Makale

KURBAN BAYRAMI VA’ZI

Va’z örneği:

KURBAN BAYRAMI VA’ZI

M. Şevki ÖZMEN

Muhterem cemâat!

500 milyonluk İslâm Dünyâsı’ndan bir kısmının, kurbanlarını çokdan keserek, bayrama başladıkları, bir kısmının, bizler gibi, hâlen câmilerde toplandıkları, bir kısmının da henüz uykularını uyumakta oldukları şu dakikalarda, Cenâb-ı Hak lûtf eder dilimi açarsa, vaktimiz nisbetinde, sizlere dînimizden söz açacağım. Ancak, şunu hemen arz edeyim ki: ötedenberi alışık olduğumuz gibi, Kevser Sûre-i Celîlesi’ni kendime mevzu edinip, oradan da bir münâsebetini bularak, Hz. İbrâhîm’in oğlu Hz. Ismâîli —Salât ve selâm onlara olsun— nasıl kurban etmek istediğinden bu sırada Cenâb-ı Hakk’ın Ona nasıl kurbanlık bir koç ihsan ettiğinden söz açmayacağım. Kur’ân-ı Kerîmemizin kısaca işaret ettiği bu hikâyeyi allayıp pullayarak anlatmak süretiyle, kıymetli vakitlerinizi isrâf etmiyeceğim. Çünkü bu hikâyeyi, yedisinden yetmişine kadar hemen hemen bilmiyenimiz yok gibidir. Vakitlerin en güzeli, en ulvîsi olan şu sabah vaktinde ve yarınımızdan emin olmanın, geleceğe ümid dolu gözlerle bakmanın verdiği huzur içerisinde, sıhhat ve selâmetle idrâk ettiğimiz mubârek Kurban Bayramımızın başladığı şu mubârek dakikalarda, hiç bir dâvet almadan, herhangi bir zorlama olmadan, sırf Allah’ın rızâsını kazanmak gibi çok ulvî bir duygu ile tatlı uykularınızı fedâ ederek, şu mukaddes çatı altında, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’imizde işaret buyurduğu vechile, bütün kinleri, husûmetleri bir tarafa atarak, Allah’ın huzûrunda, biribirine kurşunla kenetlenmiş binâlar gibi, yan yana, diz dize toplanmış bulunan sizlere, dilimin döndüğü, gücümün yettiği kadar İslâm Dîni’ni ana hatlariyle çizmeğe çalışacağım. Bu arada yanılırsam, güzel ifâde edemezsem, önce Allahu Teâlâ’dan sonra sîzlerden bağışlanmamı dilerim.

Muhterem müslümanlar! Sözlerime başlarken, şu anlarda, 500 milyonluk İslâm dünyâsından bir kısmının çoktan kurbanlarını kesmeğe başladıklarını, bir kısmının bizim gibi câmilerde toplanmakta olduklarını, bir kısmının da henüz uykuda bulunduklarını söylemiştim. Bunun niçin böyle olduğunu, içinizden, belki merak edenler çıkar. Binâenaleyh evvelâ onların bu meraklarını gidereyim:

Hepinizin bildiği üzere, tıpkı, çiçek ve sap tarafları basık bir kavun gibi yuvarlak olan dünyamız, hem kendi mihveri etrâfında, bir topaç gibi dönmekte ve bu dönmesini 24 saatte tamamlamakta, hem de güneşin etrâfında dolaşmakta ve bu dolaşmasını da 365 gün 6 saatte ikmâl etmektedir. Dünyamızın kendi mihveri etrafında dönmesinden gece ile gündüz, güneşin etrâfında dolaşmasından da mevsimler husûle gelmektedir. Dünyamız kendi mihveri etrâfında, garbden şarka doğru dönmektedir. Dünyamız bu şekilde batıdan doğuya doğru döndükçe, karanlık olan batı taraftan yavaş yavaş, güneşten ışık alarak aydınlanmakta, aydınlık olan doğu tarafları da yavaş yavaş karanlığa gömülmektedir. İşte bu yüzdendir ki burada sabah olurken, doğu taraflarda çoktan güneş doğmuş bulunmaktadır. Ve yine bu yüzdendir ki, yeryüzünde Ezân-ı Muhammedî’siz bir an bulunmamaktadır; her dakika, her an “Allahu Ekber!” sadâları semâlara yükselmekte, dünyamızı saran hava tabakasının içerisinde dalga dalga yayılarak, bir siyânet meleği gibi bizleri sarmaktadır. Bu hal, yalnız bizim dînimize hâs bir mazhariyyettir.

Aziz cemâat! Şimdi sizlere, "Dîn Nedir?”, önce bundan söz açayım:

Evet, dîn nedir? Sık sık tekrarlanan bu kelime neyi ifâde etmektedir? Dîn, insanların yeryüzünde biribirleriyle iyi geçinmeleri, insan şanına lâyık, medenî bir hayat sürmeleri, öbür dünyada da ebedî, sonsuz bir saâdete, mes’ud bir hayata kavuşmaları için, Allah tarafından, Peygamberler vâsıtasıyle gönderilen bir “Kanun”udur; İlâhî nizamlar, emir ve nehiylerdir.

Şu târifimize göre din, bir nevî kanundur. Fakat öyle bir kanundur ki, vaz’ eden, koyan bizzat Allah’dır. Yine şu târifimizden anlaşılıyor ki, bir kanunun din olabilmesi için, onun Allah tarafından konulması, Peygamber, Melek, öbür Dünyâ.... gibi mefhumları içine alması gerektir. Şu halde, insanlar —Peygamber de olsalar— din vaz’ edemezler; dîni ancak Allah vaz’ eder, işte bundan dolayıdır ki İslâm âlimleri, müsteşrıklann İslâm Dînine Muhammedîlik, Müslümanlara da Muhammedi demelerini hoşgörmezler.

Muhterem cemâat! Dinleri, (Hak) ve (Bâtıl) olmak üzere iki kısma ayırabiliriz. Hak dîn, Tevhid dînidir. Yâni, “Lâ İlahe illâ’llah = Allah’dan başka tanrı yoktur.” cümlesiyle Allah’ı (Bir-tek) tanıyan, O’nun mutlak Birliğini hiç bir sûret ve hiç bir şekilde, bir nokta, bir zerre kadar da olsa, zedelemeyen dindir. Bu vasfı hâiz birtek din vardır, o da, Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’imiz de “Muhakkak ki Allah indinde makbul ve mâteber olan din, İslâm’dır.” buyurduğu üzere yalnız “İslâm Dîni”dir.

Gerçekten İslâm Dîni, Allah’ın Birliğini mutlak olarak tanır, Allah’ın mutlak Bir’liğini titizlikle müdâfaa eder, Allah’a eş, ortak katmak şöyle dursun, bu zehâbı uyandırabileceği zan ve tahmîn edilen bütün duygu düşünce ve fiilleri şiddetle yasak eder. Kur’ân-ı Kerîm’imizde Allah’ın mutlak Bir’liği sık sık ifâde buyurulmuştur. Ezcümle: Âyetü’l-Kürsî ’nin başında “Allah, O’ndan başka yoktur gerçek İlâh” buyurulduğu gibi, namazlarımızda herzaman okuduğumuz İhlâs Sûresin’de de “De ki, O, Allah’dır, bir-tekdiri yaradılmış her şey’in muhtaç olduğu, (ulular ulusu) Allah’dır; ne doğurmuştur, nede doğurulmuştur; hiçbir şey kendisine denk olmamıştır.” buyurulmuştur.

Diğer dinler, meselâ Hıristiyanlık, meselâ Yahudilik böyle midir ya?.. Aslında bir Tevhîd dîni olan Îsâ Peygamberin getirdiği din sonradan bozulmuş, vaktiyle papazların İznik’de akd ettikleri büyük bir dînî meclisde, Hz. Îsâ Allah’ın oğlu telâkkî ve Allah’ın, (Baba-oğul-mukaddes rûh)’dan mürekkeb, hem bir, hem üç olduğu ilân edilerek, tamamen çığırından çıkarılmıştır.

Yahudilik de aslında bir Tevhîd dîni idi; Mûsâ Peygamber getirmişti. Lâkin ne varki, İsrail oğulları; Peygamberleri henüz hayatta iken, o saf dîni bozmağa yeltenmişler, Hz. Mûsâ — Selâm Ona olsun— Allah’ın emirlerini telâkkî etmek için aralarından ayrılıp Tûr’a çıktığı ve orada kaldığı kırk gün zarfında, altından yaptıkları bir buzağı heykeline, (Tanrı) diye tapınmağa başlayıvermişlerdi.

Burada bir noktaya işâret etmek isterim: Allah Kur’ân-ı Kerîm’imimizde, biraz önce söylediğim gibi “Muhakkak ki Allah indinde makbul olan, mûteber olan dîn, İslâm’dır.” buyuruyor. Gerek bu meâlini verdiğim Âyet-i Kerîme’de, gerekse daha birçok Âyet-i Kerîme’lerden sarâhatle anlıyoruz ki, İslâm Dîni, Müslümanlık, yalnız Peygamberimiz Efendimiz Muhammed Mustafâ’nın —Salât Ona, selâm Ona, olanca tahiyyât Ona— getirdiği din değildir. İslâm kelimesi, tâ Hz. Âdem’den —Selâm Ona olsun— îtibâren, Peygamberimiz Efendimiz’e kadar gelen bütün Peygamberlerin getirdikleri dinlerin de adıdır. Sayıları 124000 olduğu söylenen, doğrusunu ancak Allah’ın bildiği gerçek Peygamberlerin getirdikleri dînlerin hepsi Tevhîd Dîni idi; yâni İslâm’dı. Îmânın şartlarını bir araya toplayan “Âmentü” müz, aynen onların da “Âmentü”sü idi. Yâni, Hz. Âdem’den îtibâren Peygamberimiz’e kadar gelen bütün Peygamberler insanları, Allah’ın varlığına ve mutlak Bir’liğine; Allah’ın melekleri olduğuna, kitaplar indirdiğine, Peygamberler gönderdiğine, insanların öldükten sonra tekrar dirilib Allah’ın huzurunda, dünyâ hayâtının hesabını vereceklerine, günahsızların Cennet’e gideceklerine; günah işlemiş olanların ise —cezalarını çekmek için— Cehennem’i boylayacaklarına, her şey’in Allah’ın takdiriyle ve insanın başına gelen iyilik ve kötülüğün ancak Allah’ın yaratmasiyle olduğuna inanmağa dâvet etmişlerdi. Bunlar dînin “İnanç” kısmıdır; söylediğim gibi hiç değişmemiştir. Dinlerin bir de “Şeriat” denilen kısımları vardır ki bunlar inananların gidecekleri, güdecekleri yollardır. Zâten “Şeriat” kelimesinin lüğat mânâsı “Yol” demektir. Arablar, bizim şimdi “Bulvar” dediğimiz, Îranlılann “Hıyâbân” dedikleri, ağaçlıklı, geniş caddelere “Şâri’” derler.

Dinlerin bu şeriat kısımları içinde Namaz gibi, Oruç gibi, Hacc ve Zekât gibi ibâdetler bulunduğu gibi, Müslümanların yapmaları halâl veyâ haram olan işler, ahlâkî, içtimâi, hukuki umdeler, prensipler de vardır. İşte, dinlerin bu şeriat kısımları, tâ Hz. Âdem’den, Peygamberimiz Efendimiz’e kadar, her Peygamber geldikçe, derece derece, basitten mürekkebe, ibtidâîden mükemmele doğru değişegelmiştir. Bu basitten mürekkebe, ibtidâîden mükemmele doğru olan değişmeler, insanın ve insan cem’iyyetlerinin medeniyyet yolunda dâimâ ilerileyerek yürümelerinin bir ifâdesidir. Hz. Âdem ve onu tâkib eden birkaç Peygamber zamanında insanlar çok ibtidâî ve az idiler. Kafaları henüz inkişâf etmemişti. Binâenaleyh ancak medenî insanların ve medenî cem’iyyetlerin kavrayabilecekleri, derinliklerine ve inceliklerine nüfûz edebilecekleri hükümler, onlar için bir mânâ ifâde etmezdi; onlara ancak kendi fikrî seviyeleriyle mütenâsib, cem’iyyetlerinin medenî ihtiyaçlarını karşılıyabilecek kadar hükümler lâzımdı. Size bunu müşahhas bir misalle îzâh edeyim:

İki veyâ üç evli bir çiftlik bir de 4-5 milyon nüfuslu büyük, muazzam bir şehir düşünün. Bunların her ikisi de birer cem’iyyettir. Her iki cem’iyyetin de cem’iyyet hayâtı bakımından, tâbî olmaları, uymaları lâzımgelen, dînî, ahlâkî, hukukî ve hattâ siyâsî birtakım umdelere, nizâmlara, kanunlara şiddetle ihtiyaç vardır. Vardır amma, bu iki cem’iyyetin ihtiyaçları biri birinin aynı mıdır? Aynı olabilir mi? Şüphesiz ki hayır. O küçücük çiftliğin nihâyet birkaç basit ahlâk prensibine ihtiyâcı vardır. Büyük şehrin ise, halkın medenî seviyesine uygun, dînî, ahlâkî, hukukî, hattâ siyasî umdelere, prensiplere, birçok kanun ve nizamlara ihtiyâcı vardır. İşte şeriatlerin basitten mürekkebe, ibtidâîden mütekâmile doğru değişmesinin sebebini, Âdem Peygamberin zamanındaki insanları, misâlimizdeki çiftlik halkına, Peygamberimiz zamanındaki insanlık âlemini de yine misâlimizdeki büyük ve muazzam şehre benzetirsek kolaylıkla anlamış oluruz.

Peygamberimiz son peygamber, Kur’ân-ı Kerîm’imiz son ilâhi kitaptır. Artık bir daha ne peygamber ne de kitap gelecektir. Çünkü insanlık sinn-i rüşdüne, erginlik çağına ulaşmış bulunuyor. Nitekim Vedâ Haccı esnasında inen “Size bu gün dîninizi ikmâl ettim, nimetimi tamamladım; sizin için din olarak İslâm’ı seçdim, beğendim.” Âyet-i Kerîmesi bu hakikati açıkça ifâde buyurmaktadır.

Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz Efendimiz vâsıtasiyle bizlere, İslâm Dîni’nin en soıı ve en mütekâmil şeklini bildirmiş bulunuyor. Dînimiz Kıyâmet’e kadar insanlığın dînî, ahlâkî, içtimâi... bütün ihtiyaçlarını fazlasiyle karşılayacak bir durumdadır. Müsbet ilimlerin inkişâfı, pek çok İlmî gerçeklerin ortaya çıkması, fennî, teknik ilerlemeler, Müslümanlığın, ancak kadrini, kıymetini artırır. Çünkü, müsbet ilimlerin mu’tâları yâni ortaya koyduğu hakikatler, keşf ettiği kanunlar ve müsbet ilimlerin tatbikatından doğan teknik ilerleme ve buluşlar, dînimize aslâ aykırı değildir. Bilâkis bunlar, dînimizin bizden istediği, bizleri dâimâ teşvik ettiği çalışmaların mes’ûd birer neticeleridir; yeterki insanlığın hayrına kullanılsın.

1400 sene evvel, Mekke civarındaki Hırâ dağının yalçın kayalıkları üzerinden, dünyâyı kaplayan cehlin, zulmün, vahşetin kesif kara bulutları üzerine bir güneş gibi doğarak, onları param-parça dağıtan, insanlara insanlığını öğreten, insanı, kendi eliyle yaptığı putlarının önünden kaldırarak, ona gerçek Tanrı olan Allah’ı tanıtan, insanlar arasında aklın, mantığın, vicdan ve insâfın mutâ’ ve mukaddes hüküm ve kanunlarım hâkim kılarak, .parlak ve eşsiz bir medeniyyetin, İslâm Medeniyyeti’nin doğmasına sebeb olan dînimiz, hiç bir zaman ve hiç bir sûretle, müsbet ilimlerle, müsbet ilimlerin mûtâlariyle aslâ ve kat’â çalışmamıştır. Şâyed târihimizde bir matbaa hâdisesi, yâni matbaanın memleketimize 100 sene kadar geç girmesi hâdisesi varsa, bunun sebebi din değil, hattatlık san’atini korumak endîşesidir. Nasıl ki, bugün yerli san’atleri korumak için gümrükler vaz’ edilmektedir.

Aziz kardeşlerim! Va’zımızın başında, Müslümanlığın yegâne Hak Dîn olduğunu isbat sadedinde, onun, Allah inancını nasıl en güzel ve aklın, mantığın kanunlarına tamâmen uygun bir şekilde insanlara sunduğunu söylemiştik. Dînimizin yeryüzündeki diğer dinlere üstünlüğünü belirten daha pek çok husûsiyyetleri vardır. Şimdi bunlardan bâzılarını görelim:

Birkerre dînimiz akla en üstün yeri vermiştir; bizlerden, inanmazdan evvel düşünmemizi istemiştir. Pekçok Âyet-i Kerîmelerin sonlarındaki “Akl etmez misiniz?”, “Olaki akl edersiniz” mealindeki cümleler bunun en kesin, en susturucu delilleridir. Bu hususta Peygamberimiz Efendimizin birtek Hadîs-i Şerifleriyle iktifâ edeceğim. Resulullah Efendimiz şöyle buyuruyorlar: “Aklı olmayanın dîni de yoktur.”

Müslümanlık, insanların, umdeleri üzerinde düşünmelerinden asla korkmaz ve arzettiğimiz gibi, inanmadan önce düşünmeyi bizden ister. Zîrâ dînimizin pekçok umde ve esasları gerçi Vahy’e dayanmaktadır; fakat bu umde ve esaslar, hertürlü peşin hükümlerden ve mutaassıb fikirlerden sıyrılmış olarak, sâlim bir düşünüşle incelendiği takdirde, aklın ve mantığın hududlarından dışarıya asla çıkmadığı görülür. Allah’a inanmak zarurîdir. Bizi bu inanca, canlılariyle ve cansızlariyle bütün tabiat âlemi zorlamaktadır. Allah’a, gereği gibi inandıktan sonra, “Amentü”nün diğer beş maddesini kabulde akl için hiç de müşkülât yoktur.

İbâdetleri ele alahm: Namaz, oruç, hac ve zekât.. Bunların, insan ahlâkının olgunlaşması, nefislerin terbiyesi, zenginle fakir arasındaki mesâfenin en güzel, en âdilâne bîr şekil ve tarzda kapatılması, ictimâî dayanışmanın gelişmesi üzerindeki te’sîrlerini kim inkâr edebilir? Kim, bunların akla, mantığa aykırı olduğunu iddia edebilir?

Muhterem cemâat! Burada çok mühim bir noktaya temas etmek isterim. Hepimiz biliriz ki, dînî hükümlerin dört kaynağı vardır: 1)Kitâb, yâni Kur’ân-ı Kerîm, 2)Sünnet, yâni Peygamberimiz Efendimiz’in hadîsleri, 3)İcmâ-ı Ümmet, yâni, Peygamberimiz Efendimiz’in vefâtından buyana her asırda müctehidlerin bir nokta üzerinde birleşmiş bulunmaları, 4)Kıyâs-ı Fukahâ, yâni, yüksek din âlimlerinin kıyâs yoliyle bir mes’eleyi çözmeleridir. Gerek inanmak, gerek amel etmek hususunda bize bir şey teklif edildiği takdirde biz onu evvelâ Kur’ân-ı Kerîm’de arayacağız. Bulamazsak, Kur’ân-ı Kerîm’i tefsîr ve îzâh eden Hadîs ve Sünnet’e mürâ- caat edeceğiz. Orada da bulamazsak, müctehidlerin bu husustaki içtihadlarına bakacağız. Orada da ona dâir bir şey’e rastlıyamazsak, kıyaslamaya ve Müslümanlığın prensipleri dışına çıkmadan ictihad yoluna gideceğiz.

Size bunları hatırlatmaktan maksadım sözü şuraya getirmekti: Bizim dînimiz en güzel, doğru, aklî ve mantıkî bir din olduğu, aklın ve mantığın almıyacağı hiçbir inanca ve amele yer vermediği halde, maalesef halkımız arasında pekçok hurâfî ve bâtıl inanışlar, uzun asırlardanberi devam edegelmektedir. Bunlardan bir kısmı üzerinde kısaca duralım:

İki bayram arasında nikâh kıyılmazmış?! Sebeb? Sebeb yok. Olur mu öyle şey?... İki bayram arasında, yâni Ramazan Bayramı ile Kurban Bayramı arasında ne varmış da, ne gibi bir şey olmuş da nikâh yaptırmaktan çekiniliyor? Bu inancın bâtıl olduğunu birtek delille, Peygamberimizin mübarek hayatlariyle ilgili birtek hâdise ile isbat edeceğim: Peygamberimiz, Hz. Âişe validemizle bir Şevvâl ayında yâni, Ramazan Bayranıı’ndan sonra nikâhlanmışlardı.

Türbelerden bir şeyler ummak ve bu maksadla oralara adak adamak.. bâtıl inançların en tehlikelisi, en korkuncudur. Zîrâ îmânı tehlikeye sokar. Bir Müslüman nasıl olur da, günde beş def’a kıldığı namazların her rek’atinde “Yâ Rab ! Biz yalnız Sana ibâdet eder ve yalnız Senden yardım isteriz” derken bu sözünü ve kendisine şah damarından daha yakın olan Allah’ı unutur da, ölmüş, dünyâ ile ilişiği kesilmiş bulunan —velî de olsa— bir kimseden, gider yardım ister?! Bu doğrudan doğruya —Allah korusun— şirktir. Yâni Allah’a eşler, ortaklar katmaktır. Bundan son derece sakınalım. Sözüm yanlış anlaşılmasın; evliyâyı küçük gördüğüme zâhib olmayın. Meselâ Hacı Bayrâm-ı Velî Hz.nin türbeleri şübhesiz ki ziyâret edilir ve rûhuna Fatiha ithâf edilir; fakat işte ancak bu kadar. Ondan bir şey dilemeğe kalkışdık mı, îmânımız tehlikeye düşmüş demektir.

Salı günü bir işe başlanmaz, yola çıkılmazmış?!... Sebeb? Sebeb yok… Bu mânâsız, mantıksız inancı da kendi târihimizin muhteşem bir hâdisesiyle çürüteceğim: Fâtih Sultan Mehmed Hân Hz. —Allah ona bol bol rahmet etsin— İstanbul’u bir Salı günü feth etmişlerdir. Biz günleri, birer Müslüman olarak, uğurlu-uğursuz diye ayıramayız. Çünkü böyle bir şey esâsen yoktur. Farz-ı muhâl Salı gününde bir uğursuzluk varsa, bunun bize asla şümulü yoktur; bunu, İstanbul gibi dünyânın en güzel bir şehrini ellerinden kaptıranlar düşünsünler.

Bir evin önünde köpek ulursa veyâ damında baykuş öterse o evden cenâze çıkarmış?!. Bu da safsata… Köpek de, baykuş da, Allah’ın yığın yığın mahlûkatından birer hayvandırlar. Bu, köpeğin ulurken, baykuşun öterken çıkardıkları, insana korkunç gelen seslerden korkanların, ürkenlerin vehminden başka bir şey değildir.

Nazarlık diye çocukların omuzlarına boncuklar, iğde çekirdekleri, evlerin saçaklarına kaplumbağa kabukları, at kafaları asmalar, kapıların üzerlerine veya eşiklerine nal çakmalar... bunlar da bâtıldır; İslâm Dîni’nde asla yeri yoktur. Nazardan korunmak için (Felâk) ve (Nâs) sûrelerini okuyarak Allah’a sığınmak dururken, boncuktan, iğde çekirdeğinden, kaplumbağa kabuğu veyâ at kafasından, naldan meded ummak, Allah’a eş, ortak katmaktan farksızdır; îman bakımından tehlikelidir. Peygamberimiz bunları hep yasak etmiştir.

Kadınlar cum’a günü iş işlemezler. Bu da bâtıl bir inanıştır. Çünkü cum’a günü Ezan okunduğunda işlerini, ticâretlerini bırakıp câmiye koşacak olanlar, kadınlar değil erkeklerdir. Bu, işi, ticâreti terk etme de Ezan okunduğundan îtibâren, namaz kılınıncaya kadardır. Ezandan önce ve namazdan sonra işimize devâm edeceğiz. O halde kadınlara ne oluyor da cum’a günü iş yapmıyorlar? Acabâ, cum’a gününün Müslümanların bayramı oluşunu bahâne ederek işden kaçıyorlar mı dersiniz?... Bana öyle geliyor ki, bu inanç şuradan çıkmadır: Eskiden hafta tâtili cum’a günü idî. Bu sebeble evin erkeği evde bulunurdu. Haftada bir gün dinlenecek olan evin erkeği tedirgin olmasın diye, cum’a günü süpürge ve çamaşır işleri yapılmamış, sonraları da bu, dînî bir an’ane hâlini almıştır.

Fal bakmalar, remil atmalar, yıldızlardan ahkâm çıkarmalar, daha neler neler... Bunların hiçbirinin dînimizle zerrece ilişiği yoktur. Peygamberimiz bunları şiddetle yasak etmiş ve "Kâhinden bir şey soranın, kırk gün ibâdeti kabul olmaz.” buyurmuşlardır. Bir de kâhinin, falcının dediklerine inananlar olursa onların vay hâline...

Sokaklarda, kaldırımlarda renk renk, boy boy birtakım kitaplar satılmaktadır. (Uğru Abbas Duası), (Ramazan Duası), (Vasıyyetnâme), (Karınca Duası …) Bunların hiçbirinin aslı, esâsı yoktur. Halkımızın din duygularını istismar etmek istiyenlerin uydurmalarından ibârettir. İnsan zekâsının fezâya nüfûza çalıştığı şu sıralarda, bütün hayâtı boyunca hırsızlık yaptıktan sonra, birkaç satırlık basmakalıp duayı okuyup hemen Cennet’e girivermeyi hangi akıl kabul eder?

Türklere mum dikmek, hastalık geçsin diye şuraya buraya iplik bağlamak, henüz yürüyememiş çocuk yürüsün diye cum’a namazından ilk çıkan kimseye iplik kestirmek, cenazenin yatağının yerine o gece ışık koymak, elden sabun, makas... almamak v.s.., v.s... hep bunlar saçma sapan şeylerdir; bunlardan dâimâ sakınılması, kaçınılması ve bilhassa çocuklarımıza asla duyurulmaması lâzımdır. Dînimizin, bâzı densizlerin tecâvüzünden korunmasını istiyorsak bunu mutlaka yapmalıyız.

Aziz cemâat! Dînimizin, diğer dinlere üstünlük arz eden daha birçok husûsiyyetleri vardır. Bunları da birer birer huzurunuza sermek isterdim; ne çâre ki, vaktimiz doldu. Hepinizin Kurban Bayramı’nızı tebrik eder, bu mubârek bayramın bütün Müslümanlara hayırlar getirmesini dilerim.