Makale

CUMA HUTBELERİ NASIL OLMALIDIR?

CUMA HUTBELERİ NASIL OLMALIDIR?

Dr. Hüseyin ATAY

Bir ulusun kalkınabilmesi ve ilerleyebilmesi, çoğunluğunu teşkil eden insanların yüksek bir seviyeye ulaşmalarıyla gerçekleşir. Bunu sağlamak için çoğunluğa seslenmek ve onunla karşı karşıya gelmek zarureti vardır. İşte bundan ötürü olmalı ki İslâm Dîni, mensuplarına, haftada bir gün bir araya toplanma vazifesini yüklemiş, onlara bir haftanın iyi ve kötü olaylarını aksettirerek nasıl davranacaklarını ve nasıl tedbirli bulunacaklarını tavsiye etmeyi sağlamış, böylece onları dünya hadiselerine karşı uyarmak ve geleceğe hazırlamak amacını gütmüştür. Fakat Müslümanlar dinin çizdiği yoldan ve gayelerden uzak kalmışlardır, öyle ki Hz. Peygamber yeniden irşada başlasa ona bile kulak vermeyecek ve: “Senin dediklerin filân ve falancanın kitabıııdakine uymuyor. diyecekmiş gibi bir duruma düşmüşler. Bunu ispat etmek kolay.

Müslümanları Hazret-i Peygamber’in getirdiği ve getirdiği gibi de bize kadar gelen Kur’ân’a uymağa çağıralım, işte o zaman hakikat ortaya çıkar. Müslümanlar Kur’ân’ı okurlar; fakat anlamağa çalışmazlar da “Falancanın kitapları bize yeter” derler. “Eğer onların kitapları Kur’ân’a aykırı ise yine mi uyarsınız?” derseniz, “Hele bir bakın, falancayı beğenmiyor” diye alaylı bir tavır takınır ve yine de onun kitabını elden bırakmamaya devam ederler. .

Ara sıra, “Kur’an’a, Allah’ın Kitabına sarılın” diyenler olur. Ama bu sözleri havada kalır, söyleyen ve dinleyenler içinde Kur’ân’ı alıp mânâsını anlamak üzere okuyan ve okuduğuna uyan kimseye pek az rastlanır. Sanki Kur’an’a sarılın, denilince, gidin bir mushaf alın, onu süslü sandıklar ve kutular içinde saklayın, denilmiştir. Böyle yapmanın Kur’ân’a sarılmak olmadığını, O’na sarılmanın, içindekileri öğrenip ona göre hareket etmek olduğunu belki bilen vardır, fakat tatbik eden kimse gösterilebilir mi? Ben bilmiyorum, bilen varsa haber versin.

Yapacakları ilk itiraz şudur: “Biz Kur’ân’ı anlayamayız, Onu anlayan büyük (!) hocalarımızın anlatmalarına ve yazdıkları kitaplara muhtacız” derler. Ben burada, bütün müslümanlara şu gerçeği duyurmağı vazife bilirim: Kur’ân-ı Kerim, herhangi bir kelâm, felsefe ve fıkıh kitabından daha kolay anlaşılır. İlk müslümanlar Kur’ân’ı anlamışlar ve onun için Ona inanmışlar ve uymuşlardı.

Hazret-i Peygamberin getirdiği İslâm Dînini öğretirken nasıl davrandığını, ibadetleri de onun gösterdiği ve yaptığı gibi yapmak gerektiğini bilmemiz gerekir.

Burada “Cum’a Hutbesi”ni ele alacağız. Hazret-i Peygamber’in verdiği Cum’a hutbeleri de, yine aynı şekilde, bugün camilerimizde tatbik edilen hutbelerin şekil ve konusu ile bağdaşamaz. Hutbelerde bulunan yanlışların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:

1 — Arabî ayların haftalarına, giriş ve çıkışlarına göre hutbe tertiplemek doğru değildir.

2 —Allah’a hamd ve Peygambere salâttan sonra, eskimiş ve mânâsı olmayan bozuk bir seci’ ile okumak ne his ve ne de mânâ bakımından faydalıdır.

3 — Kur’an ve Hadîs’ten başka olan ve bozuk bir Arapça ile tertiplenen sözlere de ihtiyaç yoktur.

4 — İleri gelen sahabenin ve bu arada başkalarının adlarını bir dua manzumesi şeklinde sıralayıp okumak da gerekmez. Bu zatların isimlerini bu şekilde anmak bir mânâ taşımamakta ve hiçbir şey ifade etmemektedir.

Hazret-i Peygamber’in hutbelerinde buna benzer bir şeyin görülmesi mümkün olamıyacağı gibi, ayni zatların hutbelerinde de bunlara rastlanmaz. Eğer hutbede büyük adamların adları anılacak olsa, saatlerce bitmeyecek büyük adamların adlarını anmak gerekecektir,

5 — Yüzyıllar önce, zamanının icaplarına göre yazılmış bir hutbeyi okumak da yanlıştır.

6 — Hutbelerde geçen ve bugün için de ilgili kimseler tarafından dahi kitaplara baş vurulmadan anlaşılamayan ifade ve terimlerin hutbelerde yer almaması gerekir. Meselâ: Zekâttan bahseden bir hutbede 20 miskal, 200 dirhem gibi tabirler kullanmak doğru değildir.

7 — Hutbenin iki olması veya bir hutbenin ikiye bölünmesi gerekirken, hatib’in sembolik oturuşundan sonra, kalkıp halkın istifadesine bir şey sunmadan bazı bozuk Arapça ibareler veya dualar okuması da uygun olmadığı gibi tekrar başlangıç yapmak da gerekmez.

8 — Sonra Ayet veya Hadislerin, ya da Arapça ibarelerin bir makama göre okunması, bilhassa bu te’sir altında Türkçe kısımları da makamla okumak, dinleyenleri uyutmak ve anlaşılan mânâyı anlaşılmaz hale getirmekten başka bir şeye yaramamaktadır.

9 — Minberin önündeki ve basamaklardaki dualara lüzum yoktur.

10 — İki hutbe arasında oturduktan sonra bir basamak aşağı inmek ve hutbe biteceği zaman bir basamak yukarı çıkmağa ihtiyaç yoktur.

Şimdi bir hutbenin nasıl olması gerektiğini göstermeğe çalışalım:

Çeşitli rivayetler ve mezhepler bir yana:

a) Hutbe, alışılmış olduğu gibi sıkı bir şekliyattan ibaret değildir. Bugün tertip edilen konferanslara hakim olan serbestliği ihtiva ettiği söylenebilir. Hz. Peygamberin ve ilk halîfelerin hutbeleri gözden geçirilirse bu serbestlik daha iyi anlaşılır.

Hatip hutbeye çıkmadan veya çıktıktan sonra cemaati selâmlar. Hatip hutbe esnasında yanlış gördüğü hareketleri ele alıp, hazır bulunanları ikaz eder. Cemaatten biri de, hutbe esnasında hatipten bir şey sorup sorusuna cevap alabilir.

Bu böyle iken, hatib’in kendi yazdığı hutbenin dışında bir söz söylemesini âdeta günah saymak, Hz. Peygamberin yolundan, müsamahalı davranışından ne kadar uzak düştüğümüzü göstermeğe yeter delildir.

b) Hutbe verilirken cemaatin can kulağıyla dinlemesi gerekir. Cemaat istediği şekilde oturmakta serbesttir.

Bütün bunlardan sonra bir hutbe Örneği için gereken noktalan tesbit edelim:

1— Hutbeye, Allah’a hamd ve Hz. Peygamber ve Ona uyanlara şâmil olacak salât ve selâm ile başlanır.

2 — Konuya bir başlangıç yapılır.

3 — Konu, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfelerle îzah edilerek işlenir.

4 — Hutbe uygun bir yerde kesilir ve mutad sembolik oturma yapılır.

5 — Ayağa kalkınca, ikinci defa başlangıç yapmağa lüzum yoktur. Hutbeye, kesildiği yerden devam edilir.

6 — Hutbeyi bitirirken, en sonda okunacak âyetin, önce mânâsı ve sonra da âyet okunarak hutbeden inilir.

HUTBE

Dünyaların Rabbı Allah’a hamd ve Hazret-i Muhammed’le Onun yolundan gidenlere salât ve selâm olsun.

Ey Müslümanlar! Konumuz, İslâm cemiyetinin üzerinde kurulduğu temel kaidelerdir.

İnsanoğlu, yalnız başına yaşayan bir yaratık değildir. Yaşayabilmesi için gün geçtikçe artan birçok şeylere muhtaçtır. Bunları, kendi kendine elde edemez. Her iş ve ihtiyaç kadar, o iş ve ihtiyacı görecek insanlara lüzum vardır. Tek bir işi bile, tek bir insanın ortaya koymasına imkân olmadığı aşikârdır.

İşte bütün bu durumlar karşısında, insanların kendi varlıklarını koruyup devam ettirebilmeleri için bir araya gelmeleri gerekmektedir. insanoğlu tek başına müstakil bir varlık olduğu gibi, bir araya geldiklerinde ikinci bir varlık meydana getirirler. Buna “cemiyet” denir. İnsanlar bu ikinci varlık içinde müstakil birer varlık değil, ancak cemiyetten birer parçadırlar.

İslâm Dîni, insanı başıboş bırakmamış, ona bir istikamet vermiş, doğru yola sevketmiştir, insanın müstakil bir fert olarak ödevlerini bildirdiği gibi, cemiyeti teşkil eden, yâni bütün içinde bir parça olarak da görevlerini göstermiş ve cemiyet içindeki fertlerle olan münasebetlerini tâyin etmiştir.

Bir insanın tam bir müslüman olabilmesi için hem ferd ve hem de cemiyetin bir parçası olarak, kendisine yükletilen vazifeleri yapması gerekir. Ferd olarak, müslüman olan fakat cemiyetin bir parçası olarak müslümanca hareket etmeyen kimse tam bir müslüman değildir. Cemiyet içindeki vazifelerini yerine getirip, şahsî vazifelerini yapmayan kimse de böyledir.

İşte bizim cemiyetimizin ferdleri, teker teker müslümandır. Ama meydana getirdikleri cemiyet İslâm cemiyeti değildir; çünkü İslâm’ın koyduğu cemiyet kaidelerine riayet etmemekte ve cemiyet içindeki vazifelerini yapmamaktadırlar. Eğer yapmış olsalardı, cemiyetimiz bugünkü acıklı hale düşmezdi. Bunun sorumluluğu cemiyeti teşkil eden müslümanlarındır.

İşte İslâm Dîni’nin kurmak İstediği cemiyetin birinci temel kaidesi kardeşliktir. Cenâb-ı Hak: “Mü’minler kardeştirler. (Aralarında geçimsizlik olursa) kardeşlerinizin arasım düzeltin. Allah(ın emirlerine karşı durmak) tan saktmn ki size merhamet edilsin” buyurmaktadır.

Bu âyet-i kerime, bir cemiyeti teşkil eden müslümanlann, önce kardeş olduklarını bildiriyor. Sonra, bozuştuklarında kardeşçe, kardeşlerin aralarını bulmalarım ve bunda başkasının değil ancak Allah’ın rızasını göz önüne almalarını emrediyor, işte Kur’ân’ın İslâm cemiyeti için koyduğu birinci kaide, cemiyetin fertlerinin birbirinin kardeşi olduklarını bilmeleri ve ona göre hareket etmeleridir.

Hazret-i Peygamber bir Hadîs-i Şerifinde: “Mü’min uysaldır. Uysal olmayan, iyi geçinmeyen ve kendisiyle iyi geçinilmeyen kimsede hayır yoktur” buyurmuştur.

(oturur ve kalkınca)

Ey Müslümanlar! İslâm cemiyetinin üzerinde kurulduğu ikinci kaide yardımlaşmadır. Bu, kardeşliğin gerektirdiği bir ödevdir. Yalnız ne hususta ve hangi gaye uğrunda yardım edileceğini bildirmek için Cenâb-ı Hak : “İyilik etmekte, (fenalıktan) sakınmakta yardımlaşın, günah işlemek ’ve aşırı gitmekte yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın cezası şiddetlidir” buyurmaktadır.

Allâh’ın yardım etme emri iyi, yararlı ve hayırlı işler hakkındadır. Günah işlemek, başkasına fenalık etmek, düşmanlığı körüklemek için en ufak bir yardım bile Allah’ın emrine karşı gelmek ve buyruğunu dinlememektir. Bu Âyet’e göre hareket etmiyen kimse İslâm cemiyetinde bozgunculuk yapmış oluyor. Müslümanların bu gibi kimselere göz kulak olmaları da yine bu Âyet’in emrine girer.

Müslümanların her zaman hatırlamaları gereken şu Âyet onlara rehberlik eder :

“Doğrusu Allah adâleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder. Hayâsızlığı, fenalığı ve haddini aşmayı yasak eder. Tutasınız, diye size öğüt verir.”