığı tavırdan açıkça anlaşılmaktadır. Öyle görünüyor ki, Bağdad halifesinin aracılık teşebbüsünü Bizans İmparator’u, Alp-Arslan’ın kendisi ile savaştan kaçındığı şeklinde telâkki etmiş ve savaş yapıp yapmamak hususundaki tereddütlerinin zâil olmasına sebep olmuştur.

Filhakika elçilik hey’etinin başında bulunan İbn Mühelbân’ın anlattığına göre, İmparator’un kendisine ilk sözü, İsfahan’ın mı, yoksa Hemedan’ın mı daha iyi olduğunu sormak olmuş, kendilerinin İsfahan’da, atlarının da Hemedan’da kışlayacaklarını söylemek suretiyle nihaî hedefini, nezdine iki büyük devlet arasında sulhu korumak ve kurmak için gelmiş olan elçiye açıklamaktan çekinmemiştir. (Başka bir rivayete göre, imparator, Irak’ta kışlamak, İran’da yazlamak azmindedir.)

Elçinin imparator’a verdiği cevap dikkate şayandır. Gerçekten elçi, şu cevabı vermiştir: “Atların Hemedan’da kışlamaları doğrudur. Sana gelince onu bilmiyorum”. Görülüyor ki, imparator sulh için müzakereye girişmeyi bile kabul etmemektedir. Nitekim aracılık yapan elçilik hey’eti, memleketine dönmesini, sulhun teessüsünü teklif ettiği zaman, Bizans İmparatoru şu cevabı verdi: “Rûm ülkesine yapılanı İslâm ülkelerine yapmadıkça, dönmiyeceğim. (Bu sefer için) muazzam paralar sarfettim, nasıl dönerim?”.

Elçilik hey’etinin sarih olmayan, fakat iki devlet arasında statikonun muhafazasını hedef tutan, yani her hangi taviz ve fedakârlığı ihtiva etmiyen ve iki tarafın ellerindekini muhafaza etmesi esasına istinat eden teklifine İmparator’un verdiği cevap işte böylece redden ibarettir. Ve elçilik hey’etinin tekliflerini yapmadan önce söylediği sözleri teyid ve tasrih edici mahiyettedir: İmparator, kazanacağını muhakkak telâkki ettiği nihaî zaferden sonra, Türk akıncılarının Bizans arazisine yaptıklarına mislile mukabele etmiş olmak için Selçuklu devleti ülkelerini tahrip edecektir. Şu halde İmparatora göre, yapılacak savaş Anadolu’ya yapılan ve yapılacak olan Türk akınlarına kat’î bir son vermek için girişilmiş bir müdafaa tedbiri değil, daha büyük gayelerin gerçekleştirilmesi için bir vasıtadır. Bu itibarla İmparator’un elçilik hey’etine verdiği cevap, sefer tertibinin Bizans bakımından sebeplerini ve gayelerini gayet güzel izah ettiği gibi, tecavüzî mahiyetini de vuzuhla ortaya koymaktadır. Diğer taraftan ayni cevap, iki devlet arasında senelerden beri devam edegelen umumî münasebetlerin cereyanına da uygundur. Bu itibarla bu malûmatı doğru olarak kabulde tereddüt etmedik. Böylece Malazgirt Meydan Muharebesi’yle bu muharebeye tekaddûm eden Türk akınları arasındaki sıkı bağı belirtmiş olduk ve akınları anlatmaksızm Malazgirt savaşının iyi anlaşılalmyacağını gösterdik.

Diğer bazı kaynaklara göre ise, Bizans İmparatoru, Selçuklu İmparatorluğunu yıkarak arazisini tahrip etmekle iktifa etmiyecek, onları ilhak edecekti. Nitekim Mısır, Şam, Horasan, Rey ve Irak’ı daha şimdiden adamlarına tevcih etmiştir.

Alp-Arslan’ın bu savaşı yapmaktan gayesinin ne olduğuna yukarıda kısmen temas ettik. Esas gaye, zaferden sonra Bizans İmparatoru’na karşı muamelesinden ve onunla yaptığı anlaşmadan fiilî olarak anlaşılacaktır. Şimdi burada bu savaşı kabul etmekle Alp-Arslan’ın takip ettiği gayeyi nazarî olarak tesbite çalışalım. Bunun için de Bizans İmparatoru hakkında yaptığımız gtbi, Alp-Arslan’ın sözlerini naklederek tahlil edelim.

Alp-Arslan, kaynaklara göre, biri daha Hoy’da ordu ileri gelenlerine, diğeri savaşa başlamadan biraz önce bütün ordusuna iki nutuk irad etmiştir. O birinci nutkunda “kendisiyle beraber kalan (kumandan) lara”, çok sabırlı olduğunu, emrindeki gazilerle tehlikeli bir işe giriştiğini, muzaffer olursa bunun Tanrı’dan olacağını, ölürse oğlu Melikşah’ı dinlemelerini, ona itaat etmelerini ve yerine geçirmelerini söyledi. Ayni zamanda bir nevi “Siyasî vasiyetname” olan bu nutuktan büyüklüğünü takdir ettiği tehlike karşısında Alp-Arslan’ın çelik azmini ve sebatını vuzuhla müşahede ediyoruz. Böyle bir hükümdarın sahip olduğu irade kudretini —savaşa iştirâk edip etmemekte serbest bıraktığı anlaşılan— emrindeki kumandanlara kolaylıkla aşılayacağı şüphesizdir.

Nutukta dikkati çeken ikinci vasıf, Alp-Arslan’ın yapacağı savaşa vermek istediği manâdır: Ona göre, bu savaş yalnız askerî, siyasî veya millî bir savaş değildir; ayni zamanda dinî bir savaştır. Savaşın bu mahiyeti ikinci nutkunda daha vazih olarak kendini gösterecektir. Şu halde ona göre, bu savaşla yalmz Selçuklu Devleti değil, İslâm dini de müdafaa edilmiş olacaktır. Sünnî İslâm dünyasının başı olan Halife’nin de bunu böyle telâkki ettiği, Alp-Arslan’a gönderdiği bir mektuptan anlaşılmaktadır. Filhakika Halife bu mektubunda Sultan’a cesaret veriyor, onu teşvik ediyor; Cuma namazında zaferi için dua etmelerini her tarafa emrettiğini bildiriyordu (Alp-Arslan’ın, nutkunun buna ait kısmını bu mektuba istinat ettirdiği anlaşılıyor). Savaştan sonra, İslâm’ın manevî merkezi Bağdad’da ve diğer şehirlerde büyük şenlikler yapılması, Malazgirt Meydan Muharebesi’nin bütün İslâmlar tarafından ne kadar benimsendiğini göstermektedir.

Selçuklu hükümdarı savaş meydanında Cuma namazı sırasında, yaptırdığı bir resmî geçitten sonra, bütün ordusuna ezcümle şöyle hitabetmiştir: “Biz ne kadar az olursak olalım, onlar (Bizanslılar) ne kadar çok olurlarsa olsunlar, bütün müslümanların minberlerde bizler için dua ettikleri şu saatte kendimi onlar (düşman) üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer oluruz. Ya şehid olarak cennete gideriz. Ayrılmak isteyen ayrılsın. Bugün burada Sultan yoktur, ben de ancak sizlerden biriyim. Müslümanlara (içinde) zenginlikten başka bir şey olmayan kapı açtım”.

Tarihte hemen hemen bir kaidedir: Büyük kitleleri sevk ve idare etmesini bilen büyük adamlar kat’î neticeyi almak istedikleri anda emrindekilerin psikolojilerine uygun nutuklar irad ederler, onları coştururlar. Tarihin yetiştirdiği en büyük adamlardan biri olan Alp- Arslanda ayni şeyi yapmıştır. Gerçekten bu nutuktan heyecanlanmak için o anda orada bulunmaya bile lüzum yoktur. Zira, nutuk aradan 890 yıl geçmesine rağmen şimdi bile coşturucudur.

Bir çok bakımlardan dikkate şayan olan bu nutku ayrıca uzun uzun tahlile tâbi tutmaya lüzum görmüyoruz, fakat büyük Türk hükümdannın, düşman ordusunun sayıca kat kat üstün olması maddi unsuruna karşı, o anda cami’lerde dualar eden İslâmların teşkil ettiği manevî desteği ortaya koymasını belirtmeden geçemiyeceğiz. Arkalarında bütün İslâm dünyasının bulunduğunu bilen Türk ordusunun nasıl bir ruh haliyle mücadeleye atılacağını kestirmek kolaydır. Diğer taraftan, ayni Türk Hükümdarı ordusuna şu iki şıktan birini tavsiye etmektedir: ya toptan şehit olarak cennete girmek manevî mükâfatına nail olmak, yahut zaferi kazanarak maddî servete kavuşmak. O, üçüncü bir şıkkı, mağlûp olma veya ric’at şıkkını kabui etmemektedir.

Savaşın mahiyetini belirttikten sonra Alp-Arslan’ın ordusu mensuplarını savaşa katılıp katılmamakta serbest bırakmasının onların şevkini daha da arttıracağı meydandadır. Hele bütün sıfat ve selâhiyetlerini terkedip, kendisini de onlardan biri olarak ilân eylemesinin yaratacağı psikolojik havayı kestirmek güç olmasa gerektir. Zira Alp-Arslan’ın ordusuna onlardan biri olduğunu söylemesi demek, ayni zamanda ordusunu teşkil eden her askere kendisi kadar kıymet verdiğini, dîğer tâbirle onların her birini kendisi seviyesinde telâkki ettiğini göstermesi demektir.

Yaptığımız bu kısa tahlil bile, Alp-Arslan’ın her büyük adam gibi kitle psikolojisini gayet iyi bilen bir başkumandan olduğunu, kitleleri coşturmak için zemin, zaman ve şartlara uygun hitabelerde bulunmasını bildiğini açıkça göstermektedir.

Tahlil ederek kıymetlendirmeğe çalıştığımız bu nutka ordu alkışlar arasında şu cevabı verdi “Ey Sultan, biz senin kullarınız; ne yaparsan, senin arkandayız”. Bu cevap, nazarî olarak vardığımız neticeleri fiilen de teyit etmekte, yani istenilen havanın yaratılmış bulunduğunu göstermektedir.

Alp-Arslan, sözleriyle ordusunda yarattığı heyecanı, hareket ve jestleriyle daha da artırmıştır: Cuma günü öğle üzeri son harp meclisini toplayarak tatbik edilecek harp tabiyesini kumandanlariyle bir kere daha müzakere eden Alp-Arslan, ordusiyle beraber namaz kıldı. Sonra ayağa kalktı, yay ve oklarını fırlatıp attı; Türk âdeti gereğince atının kuyruğunu kendi eliyle bağladı; eline kılıç ve gürzünü aldı. Ordusu mensupları ayni hareketleri taklit ettiler (yay ve okları bırakma hareketini pek şumüllü telâkki etmemek icabettiğini, Selçuklu ordusunun savaşa ok atmakla başlamasından anlatılıyor). Selçuklu Hükümdarı beyaz bir elbise giyinmişti, “öldürülürsem kefenim budur” dedi ve ileri atıldı, ordusu da peşinden hücuma geçti.

Verdiğimiz bu izahatla düşmanın sayı üstünlüğünü Selçuklu Sultanının nasıl telâfiye çalıştığını, esas hedefinin ne olduğunu belirttik sanırız. Şu halde Bizans İmparatoru’nun kazanacağından emin olduğu bir savaşın ötesinde, gerçekleştireceği geniş bir plânı olduğu halde Türk Hükümdarı Alp-Arslan’ın zaferi kazanmaktan başka bir şey düşünmediği, bu itibarla kendisini zafere ulaştıracak tedbirleri almakla iktifa ettiği görülmektedir.

Bizans İmparatoru da son defa bir harp meclisi topladı. Burada da iki görüş çarpıştı:

1 — Meydan muharebesi vermek, 2 — Kuvvetleri, tahkim edildiği anlaşılan ordugâhta muhafaza ederek düşmanın hücumunu beklemek.

Son görüşü müdafaa edenler Ahlat’a doğru gönderilen kuvvetlerin akıbetini hatırlatıyorlar ve ordugâhta kalmanın akıllıca bir hareket olacağım söylüyorlardı. Burada da İmparator’un gözüne girmek isteyenler hücum taktiğini müdafaa ettiler. Neticede bu görüş galebe çaldı.

Bizans ordusunun da savaş başlamadan önce kendi dinlerine göre âyinler ve dualar yaptığını biliyoruz. Buna rağmen Bizans’ın bu savaşa dinî bir mahiyet vermeğe çalıştığı iddia edilemez. Zira bütün Hıristiyanların desteklediği bir savaş karşısında bulunmak şöyle dursun, bu savaşa iştirak eden başlıca hiristiyan iki kavim olan Grek ve Ermeniler bile birbirlerine şüphe ile bakıyorlar ve her fırsattan istifade ederek birbirlerini itham ediyorlardı. Diğer taraftan Rûm, Rus, Hazer, Alan, Uz, Peçenek, Kıpçak, Gürcü, Ermeni ve Franklar’dan meydana gelen ve ekserisini Türklerin teşkil ettiği anlaşılan Bizans ordusunun hepsinin hıristiyan olduğu da iddia edilemez.

Bizans ordusu şu şekilde harp nizamına sokulmuştu: Sağ cenaha emrinde Uz (Oğuz) lar olduğu halde kapadokyalı General Alyattes; sol cenaha emrinde Peçenekler, v.s. olduğu halde general Bryennios; merkeze ise, bizzat İmparator kumanda ediyordu. Gerideki ihtiyat kuvvetlerin başına oğlu Andronikos’u geçirmişti.

Türk ordusuna gelince, savaş plânı çok daha başka idi: Alp-Arslan ordusunu ikiye ayırmıştı; bir kısmı ile kendisi düşman karşısında yer alırken, daha büyük bir kısmını da itimat ettiği “lıâcib”lerinden olup, Bizans kaynaklarında Taranges adiyle geçen bir generalin emrine vererek pusu kurmasını emretti. Türklerin tarih boyunca tatbik edegeldikleri bu plânın orijinal bir tarafı yoktur.

Alp-Arslan’ın da, Bizans imparatoru gibi ordusunu sağ cenah, sol cenah ve merkez olmak üzere başlıca üçe ayırdığı, âdet gereğince kendisinin merkeze kumanda ettiği muhakkak ise de, sağ ve sol cenahı kimlerin kumandası altına verdiğini kat’î olarak bilmiyoruz. Selçuklu plânının ağırlık merkezini pusu kurma işi teşkil ettiği ve görüleceği üzere, kat’î neticeyi de bu tâyin eylediği için kaynakların ordunun düşman karşısında nasıl tanzim edildiğine ehemmiyet vermedikleri anlaşılıyor.

Kendisine pusu kurma vazifesi verilmiş olan Selçuklu generali emrindeki kuvvetleri dörde ayırdı ve her birini bir tepenin arkasına gizledi. Ayrıca keşif kolları teşkil etti. Onun pusudakilere verdiği talimat, sırası gelince düşman kıtalarını kuşatmak ve her taraftan ok yağmuruna tutmaktan ibaretti.

Savaşa Selçukluların başladığı anlaşılıyor; Süvarilerinin ok yağmuruna tutulduğunu gören Bizans ordusu onları müdafaa etmek üzere ilerledi, Selçuklu ordusu kaçıyor göründü ve çekilmeye başladı, fakat Bizans ordusu pusudaki kıtaların ani hücumları yüzünden ağır zayiata uğradı.

Kat’î meydan muharebesini kabule karar veren Bizans imparatoru, herhangi bir yerde Türk yaya kıtaları bulmak, savaşa girişmek ve netice almak ümidiyle emrindeki piyade kuvvetleriyle beraber ilerledi, fakat Türkler toplanacak yerde, sağa sola dağılıyorlardı. Bu, onların fırsat bulur bulmaz ansızın korkunç naralarla tekrar görünmelerine ve hücuma geçmelerine manî olmuyordu. Bu suretle Selçuklu askerleri Bizans sağ cenahını firara mecbur etti. Bu hal Bizans geri hattının da çekilmesine sebep oldu. Görülüyor ki, Bizans hatları yerlerinden oynatılmıştır. Görünüşe göre, ilk kuşatılan hat ise bizzat İmparator’un kumanda ettiği merkez hattıdır. Zira o bir anda kendisinin ve emrindekilerin her taraftan ok ve taş yağmuruna tutulduğunu gördü. Romanos Diogenes bu ana kadar bozulmamış olduğu anlaşılan sol cenahı yardımına çağırmak istedi, fakat Türkler ona da manî oldular; zira Bizans ordusunun arkasına geçen ve sol cenahı da kuşatmıya başlayan Selçuklu askerleri bu cenahı da bozguna uğratarak firara mecbur ettiler. Böylece tamamiyle tecrit edilmiş olan ve takviye kuvvetlerinden de mahrum kalan İmparator esir düşünceye kadar elinde kılıç çarpışmaya devam etti. Mahsur İmparator nihayet elinden yaralandı. Bu sırada o, elbiselerinden ve başındaki tolgadan tanındı. Bir ok isabeti alan atı kendisi ile beraber yere yıkıldı. Onun kaçmasına manî olmak için ata mahsus nişan alındığı muhakkaktır.

Savaşın ne kadar sürdüğü meselesine gelince, Arap kaynaklarına göre Cuma günü öğleden sonra başlayan savaş, akşama kadar bitmişse de, takip, gece de devam etmiştir. Şüphesiz temizleme hareketi ertesi gün de akşama kadar sürmüştür.

Bütün kaynakların hemen hemen ittifakla bildirdiklerine göre, savaş çok şiddetli olmuş, Bizans askerlerinin büyük bir kısmı öldürülmüş, başta imparator ve bir çok kumandanlar olduğu halde bir kısmı esir edilmiş, ancak pek az kısmı oraya buraya kaçarak canlarını kurtarabilmişlerdir. Bizans ordusundaki Uz’lar, daha sonra da Peçenekler kendileri gibi Oğuz soyundan olan Selçuklu Türkleri’yle karşılaştıklarını kıyafet ve konuşmalarından anlıyarak daha savaşın başında kardeşlerinin tarafına geçtiler. Sağ cenahın çabucak bozulması ancak bu suretle izah edilebilir.

Buna göre Malâzgirt Meydan Muharebesi’nin bir imha muharebesi vasfını haiz olduğu söylenebilir.

Elde edilen ganimet ise bir kelime ile muazzamdı.

Uzun tarihi boyunca ilk defa bir Bizans İmparatoru müslüman bir hükümdarın eline esir düşüyordu. Esir alma şerefi de Selçuklu Türkleri’ne ve onun kahraman hükümdarı Alp-Arslan’a nasip olmuştu.

Harbi bitmiş sayan Alp-Arslan çadırına çekilmişti. Kaçanları ordusiyle beraber bizzat takib etmiş olan Sultan, yorgunluğunu gidermeğe pek vakit bulamadan, kumandanlarından Gûherâyin huzuruna gelerek “köle (gulâm) lerinden birinin “Rûm Meliki”ni esir etmiş olduğu haberini verdi ve şu maruzatta bulundu: ordu (daha İran’da), Nizamü’l-mülk’ün önünde teftiş verirken, bu köle’yi beğenmemiş olan Vezir onu ordudan ıskat etmek istemişti. Kendisi (Gûherâyin)in lehinde şefaati üzerine ihtiyar vezir alay etmiş ve “belki de bize” Rûm Meliki’ni esir olarak getirir” demiştir, Gûherâyin maruzatını şu sözlerle bitirdi: “Yüce Tanrı, Rûm Meliki’ni onun eliyle esir ettirdi”.

İnanmak istemiyen Hükümdar, İmparator’u esir alan köleyi huzuruna getirterek hâdiseyi onun ağzından dinlemiştir. Köle, başının üstünde iki haç ve etrafında Rus muhafız kıt’ası, bulunan bir atlı görerek öldürmek için üzerine hücum ettiğini, muhafızlardan birinin “yapma, bu Meliktir” dediğini anlattı.

Sultan, İmparatoru esir alan bu köleyi hil’atledi ve onu has adamlarından biri yaptı. Başardığı işin azametini takdir eden köle bununla iktifa etmemiş, kendisine Gazne’nin verilmesini istemiş, Sultan da kabul etmiştir. Gazne bu sırada Selçuklu hakimiyetinde olmadığı için bunu, burasının fetihten sonra Bizans İmparatoru’nu esir edene vermeyi Selçuklu Hükümdarının vadettiği şeklinde kabul etmek lâzımdır.

Sultan, zincire vurulmuş Bizans İmparatoru’nu huzuruna getirtti, teşhis ettirdi.

Bundan sonra Selçuklu Sultan’ı ile İmparator arasında şu çok dikkate şayan muhavere cereyan etmiştir ki, tarihî ehemmiyeti dolayısiyle kaynaklarda geçtiği şekilde aynen veriyoruz:

Sultan:

—“dostluk kurmak üzere sana Halife’nin elçilerini göndermedim mi? (Fakat sen dostluktan) imtina ettin. Sana düşmanlarımın iadesini istemek üzere Afşin ile elçi göndermedim mi? Fakat reddettin. (Daha) dün akşam sana adam göndererek, dönmeni rica etmedim mi? Fakat sen “para sarfettim, büyük bir ordu topladım, buralara kadar geldim, aradığımı yakaladım, ülkelerime yapılanı İslâm ülkelerine yapmadıkça nasıl dönerim?” dedin. Serkeşliğinin neticesini nasıl buldun?” (Bu son söziyle Selçuklu Hükümdarı ayaklarında zencirler ve boynunda lâle ile önünde duran İmparator’un halini kastediyordu.)

İmparator:

—“Ülkelerini almak için her türlü kavimlerden mürekkep askerler topladım, paralar sarfettim. Memleketim ve kaderim elindedir. Bu durumda önündeyim. Tevbih ve tekdiri bırak, ne istiyorsan onu yap!”

Sultan:

—“Zaferi sen kazansa idin, bana ne yapardın?”

İmparator:

—“Sen böyle benim veya adamlarımın lütfuna terkedilmiş olsaydın, ya başını kesmelerini, yahut bir darağacına asmalarını emrederdim”.

Sultan:

(Kendi kendine) — “Ah, vallahi doğru söyledi. Bundan başka türlü konuşsaydı yalan söylemiş olurdu. Bu adam akıllı, merd bir adamdır. (Bu sebeple), katli caiz değildir. “(Sonra yüksek sesle) “sana ne yapacağımı zannediyorsun?”

İmparator:

—“Üç şık vardır: Birincisi beni öldürtürsün. İkincisi, üzerine yürümekten bahsettiğim ülkelerinde beni teşhir edersin. Üçüncü şıkka gelince, yapmıyacağın için söylenmesinde bir fayda yoktur”.

Sultan:

—“Bu nedir?”

İmparator:

—“Affedilmem, (takdim edeceğim) paraları kabul etmen, (aramızda) dostluk kurulması, beni dost edinmen, beni bir kölen, kumandanlarından biri ve Rûm’da bir “Naib”in olarak memleketime iade etmen, Zira beni öldürürsen sana bir faydası olmaz; (benim yerime) başka birisini (tahta) geçirirler”.

Sultan:

—“Hakkında aftan başka bir şey düşünmedim: Kendini satın al!”

İmparator:

—“Sultan ne istediğini söylesin”

Sultan:

—“10 milyon dinar”,

İmparator:

—“Hayatımı bana bağışladığın takdirde, Rûm mülkünü (bile) istemekte haklısın. Lâkin başlarına geçtiğimden beri ordular sevketmek, savaşlar yapmak için Rûm’un paralarını sarfettim, mallarını müsadere ettim, halkını fakir düşürdüm”.

İşte Alp-Arslan İle Romanos Diogenes arasında geçen tarihî konuşma burada bitmektedir. İki hükümdar arasında böyle bir konuşmanın geçmiş olduğunu kabul etmemek için hiç bir sebep yoktur. Çünkü, muhavere, zamanın umumî telâkkilerine ve şartlarına uygun olduğu gibi, düşmanlanna daima iyi muamele etmekle şöhret bulmuş olan Türkler’in âdet ve geleneklerine de uygundur. Yalnız, esir Bizans İmparatoru’nun tahtına iade edildiği takdirde Sultan’ın kölesi, v.s. olacağını söylemesi zor kabul edilebilir. Çünkü muhaverenin başında ölümü istihkar edercesine konuşan İmparator’un konuşmaların sonuna doğru bu kadar küçüleceği düşünülemez. Alp-Arslan’ı büyültmek ve tabiî Bizans İmparatoru’nu küçültmek için İslâm kaynaklarının konuşmaların bu noktasında değişiklikler yaptıkları ileri sürülebilir.

Kaynaklarda karşılıklı konuşmaya burada son verilmekte, fakat müzakerelerin devam ettiğine de işaret edilmektedir. Bu tarzda devam ettiği anlaşılan karşılıklı konuşmalar sonunda Bizans İmparatoru şu hususları kabul ve teahhüt etti:

1 — İmparator, şahsının serbest bırakılması karşılığında 1.500.000 dinar ödeyecek

2 — Ayrıca Selçuklu İmparatorluğu’na her yıl 360,000 dinar verecek.

3 — İmparator, ihtiyaç duyulduğu zaman istenildiği kadar Rûm askerini Selçuklu İmparatorluğu’nun yardımına gönderecek.

Şartlann bunlardan ibaret olduğunu zanneden Bizans İmparatoru, yerine başka birinin tahta çıkarılmasından önce yola çıkmasına müsaade etmesini Selçuklu Hükümdarından rica etmiş, böyle bir şey vaki olduğu takdirde, teahhütlerini yerine getirmeğe muktedir olamıyacağını hatırlatmıştır. Fakat Alp-Arslan müslümanlardan yeni aldığı, Antakya, Urfa, Menbiç ve Malâzgirt’in iadesini ve Bizans elinde bulunan müslümanlann serbest bırakılmasını istemek suretiyle, anlaşma şartlarının henüz tamamlanmamış bulunduğunu anlattı. Buna cevap veren Bizans İmparator’u, bu şehirleri iade etmenin elinde olmadığını, sâlimen memleketine döndüğü zaman buralara ordular sevk ederek alacağını ve Sultan’a teslim edeceğini, yoksa, şimdi emir verse de, kendisini kimsenin dinlemiyeceğini söyledi. Esirler meselesine gelince, İmparator memleketine döner dönmez, onları yola çıkaracağını ve kendilerine iyi muamele edeceğini vadetti.

Esir İmparator’un kendini kurtarmak için ödeyeceği para miktarı üzerinde yapılan indirme istisna edilecek olursa, gâlip Selçuklu Hükümdarı Alp-Arslan tarafından, dikte edilen anlaşma şartları böylece bitmiş oldu.

Fakat kazanılan zaferle yapılan anlaşma karşılaştırıldığı zaman, şartların ne kadar hafif olduğu derhal dikkati çekmektedir. Sonra hemen hemen bütün şartların yerine getirilebilmesi İmparator’un tekrar tahtına oturabilmesine bağlıdır. Alp-Arslan neden bukadar hafif şartlarla bir anlaşma yapmıştır? Bunun sebeplerini kısmen Bizans İmparatoru’nun hareket ve konuşmalariyle Selçuklu Hükümdarı üzerinde uyandırmağa muvaffak olduğu itimatta, kısmen de Bizans İmparatorluğu’nu vasal bir devlet haline getirmenin Alp-Arslan’ın gururunu tatmin etmesinde aramak lâzımdır. Yoksa savaş neticesinde askerî teşkilâttan hemen hemen mahrum hale gelen Bizans’ı ortadan kaldırmak mümkün olduğundan, İmparatora çok daha ağır şartlar kabul ettirmek. Alp-Arslan için pek kolay bir iş olurdu, öyle görünüyor ki, Romanos Diogenes’in şahsında sadık bir vasal ve müttefik bulduğuna kanaat getiren Selçuklu Hükümdarı, Bizans İmparatorluğu’nu fazla ezmek istememiştir.

Mesele ne bakımdan mütâlea edilirse edilsin anlaşma tatmin edici görünmemekte, kazandığı takdirde Türk Devleti’ne neler yapacağını önceden ilân eden bir düşmana aşırı müsamahakâr davranıldığı kanaatini vermektedir. Bu itibarla anlaşma dikte edenin asaletini ve gururunu belirtmekle beraber Türk Devleti’nin yüksek menfeatlerini şahsî hisleri uğruna feda ettiği intibaını uyandırmaktan da geri kalmamaktadır. Bu mülâhazalarla Alp-Arslan, karşımıza iyi bir asker, mükemmel bir hatip, fakat zaferlerinin neticesinden iyi istifade edemiyen bir siyaset adamı hüviyetiyle çıkmaktadır. Onu böyle harekete sevk eden şahsî sebepler ne kadar asil olursa olsun hakikat budur. Şu halde Malazgirt Meydan Muharebesi’nin Anadolu’nun kapılarını açtığını, bize bir vatan kazandırdığını bu anda iddia etmek mesnetsiz hükümler vermek demektir. Hatta daha ileri giderek denilebilir ki, şimdiye kadar yapılagelen akınları durduran bu anlaşma bu haliyle Selçuklu Devleti’nin şimdiye kadar takibettiği umumî siyasete aykırıdır.

Malazgirt Meydan Muharabesi’nin hakiki ölçüsüyle değerini kazanabilmesi için şartların değişmesi gerekmiştir.

Ancak tahlil ederek kıymetlendirmeğe çalıştığımız anlaşmaya varıldıktan sonra Alp-Arslan’ın emriyle İmparator’un ayaklarındaki zincirler ve boynundaki lâle çözüldü. Fakat kendisine hakiki hükümdar muamelesi yapılması için ertesi günü beklemesi icabetti. Filhakika, Cumartesi veya Pazar günü huzura kabul edilen Bizans İmparatoru, kendisinden savaş esnasında alınmış olan tahtını dikilmiş buldu. Sultan, onu yanıbaşında tahtına oturttu, kendi eliyle kürkünü giydirdi ve başına tacını koydu. Beraber yemek yediler. Bundan sonra da Sultan kararını kendisine şu sözlerle resmen tebliğ etti: “Seni dost edindim; (zira) itimada şayan olduğuna kanaat getirdim. Seni memleketine göndererek, tahtına iade ediyorum”. Rivayete göre bu resmî beyan üzerine İmparator, Sultan’ın önünde yer öpmüştür. Yine rivayete göre, İmparator, Sultan’ın nezdinde bir hafta kaldı. Bu arada akrabalık münasebetleri kurulması kararlaştırıldı.

Sultan, başlarında iki Hâcib’in bulunduğu ikiyüz kişilik bir kıt’ayı İmparator’un muhafazasına memur etti. Onu bir fersah mesafeye kadar bizzat teşyi etti. Yolda İmparator, Selçuklu Hükümdarı’nın yanında yaya yürümek istediyse de, Sultan manî oldu. Ayrılacakları zaman iki hükümdar kucaklaştı.

Sultan, Rey ve Hemedan’a dönerken, İmparator da Türk askerînin muhafazası altında, kendisini bekliyen akibetten habersiz, Anadolu içinde İstanbul’a doğru yol alıyordu. O, Sivas civarında Türk muhafız kıt’asını geri gönderdi.

Romanos Diogenes’in esareti haberi İstanbul’da Önce bir kararsızlık havası yarattı. Fakat esir İmparator’un Selçuklu Hükümdar’ı ile anlaştığı öğrenilince, Mihael VII., Bizans İmparatorluğu tahtını ele geçirdi. (24 Ekim 1071). Romanos Diogenes, hadiseyi daha Sivas civannda öğrenmiş bulunuyordu.

Müttefiki Selçuklu Hükümdarı’na güvenen Romanos Diogenes, Bizans tahtı için mücadeleye giriştiyse de, önce Amasya’da, sonra da Adana’da mağlûp edildi. O, yardım istediği Alp-Arslan’ın kendisine yardımcı kuvvetler göndereceğine ve Bizans tahtına oturmasını temin edeceğine son dakikaya kadar inanıyordu.

Hiyle ile ele geçirilen Romanos’un gözlerine mil çekildi ve aradan çok geçmeden öldü (1072 yazı).

Sağlığından, hatta Bizans İmparatorluğu tahtına geçmesinden fazla ölümü bizi ilgilendirdiği için, Romanos Diogenes’in haklarını elde etmek için giriştiği mücadeleyi ve akıbetini, kısaca da olsa bahis mevzuu ettik. Zira şartlar ayni kalsaydı, Malazgirt Meydan Muharebesi, tarihin kaydettiği en büyük savaş olarak kalacak, fakat belki de büyük ve şumüllü neticeler vermiyecekti. Halbuki Bizans’ta vuku bulan bu iç savaş neticesinde Alp-Arslan’ın müttefiki olan Romanos Diogenes’in davayı kaybetmesi ve ölümü, Türkler’in Malazgirt Meydan Muharebesi’nin neticelerinden istifade etmelerine imkân vermiştir. Müttefiki Romanos Diogenes’in uğradığı felâkete çok müteessir olan Alp-Arslan, intikamını almağa yemin etmiş, kendisi Orta Asya’ya doğru sefer ederken başta Kutalmış’m oğulları olmak üzere bir çok prens ve kumandanları Anadolu’nun fethine memur etmişti. Bu suretle, feshedilen anlaşmadan sonra Anadolu akınlarına yeniden başlamak suretiyle Tuğrul Bey zamanındanberi takibedilen siyasete dönülürken, Malazgirt Meydan Muharebesi de hakiki değerini almış bulunuyordu. Bu itibarla Malazgirt Meydan Muharebesi, Anadolu’nun fethinde ve Türk Vatanı haline gelmesinde asıl bundan itibaren kat’î bir dönüm noktası teşkil eder. Çünkü bundan Önceki akınlarla bu savaştan sonraki akınlar arasında şu derin farklar vardır:

1 — Bizans ordusu Malazgirt’te imha edildiği için Türk Akıncıları artık ciddî bir mukavemetle karşılaşmadılar.

2 — Bunun neticesi olarak, istilâ daha süratli oldu. Türk akıncıları daha önce takriben 25 yılda batıda denize ulaştıkları halde, Romanos Diogenes’in ölümünden sadece iki yıl sonra Ege ve Marmara sahillerine indiler ve Üsküdar’a kadar bütün Anadolu’da ayak basmadıkları yer kalmadı.

3 — Daha önceki akınlarda akıncılar ganimet elde ettikten sonra umumiyetle Ahlat ve Haleb’deki üslerine döndükleri halde, şimdi Anadolu’da kalıyorlardı. Bunda onları sürüp çıkaracak kuvvetlerin bulunmamasının tesiri olmakla beraber, akıncıların Anadolu’yu artık benimsemeye ve burasını yurt edinmeye başladıkları ileri sürülebilir.

4 — Bununla beraber, bu akınların Malâzgirt Meydan Muharebesinden önce yapılan akınların devamı olduğu da bir gerçektir. Zira, yeni akıncıların kendilerini birdenbire Orta Anadolu’da bulmaları ve buradan itibaren her istikamette fetihlere girişmeleri bir tesadüf eseri değildir.

5 — Zaten aradan çok geçmeden Anadolu’da bir takım mahallî devletlerin kurulması bu siyasetin, hem fiilî tezahürleri, hem de Anadolu’nun fethinde yepyeni bir merhaledir, Malazgirt Meydan Muharebesi’nin neticeleri sayılabilecek olan bu meseleler aynca ele alınacaktır.

BİBLİYOGRAFYA

Yazımızda Anadolu’nun fethini muayyen bîr tasnif sistemi içinde kül olarak ele aldık. Malazgirt Meydan Muharebesini tecrit ederek konuyu anlamanın mümkün olmadığını, bilhassa bu mühim hâdiseyi Anadolu’nun fethi çerçevesi içinde ele almak icâb ettiğini, bu takdirde bu meydan muharebesinin Anadolu’nun fethi için yapılan savaşlar silsilesinin, çok ehemmiyetli bir halkası haline geldiğini safha safha belirtmeğe çalıştık. Bununla beraber yazı Anadolu’nun fethini ilk defa az çok sistemli bir şekilde ele alan bir denemedir, bir başlangıçtır. Araştırmaların sağlam bir temele istinat ettirilebilmesi için önce muhtelif dillerde yazılmış ana kaynakları tenkidi bir şekilde ele almak, birbirleriyle mukayese etmek, elemek, hatta Türkçeye tercüme etmek lâzımdır. Bu, araştırmaların son derece süratle ilerleyişi dolayısiyle Bizans kaynakları için söylenebilirse de, Şark kaynakları hemen hemen olduğu gibi durmaktadır.

KAYNAKLAR

Bizans Kaynakları:

Anadolu’nun fethi ve Malâzgirt Meydan Muharabesi için en mühim çağdaş Bizans kaynağı, J. Skylitzes’dir. (G, Cedrenus - J. Sklitzes, Bonnae, 1839).

Skylitzesbu mevzulara temas eden herkes tarafından daimî olarak kullanılmaktadır. Bu kaynağın verdiği malûmat, msl. Alp-Arslan’la esir İmparatorun konuşmaları, aşağıda bahis mevzuu edilecek diğer Doğu ve Batı kaynakları tarafından da teyid edilmektedir.

Kedrenos, Skylitzes’i hemen hemen aynen kopye eder (bk. yuk).

İkinci mühim kaynak, M, Attaliates’dir (M. Attaliotae historia, Bonnae 1853).

Şimdi Fransızca tercümesi de çıkmağa başlamıştır: Michel Attaliates, Histoire, traduit par H. Gregoire, Byzantion, XXVIII, (1959) s. 325-362. Constantin, IX. Monomaque’in ölümüne kadar.

Üçüncü mühim kaynak, N, Bryennios’dur. —Nicephori Bryenni Commentarii, ree. A. Meinake Bonnae, 1836. Bu kaynağın şimdi elimizde Fransızca mükemmel bir tercümesi vardır (bk. N. Bryennios, Les Quatre Livres des Histoires, traduit par H. Grégoire,Byzantion XXIII (1953), s. 469-530; XXV-XXVII (1955-57), s.881-926). Malâzgirt Meydan Muharebesi ve bunu müteakip Anadolu istilâsı hakkında en mufassal malûmat veren kıymetli kaynaklardan biridir.

M. Psellos’ûn, Malâzgirt Meydan Muharebesi hakkındaki kıymetli tahlilleri ve bilhassa Romanos Diogenes’in stratejik hatalarını belirtmesi, bu savaşın vuzuhla anlaşılmasına yardım etmektedir, (bk. The Chronographie of M. Psellus, transi, from the Greek by. E.R.A. Sewter London, 1953 E. Renauld tarafından Fransızca trc. Psellos, Chrongraphie, I, II, Paris, 1926, 1928.)

Zonaras v.s. gibi daha muahhar kaynaklar, saydığımız ana kaynakları hemen hemen aynen kopye etmişlerdir.

Bütün Bizans kaynaklan hakkında toplu malûmat edinmek için bk. G. Moravcsik. Buzantinoturcica, I, Budapest 1942; çok genişletilmiş, 2. baskı, Leiden, 1958.

Ermeni kaynakları:

Ermeni kaynaklarına gelince, şu iki kaynak mevzuumuz için çok mühimdir:

1 — Arjsdaghés de Lasdived, Histoire d’Arménie, trad. par Ev. Prudhomme, Paris, 1864. Aristakes, Tuğrul Bey’in Batı seferleri için en mufassal malûmat veren müelliflerden biridir.

2 — Urfa’lı Matthieu. (Bk. Chronique de Matthieu d’Edesse, trad. par M, E. Dulaurier, 1858. Pek mufassal olan Urfalı Matthieu, bazan başka hiç bir kaynakta bulunmayan malûmat vermektedir. Bizans ordusundan Alp-Arslan’a, daha Suriye’den dönerken “Ordu ekseriyetinin kendisi ile beraber” olduğuna dair mektuplar geldiğinin kaydedilmesi buna misal gösterilebilir,

Süryânî kaynakları:

Süryânî kaynaklarından Suriye’li Mişel, mevzuumuz için mühimdir. Gerçekten o, Anadolu’ya, bilhassa Malatya ve havalisine yapılan Türk akınları hakkında vâzıh bir tablo çizmektedir. Fakat Malazgirt Meydan Muharebesinin idaresi ve Bizans İmparatoru’nun esir alınış şekli hakkında verdiği malûmat diğer kaynakların verdikleri malûmata uymamaktadır. (Bk, Michel le Syrien, Chronique Universelle, éd. et trad. par J.-B. Chabot, Paris. 1899-1910.)

Bar Hebraeus’un eseri de mühimdir (bk. Gregory Abu’l Faraj Bar Hebraeus, The Chronography, I. Süryânî dilinden İngl. ye terc. E, W, Budge, London, 1932; bundan Türkçeye terc. Ömer Rıza Doğrul, Abû’l Faraç Tarihi, I, Ankara, 1945).

Bu kaynak, gerek Anadolu’nun fethi, gerek Malazgirt Meydan Muharebesi hakkında diğer kaynakların da teyid ettiği bazı kıymetli malûmat vermektedir. Msl. bu eserde Alp-Arslan ile R. Diogenes arasındaki muhavere oldukça tam olarak bulunmaktadır.

Arab Kaynakları:

Bu mevzuda, bilhassa Malâzgirt Meydan Muharebesi ile ilgili hususlarda, en mufassal kaynak Sıbt İbnü’l-Cavzî’dir. (Bk. “Halifelik meseleleri” Bibl.)

Bu sebeple, muahhar olmasına rağmen (eserini XIII. asrın ortalarında yazmıştır ve 654 (1256) yılında bitirir) başa almakta tereddüt etmedik.

Bu kaynağın Malazgirt Meydan Muharebesinden bahseden kısmı, H.F. Amedroz tarafından şu kitabın haşiyelerinde neşredilmiştir (bk. İbnü’l-Kalânisî, Tarih, Leyden, 1908, s. 100-106).

İkinci mühim kaynak şudur: İmâdü’d-din İsfahanİ, Nusretü’l-Fıtre ve Usretü’l-Katre, Paris, No. 2145.

Çok ağır ve anlaşılması güç bir dille yazılmış olan ve tek nüsha halinde bize kadar gelen bu eser Bundârî tarafından muvaffakiyetle ihtisar edilmiştir (bk. Bundârî, Zuhde- tü’n-Nusre, neşr. Th. Houtsma, Receuil de Textes Relatifs à l’Histoire des Seldjoucides, II, Leide, 1889. Türkçe tercümesi için bk).

Kıvameddin Burslan, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, İstanbul, 1943.

Başarılı bir tercüme olan bu neşir, İbnü’l-Esîrin meşhur tarihî eserinden Oğuzlar ve Selçuklular’a dair nakiller yapılmak suretiyle daha da kıymetlenmiştir ki, bu, Arapça bilmiyenler için büyük bir kolaylıktır.

Mevzuumuz için diğer bir kıymetli kaynak da İbnü’l-Esîr’dir (Tarihü’l-Kâmil nşr. Tornberg, Cild: X, S. 44-46).

Muhtelif kaynaklardan nakiller yaparak biri birlerine aykırı noktaları telife çalışan İbnü’l-Esîr’in eserinin diğer yerlerinde olduğu gibi burada da başarı gösterdiği söylenebilir. Mısırda yapılmış müteaddit neşirleri vardır.

İbnü’l-Adîm’in iki eseri de mevzuumuz için faydalıdır:

Zübdetü’l-Haleb min Tarihi Haleb, nşr, Sami Dahan, Şam, I. 1951; II- 1954. Muhtelif yerlerde parça parça neşredilen ve Selçuklu devriyle ilgili, bir kısmı da Blochet tarafından Fransızcaya tercüme edilen eserin tamamı böylece ilmî şekilde neşre başlanmıştır. (bk. J. Sauvaget, İntroduction, s. 147-148; C. Brockelmann, GAL, I, s. 405, Suppl. I, s. 569).

Onun bu eseri Anadolu’nun, bilhassa güneyden, fethi için çok mühim malûmat vermektedir. Oğuzlar’m Anadolu istilâsı için Haleb’in hareket ussü olduğunu ondan öğreniyoruz[3].

Bu eser onun Lügat şeklinde yazılmış olan asıl büyük eserinin hülâsasından ibarettir: Bk. Bugyetü’t-taleb fi Tariki Haleb, Topkapı sarayı. No, 2925. Alp-Arslan maddesi.

Kullandığı bütün kaynaklan veya dinlediği rivayetleri adları ile birlikte zikreden İbnü’l-Adîm, Malâzgirt Meydan Muharebesi için oldukça faydalı malûmat vermektedir. Bu eserin bilhassa Türkler’le ilgili bazı maddeleri J. Sauvaget tarafından muhtasaran Fransızca’ya tercüme edilmiştir (bk. J. Sauvaget, Extraits du "Bugyat at-Talab d’îbn at-Adîm, REİ (1933) P. 391-409).

Eserinde Malâzgirt Meydan Muharebesiyle beraber bilhassa Anadolu’nun fethi ve güney-doğu Anadolu tarihi için çok kıymetli malûmat veren bir müellif de şudur:

İbnü’l-Ezrak el -Farikî, Farikî Meyfarîkîn, Britisch Muséum, Or. No. 5803 s. 144 v.d.

Onun Malâzgirt Meydan Muharebesi hakkında verdiği malûmat Amedroz tarafından neşredilmiştir (bk. İbnü’l-Kalânisî, s. 99-100).

Bu kaynaktan ilk defa M, H, Yinanç geniş çapta istifade etmiştir (bk. Selçuklu devri Türkiye tarihi, I. Anadolu’nun fethi).

İbnü’l-Cevzî (Kitabü’l-muntazam, VIII, Haydarâbâd, 1359). Mevzuumuza dair, torunu (Sıbt) kadar olmamakla beraber, faydalı malûmat vermektedir.

Malâzgirt Meydan Muharebesi’nden bahseden en eski tarihçi İbnü’l-Kalânisî’dir (bk. Zeylü Tarihi Dimeşk, nşr. H. F, Amedroz, Beyrut-Leyden, 1908).

Fransızca tercümesi için bk. R. LeTourneau, Damas de 1075 a 1154. Damas 1952.

Amedroz neşrinin tamamının, hele diğer kaynaklardan yapılan nakillerin tercüme edilmemesi eserin başlıca kusurlarıdır.

Kısmen İngilizce tercümesi için bk. H. A. R. Gibb, The Damascus Chronicle of teh Cruasades, London, 1932. (Dikkate değer bir girişle).

İbnü’l-Kalânisî, Bizans ordusunun takriben 600.000, Selçuklu ordusunun ise takriben 400.000 kişi olduğundan bahseder ki, muahhar kaynaklar da bu miktarları aynen naklederler.

Sadrü’d-dîn Nişâburî, Ahbârü’d-devleti’s-Selçukiyye, neşr. M. ikbal. Lahor,

1933; Türkçe terc. Necati Lûgal, Ankara, 1943.

Mevzuumuza dair bazan faydalı bilgi veren bu kaynağın tercümesini —basımına itina edilmemesi yüzünden— ihtiyatla kullanmak lâzımdır.

Anadolu’nun fethinden ve Malâzgirt Meydan Muharebesi’nden bahseden daha bir çok Arapça kaynak mevcut ise de, zikredilenler kadar mühim olmadıklarından saymaktan sarfınazar edilmiştir.

Farsça Kaynaklar:

Mevzuumuz için bu dilde yazılmış kaynaklar Arap kaynakları kadar mühim değildir. Başlıcaları şunlardır:

1 — Reşidü’d-dîn, Camiü’t- Tevârih, II, 5, nşr. Ahmed Ateş, Ankara 1960.

Tenkidli metîn neşrinin güzel bir örneğini teşkil eden bu eser, Malâzgirt Meydan Muharebesine iştirak eden Selçuklu kumandanlarının adlarını vermek suretiyle kıymetli malûmat verir.

2— Râvendî, Râhatu’s-Sudûr, nşr. M. İkbal, GMS. NS. II, London 1921. Türkçe terc. C. I. A. Ateş, Ankara, 1957.

Tercüme aslından daha kıymetlidir. Devamının bir an önce çıkması çok temenniye değer.

3—Hamdullah Kazvînî, Tarih-i Güzide, GMS, XIV, London, 1911.

4 — Mîrhând, Ravzatü’s-Safî, Bombay, 1270, IV.

Almanca terc. Vullers Mirchond’s Geschickte der Setdsckuken, Giessen, 1838.

Tetkikler:

Bu mevzu şimdiye kadar burada ele alındığı şekilde, kül halinde incelenmemiştir. Anadolu’nun fethi ve Türkleşmesi ile Malâzgirt Meydan Muharebesi ayrı ayrı meselelermiş gibi düşünülmüş, veya münhasıran Anadolu’nun fethi üzerinde, ya da münhasıran Malâzgirt Meydan Muharebesi üzerinde durulmuştur. Sonra burada yapıldığı şekilde Anadolu fethinin safhalara ayrılması ise hiç düşünülmemiştir. Biz Anadolu’nun fethini sistemli bir şekilde ele almağa çalıştık.

Malâzgirt Meydan Muharebesi’ni ise, münferit bir hâdise olarak değil, Anadolu’nun fethi için verilen savaşlar silsilesinin bir halkası —ve şüphesiz en büyük bir halkası— olarak ele aldık.

Malâzgirt Meydan Muharebesine dair ilk ciddî tetkik şudur:

C. Cahen, La Campagne de Mantzikert d’apres les Sources Musulmanes, Byzantion, IX (1934). S. 613-642.

Başında kaynaklar ve birbirleriyle münasebeti hakkında faydalı malûmat da ihtiva eden bu yazı kıymetini hâlâ muhafaza etmektedir.

İ. Kafesoğlu’nun İslâm Ansiklopedisine yazdığı “Malazgirt Muharebesi” maddesi zayıftır. Müellif, C. Cahen’in bu yazısından pek istifade etmemiş olduğu gibi, bazan da kendi kendine tezada düşmüştür.

Ayrıca bk. M. Mathieu, Une Source negligee de la bataille de Manzikert. Les “Gesta Roberli Wiscardi de Guilleuma d’Apulie, Buzantion, XX (1950), s. 89-103. M. Mathieu, R. Wiscardi’ nin eserinden Malâzgirt Meydan Muharebesi ile ilgili kısmını tercüme ederek bu savaştan bahseden —Attaliates, Bryennios ve Psellos gibi— belli başlı Bizans kaynakları ile karşılaştırmak suretiyle kıymetlendirmiştir. Yazı, bu mevzuda iyi bir araştırmadır.

Anadolu’nun fethi hakkında derli toplu malûmat almak için şimdilik bk. C. Cahen, La Première Pénétration Turque en Asie-Mineure, Byzantion, XVIII (1948). s. 5-67).

Vatan haline gelmeden önce Anadolu’ya yapılan Türk akınları neticesinde Bizans arazisinin ne dereceye kadar tahribe uğradığı hakkında kaynaklarda müphem ve mübalağalı malûmat bulunmaktadır. Şimdi bu hususta sarih bir fikir edinmek imkânına sahip bulunuyoruz:

S. Veryonis, The Will of a provincial Magnate, Eustathius Boilas (1059), Dumbarton Oaks Papers, XI, s. 263-277.

Selçuklu istilâsını müstakil bir eserle sistemli olarak ele alan ilk tarihçi J. Laurent’dir (Buzance et les Türcs Seldjcukides dans l’Asie Occidentale Jusqu’en 1081, Nancy, 1913). .

Y. Laurent, bilhassa Bizans kaynaklarını iyi kullanmıştır. Ancak o, yer yer tezada düşmekten de kurtulamamıştır: Msl. bir taraftan Anadolu’nun Türk istilâsı neticesinde, son derece tahrip edildiğini söylerken (bk. s. 92. Not: 2), öte taraftan daha ilk akınlardan itibaren Anadolu yerli halkının Türkleri sevdiğinden ve bunun neticesi olarak onlara yardım ettiklerinden bahsetmektedir (bk. s. 93).

Ayrıca bk. M. H. Yınanç, Selçuklu Devri Türkiye Tarihi. I. Anadolu’nun Fethi, İstanbul, 1944.

Eser, faydalı olmakla beraber, bir çok yerleri tashihe ve ilmî hüviyet kazanması için yeniden düzene koymağa muhtaçtır. Msl. hiç lüzum ve zaruret yok iken Gazi Dânişmentliler, ermeni soyundan gösterilmiştir ki, yazanın bu tezi batı âlimleri tarafından bile kabul edilmemiştir. Bu hususta İ. H. Dânişmend’in haklı tenkidleri vardır. Sonra kaynaklar yerli yerinde gösterilmemiş olduğu gibi, çok defa sayfalan, yazmaların ise varakları ve hangi nüshalarının kullanıldığı da tesbit edilmeden bırakılmıştır.

Muhtelif yerlerde verilen bibliyografya listelerinde bir çok kaynak ve tetkik adı sıralandığı halde, metinde ekseriya İbnü’l-Esîr veya İbnü’I-Ezrak gibi tek bir kaynağa istinaden malûmat verilmektedir.

Bizans İmparatorluğuna veya Ermenilere dair yazılmış her umumî eserde gerek Anadolu’nun fethi, gerekse Malâzgirt Meydan Muharebesi’nden bahsedilir. Bunlardan başlıcaları şunlardır:

Lebeau: Histoire du Bas-Empire, éd. St. Martin-Brosset), XIV.

Yazılmış en mufassal eser budur. Eski olmasına rağmen kıymetini muhafaza etmektedir. Tek eksiği Attaliates’i kullanamamasıdır. Fakat ondan istifade eden kaynakları kullandığı için mahzuru yoktur.

G. Ostrogorsky, Geschichte des byzantinischen Staates, München, 1952. Eser bazı ilâvelerle Fransızca ve İngilizceye tercüme edilmiştir:

G. Ostrogorsky, Histoire de l’Etat Byzantin, Trad. par. J. Govillard, Paris. 1956.

G. Ostrogorsky, History of the byzantine State, tranl. by. J. Hussey, New Brunswich-New Jersey, 1957. Eser mevzuumuz bakımından kısa ve başka kısımlar ile mukayese edilince zayıf olmakla beraber, müellifin umumî mülâhazaları faydalıdır.

R. Grousset, Histoire de l’Armanie, des Origines â 1071, Paris 1947. Aşırı derecede Türk aleyhdarı görüşleri ihtiva etmesine rağmen, eser faydalıdır.

Toponomik ve topografik meselelerde en büyük yardımcımız olan eserler şunlardır:

E, Honigmann, Die Ostgrenze des Byzantinischen Reiches von 363 bis 1071 nach griechischen, arabischen, syrischen und armenischen Quellen, Byzance et les Arabes, Tome III, Bruxelles, 1935,

Bu mükemmel esere istinaden, Selçuklu istilâsına uğrayan Bizans şehirlerinin şimdiki adlarını tesbit etmek mümkün oldu.

Ramsay, Historical geography of Asia Minor, London, 1890, Türkçe tercümesi Mihri Pektaş Anadolu’nun tarihi Coğrafyası İstanbul, 1961.

G. Le Strange, The Lands of the Eastern Caliphate, Cambridge, 1930.

F. Taeschner, Anadolu (E, İ. 2 nd, ed.) Anadolu’nun fethi ve bir Türk vatanı haline gelişi iyi izah edilememiştir.

Cl. Cahen ve M. Canard, Armınia, E. İ. new edition (1957-1958). Görüşler, bazı noktalarda yanlış olmakla beraber, bibliyografyasından istifade edilebilir.

E. Honigmann, Missis (E. İ). Türkçe, terc. Misis (Türkçe İsl. Ansik.).

Kilikya bölgesinin Selçuklular’ın eline geçişi, yine Mischel le Syrien’e istinaden izah edilmiştir.

Bu maddeleri örnek olarak aldık. Bunun gibi, gerek Eİ’nin batı dillerindeki eski ve yeni baskılarında, gerek Türkçe İsl. Ansikl. sinde geçen, Mardin, Sivas, Kayseri v.s. gibi maddelere bakılabilir.

Anadolu fethinde rol oynayan Tuğrul ve Alp-Arslan gibi hükümdarlar hakkında ayrı ayrı eserler maalesef henüz mevcut değildir. Bu itibarla onlar için de Eİ’ye veya Türkçe tercümesini tavsiyeye mecburuz.

M, Th. Houtsma, Tughril beg (Eİ), zayıf bir maddedir.

Alp Arslan, Eİ (galiba W. Barthold tarafından yazılmıştır).

Gerek bu madde, gerekse M, H, Yinanç tarafından genişletilmiş olan Türkçe tercümesi (bk. Türkçe İsl. Anskl.) kifâyetsiz olup, Alp-Arslan ve icraatı hakkında fikir vermekten uzaktır.



[1] Yazının hazırlanmasında bana yardım eden Dr. Yaşar Kutluay’a ve talebem Aydın Taneri’ye teşekkür ederim.

[2] Bu prensin adı Bizans kaynaklarında Chysoskulos, Ermeni kaynaklarında Guidric, Arap ve Fars kaynaklarında ise şeglinnde geçmektedir.

[3] M, H. Yinanç aşağıda adı geçen eserinde (S. 66-67) 1069 da Selçuklu şehzadelerinin maiyetlerinde Bekçioğlu Afjin, Ahmed Şah, Uvak-oğlu Adsız ve kardeşi Çavli, Arslantaş, Türkmen, Dimlaç-oğlu Mehmed, Sanduk, Tavtav- oğlu, Tarank-oğlu adlı Türkmen beyleri olduğu halde Anadolu’nun fethine memur edildiklerini İbnü’l-Ad îm’in eserine İstinaden nakletmektedir. Halbuki kaynakta bu beylerin 1069’da değil, 1077-1078 (470)’de Melİkşah tarafından Tutuş’un emrine verildiğinden bahsedilmektedir,